أَنَّ ابْنَ عُمَرَ كَانَ يَقُولُ: كَانَ الْمُسْلِمُونَ حِينَ قَدِمُوا الْمَدِينَةَ يَجْتَمِعُونَ فَيَتَحَيَّنُونَ الصَّلاَةَ لَيْسَ يُنَادَى لَهَا، فَتَكَلَّمُوا يَوْمًا فِى ذَلِكَ، فَقَالَ بَعْضُهُمْ: اتَّخِذُوا نَاقُوسًا مِثْلَ نَاقُوسِ النَّصَارَى. وَقَالَ بَعْضُهُمْ: بَلْ بُوقًا مِثْلَ قَرْنِ الْيَهُودِ. فَقَالَ عُمَرُ: أَوَلاَ تَبْعَثُونَ رَجُلاً يُنَادِى بِالصَّلاَةِ؟ فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “يَا بِلاَلُ! قُمْ فَنَادِ بِالصَّلاَةِ.”
İbn ömer (ra) şöyle anlatırdı: “Müslümanlar, Medine'ye geldiklerinde namaz için (herhangi bir) çağrı yapılmazdı; bir araya toplanırlar ve namaz vaktini beklerlerdi. Bir gün bu konuyu aralarında konuştular. Kimisi, "Hristiyanların çanı gibi bir çan edinelim." dedi. Kimisi, "Yahudilerin (boynuz) borusu gibi bir boru edinelim." dedi. Ömer (ra) ise, "Namaza çağıracak birini gönderseniz ya!" dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü (sas): "Ey Bilâl, kalk da namaza çağır!" buyurdu.”
(B604 Buhârî, Ezân, 1)
عَنْ أَبِى عُمَيْرِ بْنِ أَنَسٍ عَنْ عُمُومَةٍ لَهُ مِنَ الْأَنْصَارِ قَالَ: اهْتَمَّ النَّبِيُّ لِلصَّلاَةِ كَيْفَ يَجْمَعُ النَّاسَ لَهَا، فَقِيلَ لَهُ: انْصِبْ رَايَةً عِنْدَ حُضُورِ الصَّلاَةِ فَإِذَا رَأَوْهَا آذَنَ بَعْضُهُمْ بَعْضًا فَلَمْ يُعْجِبْهُ ذَلِكَ... فَانْصَرَفَ عَبْدُ اللَّهِ بْنُ زَيْدِ بْنِ عَبْدِ رَبِّهِ وَهُوَ مُهْتَمٌّ لِهَمِّ رَسُولِ اللَّهِ –s– فَأُرِيَ الْأَذَانَ فِى مَنَامِهِ. قَالَ: فَغَدَا عَلَى رَسُولِ اللَّهِ sفَأَخْبَرَهُ فَقَالَ: يَا رَسُولَ اللَّهِ! إِنِّى لَبَيْنَ نَائِمٍ وَيَقْظَانَ إِذْ أَتَانِى آتٍ فَأَرَانِى الْأَذَانَ ...فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “يَا بِلاَلُ! قُمْ فَانْظُرْ مَا يَأْمُرُكَ بِهِ عَبْدُ اللَّهِ بْنُ زَيْدٍ فَافْعَلْهُ.”
Enes (b. Mâlik)'in (ra) oğlu Ebû Umeyr (ra), ensardan olan amcalarından birinin şöyle dediğini nakletmiştir: “Peygamber (sas), insanları namaza nasıl toplayacağı konusunu düşünüyordu. Kendisine, "Namaz vakti girince bir bayrak dik, onu görünce (insanlar) birbirlerine haber verirler." denildi. Fakat o, bu teklifi beğenmedi... Abdullah b. Zeyd b. Abdirabbih (ra) Resûlullah'ın (sas) düşüncesini içinde hissederek oradan ayrıldı. (O gece) rüyasında ezanı gördü. Sabahleyin hemen Resûlullah'a (sas) gelerek, "Ey Allah'ın Resûlü! Ben uyku ile uyanıklık arasında iken birden birisi yanıma geldi ve bana ezanı öğretti." diyerek rüyasını anlattı... Bunun üzerine Resûlullah (sas), "Ey Bilâl kalk ve Abdullah b. Zeyd sana ne söylerse onu yap!" buyurdu.
