Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU
Bilmem farkında mıyız, köklerinden kopmuş, aidiyetlerinden sıyrılmış bir “dünya vatandaşı” kavramı var artık. Kimileri de ona “evrensel vatandaş” diyor. Bu vatandaş, toplumsal ve tarihsel ilişkilerin ters yüz edildiği bir modern dünya posterinde muazzam bir meta yığınının ortasına kullanım nesnesi olarak terk edilmiş bir “yalnız” bireyi simgeliyor. Tarihten, toplumdan ve dinden arındırılmış bu vatandaşın eline sıkı sıkıya sahiplenmesi için birtakım “çağdaş” nitelikler tutuşturulmuştur: liberal, rasyonel, seküler, modern, bilimci, aydınlanmacı, pozitivist ve nötr (renksiz, tatsız, tuzsuz; etliye sütlüye karışmayan; uysal tebaa) vb. Bu arada kendini bildi bileli ibadet ettiği vahyin ilahı da zaman ve mekânın dışına çıkarılmış, modernliğin bir gereği olarak rasyonelleştirilmiş bir tanrı anlayışı ile değiş tokuş edilmiştir. Bu yeni/modern tanrı evrene ilk düzeni vermiş, onu otomatik bir saat gibi işlemesi için kurmuş ve ardından irrasyonel/akla aykırı bir müdahalede bulunmamak için köşesine çekilmiş bir tanrıdır. (Fırat Mollaer, Modernlik Kehanetleri, Ankara: Phoenix Yay., 2016, s. 49.)
Bu hâl aidiyetlerden soyulma, köklerden sökülme ve bütün dayanaklarını yitirme hâlidir, daha doğrusu tam bir kopuştur. Biraz daha açarsak havada asılı kalma, istikameti kaybetme, yabancı ve ürkünç bir dünyada çaresizlik durumudur. İsterseniz buna bir uçurumun kenarında boşluğa yuvarlanmamak için ileri geri sallanma da diyelim. Bu vatandaşa ait kimlik, bilinç, ruh, bellek, dil ve de din “denetlenebilir dünya” projesinin kurnaz mimarları tarafından teslim alınmıştır. Tüm alametifarikalarından soyulan fert, robotik bir bireye dönüştürülmek ve her şeyiyle yeni baştan kurgulanmak için hazırdır. O, “kutsanmış” bir dünya vatandaşı olma yolundadır. Kapitalizmin dayatmalarına bütün direnç noktalarını teker teker terk etmiş uysal tebaanın sıradan, nesneleşmiş bir vatandaşıdır. Onun için daha fazla yalnızlık, daha fazla acı, daha fazla hüsran ve daha fazla terk edilmişlik duygusu artık bir kaderdir. Görünen fiziksel varlığı ile görünmeyen ruhsal varlığı arasındaki uçurumun sebep olduğu “acıklı” yoksunlaşma, doğuştan getirdiği tüm direnç faylarının tuz buz olduğunun dışa net ama trajik bir yansımasıdır. Pek muhtemeldir ki korktuğu başına gelmiştir, sahip olduğu tüm değerlerini yolda düşürmüş ve yitirmiştir ama geri dönüp bunları aramak erdeminden bile acizdir. Avunması için yolda yitenlerin yerine yaldızlı sahteleri cebine tıkıştırılmıştır zira. Yolda kimliği, şahsiyeti ve değerlerinden soyulan bu vatandaş şimdilerde imajların, taklitlerin, yapay olanların dünyasında bir yitik garibandır.
İmam hatipli ya da ilahiyatçı deist olur mu?
Bu girizgâhı neden yaptım. Çok sevdiğim ve saydığım bir baba dostu bana ilahiyat mezunu bir felsefe profesörünün deizmin arttığını ve kendisinin de deist olduğunu beyan eden bir röportajını yolladı. Röportaj eskiydi. Ardından bir başka ilahiyatçı yazarın “Tanrıya inanıyorum ama onu tanımlayabilecek, hakkında o şöyledir, böyledir diyecek hiçbir kesin inanç ve fikrim yok.” şeklindeki medyaya düşen beyanatını da yolladı. Özellikle bu iki olayı merkeze alarak deizm tartışmalarını imam hatipler ve ilahiyatlar üzerinden gündeme taşıyanlara da dikkat çekerek benim gibi bu konulara ilgi duyan ilahiyatçıların mutlaka bir şeyler yazması veya söylemesi gerektiğini vurguladı.
