Enes (b. Mâlik) (ra) tarafından nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Yeryüzü kadınlarından İmrân'ın kızı Meryem, Huveylid'in kızı Hatice, Muhammed'in kızı Fâtıma ve Firavun'un karısı Âsiye (örnek olarak) sana yeter.”
عَنْ أَنَسٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) أَنَّ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “حَسْبُكَ مِنْ نِسَاءِ الْعَالَمِينَ: مَرْيَمُ ابْنَةُ عِمْرَانَ، وَخَدِيجَةُ بِنْتُ خُوَيْلِدٍ، وَفَاطِمَةُ بِنْتُ مُحَمَّدٍ، وَآسِيَةُ امْرَأَةُ فِرْعَوْنَ.”
(T3878 Tirmizî, Menâkıb, 61)
***
عَنِ ابْنِ مَسْعُودٍ، قَالَ: أَتَيْتُ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَوْمَ بَدْرٍ، فَقُلْتُ قَتَلْتُ أَبَا جَهْلٍ، قَالَ: “آللَّهِ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُو؟” قَالَ: قُلْتُ: آللَّهِ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ، فَرَدَّدَهَا ثَلَاثًا، قَالَ: “اللَّهُ أَكْبَرُ، الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي صَدَقَ وَعْدَهُ، وَنَصَرَ عَبْدَهُ، وَهَزَمَ الْأَحْزَابَ وَحْدَهُ، انْطَلِقْ فَأَرِنِيهِ”، فَانْطَلَقْنَا، فَإِذَا بِهِ،
".فَقَالَ: “هَذَا فِرْعَوْنُ هَذِهِ الْأُمَّةِ
İbn Mes'ûd (ra) anlatıyor: “Bedir (Savaşı) günü Hz. Peygamber'e (sas) geldim ve "Ebû Cehil"i öldürdüm." dedim. Hz. Peygamber (sas), "Kendinden başka ilâh olmayan Allah aşkına (öldürdün mü onu)?" dedi. Ben de, "Kendinden başka ilâh olmayan Allah aşkına (evet öldürdüm)!" dedim. Üç kez tekrarladı. Ardından şöyle buyurdu: "Allah en büyüktür. Vaadine sadık kalan, kuluna yardım eden, bütün grupları tek başına hezimete uğratan Allah'a hamdolsun! Gidelim de onu bana göster." dedi. Gittik bir de baktık ki o (Ebû Cehil). Bunun üzerine, "Bu (Ebû Cehil), bu ümmetin firavunudur." buyurdu.”
(HM4247 İbn Hanbel, I, 445)
***
Firavun (II. Ramses), hayatı boyunca unutamayacağı bir sahneyi yaşıyordu. Korkunç bir yangındı. Beytü’l-Makdis’ten çıkan alevler Mısır’a kadar ulaşmıştı. İşte şimdi de Mısır’ı yakıp kavuruyordu. Canlarını kurtarmak için oraya buraya kaçışan Mısırlıların çabaları boşa gidiyor, teker teker alevlerin pençesine düşüyorlardı. Fakat ilginçtir ki Mısırlılara acımayan ateş, İsrâiloğulları’na dokunmuyordu. Bir bir kül olan evlerden sonra ateş, saraya yöneldi. Çemberin iyice daraldığını gören Firavun, kurtuluşunun olmadığını biliyordu. İşte bir alev topu ağzını açmış kendisine doğru geliyordu! Kaderine razı bir kurban gibi gözlerini kapadı. Korkunç sıcaklığı yüzünde hissettiği anda uyandı.
Firavun, müneccimlerini çağırdı ve onlara rüyasını anlattı, yorumlamalarını istedi. Onların yaptığı yorumlar da rüyası kadar can sıkıcıydı: "Şu anda hâkimiyetiniz altında yaşamakta olan İsrâiloğulları’nın geldiği yerden yani Beytü’l-Makdis taraflarından bir adam çıkacak ve bu adam, Mısır’ın helâkine sebep olacak!"
Hemen bir çözüm bulmak gerekiyordu. Yapılan teklifler arasında birisi ne kadar korkunç ve gaddarca olsa da Firavun’un aklına yatmıştı. Teklifi dikkatle dinleyen Firavun hemen emir verdi: İsrâiloğulları’nın yeni doğan kız çocukları bırakılacak ama erkek çocukları öldürülecekti. Dışarıda zor şartlar altında çalışan köleler evlerin içindeki basit işlerle görevlendirilecek, en kötü, en pis, en alçaltıcı işler köleler yerine İsrâiloğulları’na yaptırılacaktı.