(D498 Ebû Dâvûd, Salât, 27)
***
عَنْ حَفْصِ بْنِ عَاصِمِ بْنِ عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ عَنْ أَبِيهِ عَنْ جَدِّهِ عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “إِذَا قَالَ الْمُؤَذِّنُ اللَّهُ أَكْبَرُ اللَّهُ أَكْبَرُ. فَقَالَ أَحَدُكُمْ: اللَّهُ أَكْبَرُ اللَّهُ أَكْبَرُ. ثُمَّ قَالَ: أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ. قَالَ: أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ ثُمَّ قَالَ: أَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ. قَالَ: أَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ. ثُمَّ قَالَ: حَيَّ عَلَى الصَّلاَةِ. قَالَ: لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللَّهِ. ثُمَّ قَالَ: حَيَّ عَلَى الْفَلاَحِ. قَالَ: لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللَّهِ. ثُمَّ قَالَ: اللَّهُ أَكْبَرُ اللَّهُ أَكْبَرُ. قَالَ: اللَّهُ أَكْبَرُ اللَّهُ أَكْبَرُ. ثُمَّ قَالَ: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ. قَالَ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ، مِنْ قَلْبِهِ دَخَلَ الْجَنَّةَ.”
Hafs b. Âsım b. Ömer b. Hattâb'ın (ra), babası aracılığıyla dedesi Ömer b. Hattâb'dan (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Müezzin "Allâhü ekber, Allâhü ekber" dediğinde sizden biri de "Allâhü ekber, Allâhü ekber" derse; sonra müezzin, "Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh" dediğinde o da, "Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh" derse; ardından müezzin, "Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh" dediğinde o da, "Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh" derse; sonra müezzin, "Hayye ale's-salâh" dediğinde o, "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" derse; sonra müezzin, "Hayye ale'l-felâh" dediğinde o, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" derse; ardından müezzin "Allâhü ekber, Allâhü ekber" dediğinde o da "Allâhü ekber, Allâhü ekber" derse; sonra müezzin "Lâ ilâhe illâllâh" dediğinde o da bütün kalbiyle "Lâ ilâhe illâllâh" derse, cennete girer.”
(M850 Müslim, Salât, 12)
***
عَنْ مَالِكِ بْنِ الْحُوَيْرِثِ قَالَ: أَتَى رَجُلَانِ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يُرِيدَانِ السَّفَر َ فَقَالَ النَّبِيُّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “إِذَا أَنْتُمَا خَرَجْتُمَا فَأَذِّنَا ثُمَّ أَقِيمَا، ثُمَّ لِيَؤُمَّكُمَا أَكْبَرُكُمَا.”
Mâlik b. Huveyris (ra) anlatıyor: “Yolculuğa çıkmak isteyen iki kişi Hz. Peygamber'in (sas) yanına geldi. Hz. Peygamber (sas) onlara şöyle buyurdu:
"Yola çıktığınızda (namaz vakti geldikçe) ezan okuyup ardından kâmet getirin. Sonra büyüğünüz imam olsun." ”
(B630 Buhârî, Ezân, 18)
***
عَنْ مَعْدَانَ بْنِ أَبِي طَلْحَةَ الْيَعْمُرِيِّ قَالَ: قَالَ لِي أَبُو الدَّرْدَاءِ: أَيْنَ مَسْكَنُكَ؟ قَالَ: قُلْتُ فِي قَرْيَةٍ دُونَ حِمْصَ قَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: “مَا مِنْ ثَلَاثَةٍ فِي قَرْيَةٍ فَلَا يُؤَذَّنُ، وَلَا تُقَامُ فِيهِمْ الصَّلَوَاتُ إِلَّا اسْتَحْوَذَ عَلَيْهِمْ الشَّيْطَانُ، عَلَيْكَ بِالْجَمَاعَةِ، فَإِنَّمَا يَأْكُلُ الذِّئْبُ الْقَاصِيَةَ.”