İlkesel olarak insanlar neye inanmak istiyorlarsa ona inansınlar anlayışına sahibim. İster imam hatipli ister ilahiyatçı ister başka bir şey olalım, istisnasız hepimiz sırılsıklam materyalist bir dünyanın kuşatması altındayız. Israrla anlatıların, dinlerin ölü olduğunu zihinlere sürekli zerk eden maddeci bir iklimde yaşıyoruz ve onun havasını soluyoruz. Hiçbir şeyin aklın sınırları dışında olmadığı fikrine temellenen bu maddi kültür, elindeki her türlü araç ve imkânla insanı özgürleştirme projesinin hayati bir parçası olarak tanrının bu dünyadan mutlaka sürülmesi gerektiğini pompalıyor. Zira ona göre, kozmos için hiçbir sebep yoktur; dünya ilahi kanunlarla yönetilmediğinden gelip geçicidir, değiştirilebilir ve dolayısıyla umuda açıktır; iyi bir yaşam bir tanrıya inanmak ve bağlanmakla değil, onu inkâr etmekle mümkündür. (Terry Eagleton, Materyalizm, Çev. Serkan Gündüz, İstanbul: Tellekt Yay., 2021, s. 33.)
Bir şeyden artık eminiz. Bu tekinsiz, güvenliksiz, belirsiz dünyada şimdinin hayat stratejisi her şeyin “değiştirilebilir/atılabilir” olduğu fikri üzerine kurgulanmış durumdadır. Demode, eskimiş ya da değeri düşmüş olanı çöpe atmanın “daha değerli” olduğu fikri bu maddi kültürün temel normlarındandır. (Zygmunt Bauman, Bireyselleşmiş Toplum, Çev. Yavuz Alogan, İstanbul: Ayrıntı Yay., 2018, s. 208.) Bu maddi kültürde bağlılıkları, ilişkileri, sadakatleri tek taraflı ihlal de edebilirsiniz ve hiç kimseye hesap verme mecburiyetiniz de yoktur. Aynı şekilde, uzaktaki daha yeşil çimenler (!) size göz kırptığında bütün benliğinizle asla sahiplenemediğiniz, bir türlü içselleştiremediğiniz “iğreti” inancınızı dahi hurdaya çıkarabilir, terk edebilir, bir başkasıyla pekâlâ değiştirebilirsiniz. İğreti inancınız zihninize, bedeninize yüktür, akla ziyandır; kalbiniz sızım sızım sızlasa da “bilgiç” aklınız size geride bıraktıklarınız için hayıflanmamanızı, üzülmemenizi, gözyaşı dökmemenizi telkin eder.
Meselenin bir boyutu da alınan eğitimin içselleştirilmesiyle alakalıdır. Alınan eğitimin içinde ne kadar gerçek mesafe kat edildiğidir önemli olan. Alanı ne olursa olsun her eğitim aynı zamanda bir kültür, bir gelenek, bir tarih, bir tecrübe ve birikimle birlikte bir anlam ve bütünlük arz eder. İlahiyat eğitimi de asla bunlardan müstağni değildir. Bir ilahiyat eğitimi aynı zamanda “ebedî” değerlere bir köprüdür. Bu bakımdan ruhun eğitilmesi ve terbiyesi de bu eğitimin ayrılmaz bir parçasıdır. İnanç denen şeyin kendisi de bir ruhsal meseledir ancak Bauman’ın dediği gibi onu koruyabilmek için dünyevi olanla bağını kurmak gerekir, günlük hayatın tecrübelerinin derinliklerine inebilme esneklik ve kabiliyetine sahip olmalıdır. İmam hatip eğitimini bu olgunluğa erişmek için şahsen ben erken görüyorum. Ergenliğin deli çağlarında diğer liselerdeki yaşdaşları ile maddi kültürün sosyal medya ortamlarında birlikte gezinen, aynı maddeci tüketim çılgınlığından beslenen, mesajlarından etkilenen bu çocuklarımıza biraz fazla yüklenmiyor muyuz? İlahiyat eğitimine gelince, ebedî değerlere adanmanın ciddi krizde olduğu, iğretilik, kırılganlık, güvensizlik ve belirsizliğin tavan yaptığı günümüz toplumunda bu eğitimin hakkını vermeden fakültenin bir kapısından girip bu konuştuklarımızın hiçbirinden nasiplenmeksizin diğer kapısından da pekâlâ çıkabilirsiniz.
İlahiyat mezunu olduğu hâlde, elindeki Kutsal Kitap’ın kılavuzluğunu çağın hesapçı zihniyeti ile ölçme kurnazlığına “rasyonalite” kılıfı geçirenlerin başkalarına bilgiçlik taslaması, hatta içine düştükleri çukuru şirin göstermesi ve dahi övmesi tam bir modern ironidir. Dini reddetmek veya ona küstahça saldırmak bir erdem değildir. Aslında dinin kaynağı da fıtri akla yabancı değildir, bunu bilhassa vurgulamak isterim.