Nil’in hayat verdiği bu topraklarda; kendine has bir din ve sanat anlayışı geliştiren medeniyetler ülkesi Mısır’da idarî, askerî, ekonomik, adlî, dinî bütün düzen, hanedandan hanedana el değiştiren ve babadan oğula geçen saltanat sistemi içinde binlerce yıldan beri hep firavunlar tarafından muhafaza edilmişti. Sosyal ve bireysel açıdan toplum üzerinde o kadar etkin bir mevkileri vardı ki Mısırlıya göre, hayatın devamını bir bakıma firavunlar sağlardı. Mısır’da, dinî hayatın merkezinde de firavunlar bulunurdu.
Firavunlar, bu düzenin tesisinde ve yürütülmesinde şüphesiz bazı insanlardan da yardım alıyordu. Bir firavunun etrafında, kendisine yakın addettiği yüksek rütbeli saray görevlileri mutlaka bulunurdu. Ülkenin yönetiminde bunlar da söz sahibi olur, firavuna danışmanlık yaparlardı. Bunlar arasında ise başrahiplerin önemli bir ağırlığı vardı. Zira hayatın bütün alanlarını doğrudan ilgilendiren din ve inanç ile alâkalı bütün meseleleri Firavunlar onlarla müzakere ederlerdi. İşte, Mısır’ın ve Mısırlının hayatına yön veren idarî düzen bu kadrodan oluşuyordu.
Şimdi ülke ile alâkalı bütün bu görev ve sorumluluklar, haklar ve yetkiler Firavun’a aitti, zamanında Mısır, oldukça büyük bir ilerleme kaydetmişti. Nil’in bahşettiği bereket sayesinde çöl âdeta çiçek açmış, her yeri yeşil bahçeler süsler olmuştu. Bu bahçeler arasına Mısırlılar yüksek binalar yapmışlardı.
Firavun’un korkunç planının hedefi olan İsrâiloğulları, Hz. Yakub’un (as) soyundan gelmekteydi. Hz. Yakub’un (as) on iki oğlundan gelenler on iki kabileye ayrılmışlar ve Hz. Yusuf (as) zamanında Mısır’a yerleşmişlerdi. Allah Teâlâ (cc) Mısır hâkimi Firavun ve adamlarını bol bol bahşettiği zenginlikler, ziynet ve mallar ile imtihan ederken İsrâiloğulları’nı da Firavun ile deniyordu. Nitekim Yüce Allah (cc), Hz. Peygamber (sas) dönemi Yahudilerine, geçmişten ibret almaları için bu olayı şöyle hatırlatıyordu: "Hani, sizi azabın en kötüsüne uğratan, kadınlarınızı sağ bırakıp, oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden kurtarmıştık. Bunda, size Rabbinizden (gelen) büyük bir imtihan vardı." Bu, gerçekten ağır bir imtihandı. İsrâiloğulları’nın yeni doğan erkek çocukları acımadan öldürülüyor, diğer taraftan sosyal hayatta ikinci sınıf insan muamelesi görüyor, dışlanıyorlardı. Ancak Allah Teâlâ (cc), onları bu büyük sıkıntıdan kurtaracak ışığı da yine aynı dönemde gönderme lütfunda bulunuyordu: Hz. Musa.
Cenâb-ı Hak (cc), bir oğlu olduğu için sevinsin mi yoksa başına gelecekleri düşünüp üzülsün mü bilemeyen bir annenin kalbine ilham gönderiyor, yavrusunu bir sandığa koyup nehre bırakmasını istiyor, ilâhî koruma altına alınan bu çocuğun peygamber olacağı ifade buyruluyordu. Bu noktadan sonrası da derslerle dolu bir tecelli şeklinde planlanmıştı. Onu nehirden, hem Allah’a hem de Musa’nın bizzat kendisine düşman olacak biri çıkartacaktı. Nitekim Musa’yı nehir kıyısında Firavun’un adamları buldu. Firavun’un emirleri doğrultusunda hemen öldürülmesi gerekiyordu. Fakat ilâhî takdir, içeriden yani Firavun’un çok yakınından birisine bu cinayete engel olma ilhamı gönderiyordu: Firavun’un hanımı Hz. Âsiye’ye. Nehir kıyısında bir erkek çocuk bulunduğunu haber alınca hemen eşi Firavun’a gitti ve "Bana da, sana da göz aydınlığı (bir çocuk)! Sakın onu öldürmeyin. Belki bize faydası dokunur ya da onu evlât ediniriz." dedi.