Ma'dân b. Ebû Talha el-Ya'murî (ra) anlatıyor: “Ebu'd-Derdâ (ra) bana, "Evin nerede?" diye sordu. "Hıms şehrinin dışında bir köyde." diye cevap verdim. Bunun üzerine Ebu'd-Derdâ (ra) dedi ki, "Resûlullah'ı (sas) şöyle derken işittim:
"Bir köyde üç kişi bulunur da ezan okunmaz ve orada namaz kılınmazsa, şeytan onlara musallat olur. Sen cemaate devam et. Çünkü sürüden ayrılanı kurt kapar." ”
(HM28064 İbn Hanbel, VI, 445)
***
Namaz, Mekke'de farz kılınmasına rağmen Müslümanların Mekke'de açık bir şekilde cemaat hâlinde ibadet etmeleri mümkün olmamıştı. Bu yüzden orada namaz için bir yerde toplanmayı sağlayacak bir çağrı vasıtasına da ihtiyaç duyulmamıştı. Zaten mescitleri yoktu ki toplansınlar. Zaman zaman Erkam'ın (ra) evinde beraberce namaz kılsalar da bunu gizlice yapıyorlardı. Müşriklerin şerrinden korktukları için, namazı çağrıyla duyurmak imkânsızdı. Zira Kureyş'in ileri gelenleri, Müslümanların evlerini mescit gibi kullanmalarına dahi müdahale ediyorlardı. Onlar, Mekke'de gariptiler ve onların namazları da sessiz ve gizliydi.
Mekke'de yaşanan zor yılların ardından müminler, hicretle Medine'de buluşmuşlar ve Resûlullah (sas) rehberliğinde yeni bir toplum oluşturmuşlardı. Burada yaptıkları ilk işlerden birisi, hemen bir mescit inşası olmuştu. İbadet etmek için toplanacakları, dünyevî ve uhrevî işlerini konuşacakları mütevazı bir yerdi burası. Altı toprak idi, ön tarafının üstü ise hurma dallarıyla gölgelenmişti. Ama Müslümanlar için anlamı ve işlevi o kadar büyük ve o kadar zengindi ki... Hep birlikte Allah Teâlâ'nın (cc) huzuruna durulacağı, kulların yakarışının hep birden O'na (cc) ulaşacağı, Hz. Peygamber'in (sas) ümmetiyle birlikte inşa ettiği Medine'nin ilk mâbediydi bu.
Ne var ki, hâlâ namaz vaktinin geldiğini bildirecek ve inananların bir araya gelmelerini sağlayacak bir çağrı vasıtaları yoktu. Allah (cc) için, Resûlü (sas) için, İslâm'ı daha iyi ve daha özgür yaşayabilmek için Medine'de toplanan sahâbe, namaz vaktinde hepsini aynı anda bir araya gelmeye çağıracak bir araca ihtiyaç duymaktaydı. Bu duruma bir çare bulmak için aralarında istişareye başladılar. Namaz vaktinin girdiğini duyurmak ve hep birlikte huzura durarak yakarmak için Rabbin evinde toplanılacağını haber vermek üzere sahâbeden bazıları, diğer din mensuplarının ibadete çağrı vasıtalarını kullanmayı teklif ettiler. Kimi, "Hristiyanlar gibi çan çalabiliriz." derken, kimisi de, "Yahudilerin yaptığı üzere boynuz şeklindeki bir boru ile çağrıda bulunalım." diyordu. Hatta bazıları, Mecûsîlerle özdeşleşen ateş yakmayı ve bunu namaza davet işareti olarak kullanmayı bile gündeme getirdi. Doğrusu bunların hiçbirisi gönüllerine sinmiyordu. Bir başka dinin ibadete çağrı yöntemini kullanmak, başta Hâtemü'l-Enbiyâ (sas) olmak üzere, sahâbenin ileri gelenlerine makul gelmiyordu.