Bu meslekten gelip de inkâr etme tavrı sadece Müslüman dünyaya has bir olgu değildir. Batı’da babası veya kendisi papaz olduğu hâlde azılı Hristiyanlık düşmanı yazar, düşünür ve teolog listesi epeyce kabarıktır. Bir örnek olarak size Fransız Katolik rahibi Jean Meslier’yi vereyim. 1729’daki ölümünün ardından bir süre sonra bu rahibin bütün dinleri reddeden, materyalizmi ve ateizmi öven bir eser yazdığı keşfedildi. Meslier söz konusu eserinde yalnızca Hristiyanlığın tanrısını aşağılamakla kalmaz, aynı zamanda deistlerin doğal dininin belirsiz, vasıfsız tanrısını da inkâr eder. Ona göre, din yönetici elitlerin bir uydurmasıdır; ruh ve hür irade yoktur. “Tanrı, insanın idrak edemeyeceği bir varlıksa onu hiç düşünmemek makul olandır”, demiştir. Bugün Katolik kültürü, geleneği, ritüelleri ve normları kabul eden ama tanrının varlığını reddeden bir de Katolik ateizmi var. İlaveten, dinini yaymak için ömrünü veren ama daha sonra ateizmi seçen Canterbury piskoposu Richard Holloway, “ateist rahip” olarak tanınan Don Cupitt gibi güncel örnekler de var. Dolayısıyla yeni yerli örneklere bakarak ortada yeni bir kıta keşfetme olayının olmadığını vurgulamak isteriz. Olan biten nedir, diye sorarsanız söyleyeyim: Akıl, kalbin onayını anladığı her anda kendi eksikliğini idrak etmesi gerekirken fıtratıyla da uyumlu bir şekilde küstahlaşabilmekte ve inkârın dibine dibine vurmaktadır.
Ateizm gibi bir uç inkârcılıktan düzmece ruhçuluk, maneviyatçılık biçimlerine kadar bir dizi sapmanın artık çok garipsenmediği, hatta teşvik edildiği tuhaf zamanlardayız. İnsanı ve bedenini bir “proje” olarak gören, değerlerini çürüten kapitalist sistemin türlü sapmalara kol kanat germesi, onları yalnızca kârı katlamanın alternatif araçları olarak görmesi sebebiyledir. Tampon kimlikleriyle arzıendam edenlerin kendi aidiyetlerine ve köklerine giderek yabancılaşmaları ve hatta düşman kesilmeleri ve nihayette “güdük” bir inancın kucağına düşmeleri bu çağın yabancı olduğu bir durum değildir. Deizm, hayatı anlamsızlaştıran, tadını kaçıran karanlık tortuların ortasında “güdük” bir moda saplantısının ta kendisidir. Başta sözünü ettiğimiz dünya vatandaşını dinden arınmış bir tanrı inancıyla avundurmanın ötesinde fazlaca bir işlevi de yoktur. Tanrısı ise yabancıdır, uydurmadır. İnanıyorum ki Allah bütün sahte, uyduruk, yapay tanrılardan da hesap soracaktır.
Sonuç olarak…
Deist olduklarını söyleyen birkaç ilahiyatçıya tekrar dönecek olursak onlar inkârın kucağına düşen ne ilktiler ne de son olacaklardır. Yolları hasbelkader ilahiyata düşmüş bu kişilerin ilahiyatçı etiketi taşımaları bir kısım çevreler için reklam malzemesi olabilir ancak kesin olan şu ki onlar artık bir dünya vatandaşıdır. Kendi kutsal fıtri yasalarından sıyrılmış ve başka yasalara tabi olmuşlardır. Eminim ki tuttuğu takımı değiştirmenin zül sayıldığı bir dünyada, kalpleri kopuşun sessiz ağıdını tutmaktadır. Bilmeleri gerekir ki bu kopuşun ne ait oldukları toplumun ne de her şeyi maddeyle ölçen kapitalist dünyanın gözünde zerre kadar değeri yoktur. Onlar yüzünden deizm tartışmalarını imam hatip ya da ilahiyatlar üzerinden yapmanın insafla bağdaşır tarafı yoktur. İmam hatipli ya da ilahiyatçı olup da deizmi ya da ateizmi seçenlerin vardıkları yer, ihtiraslı kapitalist bilimciliğin kof, katı, inatçı ve ruhsuz rasyonalizmi ile dünya nüfusunun ezici çoğunluğu için çöl serabından öte bir anlam taşımayan liberal hümanizmin kesiştiği yerdir. Zanlarınca dinin mit, hurafe ve batıl inançlardan ibaret zehirli mirasını silkip atmışlar ve özgürlüğe adım atmışlardır. Varsın, bu da onların miti olsun.
Bilsinler ki mutlak/kesin ve evrensel hakikati taşımak, içindeki imanla kor alev misali için için yanan sabır ve sebat sahibi yürekler ister.
Bu erdem dünya vatandaşına ağır gelir.