Firavun, gördüğü rüya ile sevgili eşinin teklifi arasında bocalar. Ancak sevgi hisleri ağır basar ve çocuğun canını bağışlar. Fakat hiçbiri işin farkında değildir. Gerçekten de bir süre sonra Allah’ın (cc) verdiği söz gerçekleşir ve belli bir olgunlaşma döneminin ardından Musa’ya peygamberlik verilir. Allah’tan başka ilâh olmadığı, yalnız O’na ibadet edilmesi gerektiği, kıyamet günü ve âhiretteki hesap Hz. Musa’ya (as) vahyedilen bilgiler arasındadır. Yüce Allah (cc) ona, "Buna inanmayan ve nefsinin arzusuna uyan kimseler, seni ondan sakın alıkoymasın; sonra helâk olursun!" buyurur. Peygamberliği, atıldığında yılana dönüşen asâ ve beyaz el gibi mucizelerle desteklenir, kardeşi Harun (as) kendisine yardımcı bir peygamber olarak görevlendirilir. Daha sonra da hedef gösterilir: "Andolsun ki biz Musa’yı mucizelerimizle ve apaçık bir delille Firavun’a, Hâmân’a ve Kârûn’a gönderdik..."
Bu üç din düşmanı, nefsin arzularına son derece düşkün olma konusunda ortaklardır. Ancak bunu değişik yönlerde sergilerler: Birisi, bütün yönleriyle hayata hâkimiyet ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavun; diğeri, kutsal olanla ilişkileri elinde tuttuğunu söyleyip bundan çıkar elde eden Başrahip Hâmân; üçüncüsü ise zenginliğinin boyutu konusunda darbımesel hâline gelen ama kendisine imtihan için verilen bu zenginliklerin bir emanet olduğunu unutup kibre kapılan Kârûn. Diğer bir bakışla zalim idareyi ve idareciyi Firavun; zalim beyni ve bilgiyi Hâmân; zalim destekçiyi ve kara sermayeyi de Kârûn temsil etmektedir.
Hz. Musa’ya (as) öncelikle Firavun’a gitmesi emredilir: "Firavun’a git, çünkü o azmıştır." Hz. Musa gerektiğinde kendisine verilen mucizeleri Firavun’a gösterecektir: "...İşte bunlar, Firavun ve ileri gelen adamlarına (göstermen için) Rabbin tarafından (sana verilen) iki delildir..."
Hz. Musa (as) ve Hz. Harun (as), Firavun’un huzuruna çıkar ve âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen peygamberler olduklarını, Allah (cc) hakkında sadece gerçeği söylediklerini dile getirirler. Onların sıraladığı ilkeler, Firavun’un hayat anlayışına, dünya görüşüne ne kadar da terstir! Nefsin arzularına gem vuracaksın; hak, hukuk ve adaleti gözeteceksin; âhireti dikkate alarak yaşayacak ve attığın her adımı ‘hesap’ düşüncesiyle atacaksın... Bu bakış, kurulu düzene tamamen muhaliftir, Firavun’un sistemini temelden sarsmaktadır. Nitekim Hz. Musa (as) ve Hz. Harun (as) bu gerçekleri anlatınca Firavun ve adamlarının gösterdiği ilk tepki doğrudan dünya ve dünyalıklarla ilgili olmuştur: "Bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan döndüresin de yeryüzünde hâkimiyet (devlet) ikinizin eline geçsin diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanmıyoruz." "Sizi, yaptığı sihirle, yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne dersiniz?"
Hz. Musa’nın (as) tevhid vurgusuna Firavun’un, "Eğer benden başka bir ilâh edinirsen, andolsun seni zindana atılanlardan ederim." şeklindeki tehdidi de yine arzularına bağlanıp kalınan ‘ben’ ve ‘nefis’ ile ilgilidir. Düşüncesi, akıl yürütmesi koyu bir kibrin rengine bürünmüştür: "Kavimleri bize kul köle iken, bizim gibi iki insana mı inanacağız?"
Yüzyıllardır ilâhlık vasfıyla kendi dünyalarını yönetmeye alışmış bir nesilden gelen Firavun, ‘gerçek’ ve ‘tek’ olduğu söylenen bir Allah’ın iradesine teslim olmayı ve bu iradenin altına girmeyi düşünememişti bile! Hemen Musa’ya (as) döner. Onu mağlup ve mahcup duruma düşüreceğinden emin bir şekilde, gerçekten Allah (as) tarafından gönderildiğine delâlet edecek mucizeler ister. Hz. Musa (as) hemen beyaz el (yed-i beyzâ) ve asâ (asâ-yı Musa) mucizelerini gösterir. Fakat kalbi inanmamaya şartlanmış, gönül gözü kapalı, basireti bağlı Firavun’un cevabı küfrün alışılmış ve bildik yanıtıdır. Çevresinde bulunanlara döner ve der ki: "Şüphesiz bu, bilgin bir sihirbazdır!"