Yine böyle bir toplantıda içlerine sinen bir karara varılamayınca, Hz. Ömer'in (ra) Resûlullah'a (sas), "Namaza çağıracak birini gönderseniz ya?" demesi üzerine Allah Resûlü (sas), "Ey Bilâl, kalk da namaza çağır!" buyurdu. Bu dönemde bir müddet sokaklarda “es-salâh es-salâh”(namaza namaza) diye dolaşılarak ilâhî huzura davette bulunuldu. Ancak namaza bu şekilde çağırmak da insanlara güç gelmeye başladı. Güneş tutulması gibi olağanüstü durumlarda kılınacak namazlarda ise halkın hemen namaza toplanması için çağrıda bulunuluyordu. Ancak gittikçe çoğalan Müslüman kitlenin bu şekilde de bir araya toplanması imkânsız olmaya başlamıştı.
Çare neydi, huzura çağrı nasıl olmalıydı? “Allah'ım yardım et!” diye, ellerinden çok gönüllerini açmışlardı göklere. Yeni ve farklı bir dinin mensupları, Son Peygamber'in (sas) ümmeti olarak istiyorlardı ki, kendilerine has, bu ümmeti temsil eden ilâhî bir çağrı vasıtaları olsun. Sahâbe, zaten zihni namaza çağırmanın en güzel yolunun ne olabileceğiyle meşgul olan ve bunun üzüntüsünü yaşayan Hz. Peygamber'e (sas) bir daha gelerek, “Namaz vakti girince bir bayrak dik, onu görünce (insanlar) birbirlerine haber verirler.” teklifinde bulunmuşlardı. Fakat O (sas) bunu da, muhtemelen uygulamadaki zorluğu görerek, tasvip etmedi. Ancak şöyle olsun diye bir teklifte de bulunmuyordu. Belki, ashâbının bu konudaki gayretlerinin daha eğitici ve ilâhî iltifata daha çok mazhar olacağını düşünüyordu. Her hâlükârda ilâhî hikmet, kendi seyri içinde tezahür edecekti.
Nitekim sahâbenin “bayrak dikme” teklifiyle geldiği ama bunun da namaza çağrı için lâyık görülmediği toplantıdan, Hz. Peygamber'in (sas) düşünceli hâlini ve beklentisini yüreğinde hissederek ayrılan biri vardı. Evet, bu hâlde evine vardığında Abdullah b. Zeyd (ra), üzüntülü ve düşünceliydi. Ailesinin yemek teklifine, “Resûlullah'ın (sas) namaza çağrı için üzüntülü hâlini gördükten sonra bir şey yiyemeyeceği” karşılığını verdi ve hemen yatağına yattı. Onun bu hâli Allah (cc) katında muteber bir hâl olmalıydı ki ıstırabını dindirecek ilâhî himmet ve hikmet ona bahşedilmeye başlandı. Habîb-i Kibriyâ'yı (sas) sevindirecek, Müslümanlara namaz vaktini bildirecek çağrının nasıl olması gerektiği, rüyada kendisine öğretiliyordu.
Medineli ilk Müslümanlardan olan Abdullah b. Zeyd (ra), tarihe İkinci Akabe Biati adıyla geçen ve Hz. Peygamber'in (sas) Medine'ye hicretinin hazırlık toplantısı anlamına gelen görüşmeye katılanlardan biriydi. Dahası O (ra), Müslümanların inançları uğruna giriştikleri ilk savaş olan Bedir başta olmak üzere Uhud, Hendek ve diğer seferlerin tümüne katılma şerefine nail olmuştu. Şimdi ise, adını tarihe “sâhibü'l-ezân” (ezanın sahibi) olarak yazdıracak ilâhî bir iltifata mazhar olmuştu. Uyandığında sevinçten yüreği yerinden fırlayacak gibiydi. Sabahı beklemeden alacakaranlıkta namazdan önce, heyecanla Hz. Resûl'ün (ra) yanına koştu ve “Ey Allah'ın Resûlü! Ben rüyada elinde çan olan bir adama, "Ey Allah'ın kulu! Bu çanı bana satmaz mısın?" dedim. "Onu ne yapacaksın?" dedi. "Onunla insanları namaza çağıracağız." dedim. "Sana bundan daha iyisini göstereyim mi?" dedi. Ben de ona, "Tabi" dedim ve bana ezanı öğretti.” dedikten sonra, benliğine kazınan huzura çağrının lafızları ağzından dökülüverdi:
“Allâhü ekber, Allâhü ekber, Allâhü ekber, Allâhü ekber
Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh, Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh
Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh, Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh
Hayye ale's-salâh, Hayye ale's-salâh
Hayye ale'l-felâh, Hayye ale'l-felâh
Allâhü ekber, Allâhü ekber
Lâ ilâhe illâllâh.”
Sonra Abdullah (ra), rüyasında gördüğü yeşil elbiseli kişinin, namaza başlarken aynen ezanın sözlerini tekrar etmesini ve “Hayye ale'l-felâh” tan sonra iki defa “Kad kâmeti's-salâtü” (Namaz başlamıştır) ifadesini ilâve etmesini söylediğini de anlattı.
Bazı rivayetlerde ezan ifadelerinin ikişer, kâmetin ise birer kere söyleneceği veya şehâdet kelimelerinin önce alçak sesle, sonra yüksek sesle tekrar edileceği (tercî) de nakledilmiştir. Ancak yukarıda zikredilen şekliyle ezan daha çok rivayette nakledilmiş ve uygulamada yaygınlık kazanarak günümüze kadar böyle gelmiştir.
Abdullah'ın (ra) gece rüyasını anlatırken duyduğu heyecan yanında Resûl-i Ekrem'in (sas) sakinliği ve dinginliği hayret vericiydi. O sanki Abdullah'ı (ra) bekliyordu; bu mübarek sözleri onun getireceğini biliyor gibiydi; “Bu kesinlikle hak bir rüyadır. Hemen Bilâl ile beraber kalk, çünkü onun sesi seninkinden daha gür ve güzeldir, sana söylenenleri ona öğret de bu şekilde (namaza) çağırsın.” dedi.
Hz. Peygamber (sas) Abdullah'ın (ra) rüyasını tasdik etmiş, ezanını onaylamıştı. Ne büyük bir şerefti ki bu, kıyamete kadar bâkî kalacak ezanla birlikte onun da adı anılacaktı. Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel (ra), sahâbeden gelen hadisleri derlediği kıymetli eseri Müsned 'inde Abdullah b. Zeyd (ra) hadisleri öncesinde koymuş olduğu başlıkta onu “sâhibü'l-ezân” yani “ezanın sahibi” şeklinde, bazı rivayet zincirlerinde de “râi'l-ezân” yani “ezanı rüyasında gören” şeklinde nitelemiştir. Artık tarih Abdullah'ı (ra) bu lakaplarla yâd edecektir.
Ezanı öğrenen Bilâl, ilk olarak sabah ezanını okudu. Böylece, hicretten on yedi ay kadar sonra kıblenin Mekke'ye döndürülmesinin ardından Müslümanlar, uzun süredir aradıkları çağrıyı bulmuş oldular. Bilâl'in (ra) gür ve tatlı sesiyle o sabah ilk defa okunan ezan sadece Medine'nin değil, artık sonsuza kadar hiç eksik olmayacağı âlemin derinliklerine, çağların ötesine ulaşıyordu:
“Allah en büyüktür.
Şahitlik ederim ki, Allah'tan (cc) başka hiçbir ilâh yoktur.
Şahitlik ederim ki, Muhammed (sas) Allah'ın (cc) elçisidir.
Haydi, koşun namaza!
Haydi, koşun kurtuluşa!
Allah en büyüktür.
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur.”
Bütün Medine halkı, namaz vaktinin geldiğini ve hep beraber ilâhî huzura davet edildiklerini, bu ilâhî çağrının yeryüzündeki ilk yankılarıyla anladılar. Yürekleri titreyerek dinlediler tevhid ve şehâdet ifadelerini. Ne muazzam sözlerdi bunlar! Ufukta yankılanan, gönüllere işleyen bir iman manifestosuydu bu sözler. Nitekim Hz. Ömer (ra), evindeyken ezanın sözlerini duyduğunda önce ürpermiş, sonra şaşırmıştı. Zira bu sözler, kendisine de rüyada öğretilen sözlerin ta kendisiydi. Elbisesini bile yolda giyerek bir solukta Hz. Peygamber'in (sas) yanına koştu. Meseleyi anladıktan sonra, kendisinin de aynı rüyayı gördüğünü ifade etti. Bunun yanı sıra hadis eserlerinde yer bulan kimi rivâyetlere göre ise Cebrail, her ikisinden de evvel Resûl-i Ekrem'e (sas) gelerek Abdullah'ın (ra) rüyasını teyit eden bir vahiy getirmişti. Bir diğer rivâyete göre ise ezanın Hz. Peygamber'e (sas) İsrâ Gecesi'nde vahyedildiği nakledilmişti.