Firavun, sihir yaptığını düşündüğü Hz. Musa’ya (as) aynı yoldan cevap verebilmek için ülkenin bütün büyücülerini toplar. Amacı, Musa’nın (as) yalan söylediğini, tek ilâhın kendisi olduğunu kanıtlamak; idaresini, insanlar üzerindeki hâkimiyetini devam ettirebilmektir. Musa’nın doğru söylüyor olabileceğini aklından bile geçirmez. Çünkü bu, tek kelimeyle, işine gelmemektedir. Bu sebeple Musa’yı, kendi emri altındaki sihirbazlar ile yarıştırmayı düşünür. Eğer sihirbazlar onu alt edebilirse Musa’nın (as), Allah (cc) adına değil sırf kendi çıkarı için mücadele ettiği ortaya çıkacaktır. Daha objektif karar verebilmeleri amacıyla müsabakanın bir bayram günü, kuşluk vakti toplanan halkın gözleri önünde yapılması kararlaştırılır. Fakat netice hiç de Firavun’un istediği gibi olmaz; Musa’nın (as) asâsı, sihirbazların birer hile ve göz aldanmasına dayalı oyunlarını yutmuş, Firavun değil belki ama sihirbazları hakikati anlamıştır. Hemen secdeye kapanıp imanlarını ikrar ederler: "Biz âlemlerin Rabbine iman ettik. Musa ve Harun’un Rabbine!"
Firavun, çevresindeki iman çemberinin gittikçe büyüdüğünü ve kendi hareket alanını daralttığını fark etmiştir. Problemi hâlâ aynı yerde aramakta, aynı şeyleri sorgulamaktadır: Dünyası, buradaki hâkimiyeti, nefsi, benliği, görmeye alıştığı ilâh muamelesi. Gerçeği kabullenmeye yanaşmaz ve sihirbazlara haykırır: "Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha! Şüphesiz bu, halkını oradan çıkarmak için şehirde kurduğunuz bir tuzaktır. Göreceksiniz!"
Bundan sonra Firavun en iyi bildiği şeye, şiddete başvurur. Sihirbazları, ellerini ve ayaklarını çaprazlama kestirip sonra da astırmakla tehdit eder. Ancak sihirbazlar hakkı bulmuştur. Firavun’u en can alıcı noktasından vururlar: "Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla tercih etmeyeceğiz. Artık sen vereceğin hükmü ver. Sen ancak bu dünya hayatında hüküm verirsin. Şüphesiz ki biz, günahlarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri affetmesi için Rabbimize inandık. Allah’ın vereceği mükâfat daha hayırlı ve daha kalıcıdır."
Tam bu esnada Firavun’u daha da şaşırtan bir sahne yaşanır. Hanımı Hz. Âsiye de Musa’ya (as) ve Rabbine iman ettiğini haykırmaktadır. Halbuki yıllar önce sırf kendisine duyduğu sevgi nedeniyle Musa’yı (as) bağışlamıştır. İşte bu noktadan sonra Firavun, başka hâl çaresi kalmadığına hükmedecek ve işe kendi yakın çevresi ile başlayacaktır. Öncelikle hanımı Hz. Âsiye (as) imanından dönmesi için korkunç bir işkenceye tâbi tutulur. Firavun, eşi için yere dört kazık çaktırır. Sonra karnının üzerine büyük bir değirmen taşı koydurur. Can verene kadar işkence edilir. Başka bir rivayette Hz. Âsiye’ye güneşin altında işkence edildiği, Firavun’un adamları onun yanından ayrılınca meleklerin kanatlarıyla gölge yaptıkları, Hz. Âsiye’nin de cennetteki evini seyrettiği anlatılmaktadır. Neticede Âsiye, bu işkence karşısında imanından vazgeçmez, aksine durumunu, varlığına ve birliğine iman ettiği Yüce Rabbine havale eder. İmanından dolayı bizzat kendi kocasının işkencelerine maruz kalan bu kadını Allah (cc) da övecek, duasını ve yakarışını imanı uğrunda korkunç muamelelere maruz kalanlara örnek gösterecektir. Firavun’un dünyasını geçici bilip hiçe sayan Hz. Âsiye, Rabbine şöyle seslenmiştir: "Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap. Beni Firavun’dan ve onun yaptığı işlerden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar!"