Daha sonra inen Kur'an âyetlerinde ezana atıfta bulunularak öneminden bahsedilmesi, onun Kur'an tarafından da onaylandığının açık bir göstergesi olmuştur. Böylece ezanın, imkân dâhilinde olmasına rağmen, ilâhî hikmet gereği, doğrudan bir vahiy ile değil de, sahâbeyle istişare, Abdullah b. Zeyd'in (ra) ve Hz. Ömer'in (ra) rüyaları, Resûlullah'ın (sas) takriri ve Kur'an'ın tasdikiyle dindeki yerini aldığı anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber'in (sas) gönlü huzurluydu artık; ezanı ümmetine bir şiar olarak bahşeden Allah'a (cc) hamd ederek, okunması için daha sonraları mescitte yüksek bir yer tahsis etmiş ve Bilâl'i (ra) de, “Sesi gür ve tatlıdır.” diye müezzini olarak görevlendirmişti. Tıpkı daha sonra bir yolculuk esnasında sesinin güzelliğini duyduğu Ebû Mahzûre'ye (ra) ezanı bizzat öğretip Mekke'ye müezzin tayin ettiği gibi. Peygamber Efendimiz (sas), İbn Ümmü Mektûm (ra) künyesiyle meşhur olan görme engelli sahâbî Abdullah b. Zâide'yi (ra) Bilâl (ra) ile birlikte Medine'de, Sa'd b. Âiz Karaz'ı (ra) da Kubâ'da müezzin olarak görevlendirmişti. Kaynaklarda Ziyâd b. Hâris es-Sadâî'nin (ra) de zaman zaman müezzinlik yapmak üzere görevlendirildiği kaydedilmiştir.
Rivayetlerde Allah Resûlü'nün (sas) yirmi kadar kişiye ezan okutup dinlediği ve içlerinden Ebû Mahzûre'nin (ra) sesini beğenerek ona ezanı öğrettiği nakledilmektedir. Bir işi en iyi yapana vermek onun sünneti idi zaten. Onun her yaptığı iş güzeldi ve güzel olan her şeye değer verirdi. Nitekim bu sebepledir ki huzura çağrıyı ilk yapacak olan kişi, sesi ve sedasıyla bilinen Habeşli Bilâl b. Rebâh (ra) olmuştu. Hani şu kızgın güneş altında çöl kumlarına yatırılan ve sadece "Rabbim Allah" dediği için üstüne kocaman kayalar koyulan, ama yine de imanından zerre kadar dönmeyen köle Bilâl (ra). O (ra), şimdi Server-i Enbiyâ'nın (sas) ilk müezzini olma şerefine ermişti. Allah'a (cc) kul olmanın özgürlük demek olduğunun simgesi Bilâl (ra) için, ne yüce bir makamdı bu! Nebevî iltifatın ifadesiyle, “müezzinlerin efendisi Bilâl” olmuştu. Hatta bir rivayete göre, Bilâl-i Habeşî'ye (ra) ezanla ilgili kalıcı bir hatıra da bahşedilmişti. Bir gün sabah namazı için uyandırmak üzere Hz. Peygamber'in (sas) evine varmıştı. Allah Resûlü'nün (sas) hane halkı onun henüz uyanmadığını söyleyince, Bilâl (ra), ezanın, “Hayye ale'l-felâh” tan sonrasına yüksek sesle, “es-Salâtü hayrun mine'n-nevm.” (Namaz uykudan daha hayırlıdır.) ibaresini eklemişti. Daha sonra Resûl-i Ekrem (sas) her sabah ezanında bunu söylemesini uygun görmüştü.
Yukarıda bahsedildiği gibi Bilâl'in (ra), ilk zamanlarda Neccâroğullarına ait bir kadının evinin damına çıkıp ezan okumasından, ardından da Mescid-i Nebevî'de tahsis edilen yüksek yerde ezan okumasından ve Hz. Peygamber'in (sas), “Bütün Müslümanların aynı namazı aynı anda kılmaları beni memnun eder. O kadar ki, bütün evlere namaz vaktinin geldiğini ilân edecek adamlar göndermeyi bile düşündüm. Hatta bazı kişilere damların üzerine çıkıp, namaz vaktinin girdiğini ilân etmelerini emretmeyi bile kalbimden geçirdim.” buyurmasından hareketle, ezanın simgesi olarak minareler inşa edilmiştir. Önce ezanın simgesi olan minareler zaman içinde İslâm'ın simge ve sembolü hâline gelmiştir. Çünkü minarenin görüldüğü yerlerin İslâm beldesi olduğu ve orada İslâm'a ve kurtuluşa çağrı yapıldığı, dolayısıyla o belde sakinlerinin yükselen minarelerden okunan ezanlar sayesinde Allah'a (cc) ve Elçisi'ne (sas) icabet ettikleri anlaşılmaktadır. Bu anlamda minareler Müslümanların göğe doğru yükselttikleri şehâdet parmaklarıdır.
Ezanın duyulmadığı yerlerde ezanın duyurulması ve kutlu mesajın o muhite ulaştırılması da yine Peygamber (sas) ve ashâbının uygulamalarındandı. Sahâbeden Ebû Saîd el-Hudrî (ra), dağda, bayırda hayvan otlatan Abdullah Ebû Sa'saa'ya, “Görüyorum ki, sen davarı ve kırları seviyorsun. Davarların başında yahut çölde iken namaz için ezan okuyacak olduğun zaman ezanı tiz sesle oku. Zira müezzinin sesinin yetiştiği yere kadar insan, cin ve dahi ne varsa ezanı duyduğunda muhakkak kıyamet gününde müezzin lehine şehâdette bulunacaktır.” demiş ve bunu Resûlullah'tan (sas) işittiğini söylemişti. Yine Allah Resûlü (sas) kendisiyle vedalaşıp sefere çıkan ashâbından iki kişiye, “Yola çıktığınızda (namaz vakti geldikçe) ezan okuyup ardından kâmet getirin. Sonra büyüğünüz imam olsun. ” buyurarak ezanın duyulmadığı mekânlarda da ezan okunmasını istemişti.
Muhammed (sas) ümmetinin en önemli şiarlarından olan mescit ve kıbleden sonra şimdi de Yüce Allah (cc), “şehâdetleri dinin temeli” olan ilâhî bir çağrıyı meşru kılarak, Müslümanların toplumsal kimliklerinin oluşumundaki önemli bir nimetini daha tamamlamış oldu. Böylece İslâm'ın şiarı olan ezanın nasıl okunacağı belirlenmiş ve ezan, namaz ibadetinin vazgeçilmez (müekked) bir sünneti olmuştu. İşte o zamandan beridir, başka değil sadece bu ilk hâliyle ezan, namazla birlikte İslâm'a da bir çağrı olmuş ve okunduğu her yerde Müslüman varlığının işareti hâline gelmiştir. Bunun da ötesinde ezan ve namaz Müslümanları bir araya getiren, onları birbirine bağlayan bir işleve sahip olmuştur. Allah Resûlü (sas), “Bir köyde üç kişi bulunur da ezan okunmaz ve namaz kılınmazsa, şeytan onlara musallat olur. Sen cemaate devam et. Çünkü sürüden ayrılanı kurt kapar. ” buyurarak ezan ve namazın Müslümanlar üzerindeki bu etkisine işaret eder. Ezan aynı zamanda okunduğu beldenin özgürlüğünü, bağımsız kaldığını da gösterir. Bundan dolayı özgür olabilmek ve özgür kalabilmek için, ezan sesinin hiç dinmeden semalarımızda yankılanması arzusuyla Merhum Mehmet Akif'in İstiklâl Marşımızdaki şu temennisi hep dilimizdedir:
“Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli!”