Allah Resûlü (sas), asırlar sonra cennet kadınları içinde onu anacak ve şöyle buyuracaktı: "Yeryüzü kadınlarından İmrân’ın kızı Meryem, Huveylid’in kızı Hatice, Muhammed’in kızı Fâtıma ve Firavun’un karısı Âsiye (örnek olarak) sana yeter."
Firavun’un başka bir zulmünü Hz. Peygamber (sas) ashâbına şöyle anlatmıştır. Kıssaya göre Firavun’un kızının hizmetkârı olan ve ‘Mâşita’ adıyla anılan mümin bir kadın vardır. Bir gün Firavun’un kızının saçını tararken tarak elinden düşer ve alırken, ‘Bismillâh’ der. Firavun’un kızı, kadına, "Babam Firavun(un ismiyle mi demek istiyorsun)?" diye sorar. Kadın, "Hayır! Benim Rabbim ve babanın Rabbi olan Allah(ın ismiyle demek istiyorum)." der. Bunun üzerine Firavun’un kızı, "Bunu babama haber vereceğim." der ve olanları babasına anlatır. Firavun, kadını yanına getirtir. Kadına, "Ey Kadın! Senin benden başka Rabbin mi var?" diye sorar. Kadın, "Evet! Benim Rabbim de senin Rabbin de Allah’tır." der. Firavun, bunun üzerine bakırdan tandır yapılıp kızdırılmasını, kadının ve çocuklarının o tandırın içine atılmasını emreder. Kadın, ölüme razıdır ancak Firavun’a, "Senden bir dileğim var." der. Firavun, "İstediğin nedir?" diye sorar. Kadın, "Benim ve çocuklarımın kemiklerini birleştirip gömmendir." der. Firavun, "Bunu yerine getirmek, bize düşen bir hak ve vazifedir." der. Sonra da çocuklarını annelerinin gözü önünde birer birer tandıra attırır. Henüz emzikli bir bebek olan son çocuğu atılırken bir an tereddüt yaşayan kadın, bebeğin dile gelerek "Anneciğim korkusuzca atla! Çünkü dünya azabı âhiret azabından daha hafiftir." demesi üzerine kendini ateşe atar. Hz. Peygamber (sas), Mi’rac gecesinde çok hoş bir koku hissedince Cebrail’e bu güzel kokunun mahiyetini sormuş, Cebrail (as) da bu olayı anlatarak bu güzel kokunun, Firavun’un kızının saçlarını tarayan kadının ve çocuklarının kokusu olduğunu bildirmişti. İbn Mâce’nin rivayetinde bu kokunun, kadının, iki oğlunun ve kocasının kabirlerinin kokusu olduğu ifade edilmektedir.
Hz. Âsiye’nin, sihirbazların ve iman edenlerin maruz kaldığı bu muameleler, dünya kurulduğundan beri inananların karşılaştığı zulüm ve işkence dönemlerine bir yenisinin eklendiğini göstermektedir. Hayatı bu dünyadan ibaret sayıp saltanatlarını korumaya çalışanlar, her zaman olduğu gibi ortamı ve şartları değerlendirmekte, Firavun’a akıl verip onu kışkırtmaktadırlar. Nitekim önde gelen bazı adamları Firavun’a, bu topraklarda böyle fesat çıkarıp kendisini ve tanrılarını hiçe sayan Musa (as) ve taraftarlarını rahat bırakmaması gerektiğini hatırlatırlar. Firavun planını yapmıştır: "Onunla (Musa ile) beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın." "...Biz, onların üzerinde ezici bir güce sahibiz!" "Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim. (Faydası olacaksa) Rabbini yardıma çağırsın! Çünkü ben, onun, dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum."
Bu planlar, harfiyen yerine getirilirken Yüce Allah, sınırsız merhametinin göstergesi olarak Firavun ve adamlarına hâlâ hakikati hatırlatan aracılar göndermekte, hatırlatmalarda bulunmakta, ders alınacak ibret manzaraları göstermektedir. Nitekim Firavun’un yakın çevresinden olmakla beraber Musa’ya iman eden ancak bu durumunu gizleyen bir adam, kralın aklına ve sağduyusuna hitap etmeye çalışır: "Rabbim Allah’tır dediği için bir adamı öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirdi. Eğer yalancı ise yalanı kendi aleyhinedir. Eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit ettiği şeylerin bir kısmı başınıza gelecektir. Şüphesiz Allah (cc), aşırı giden, yalancılık eden kimseyi doğru yola eriştirmez."
Ancak Firavun’un küfür oku yaydan çıkmıştır. Şüphe ve tehlike altındaki ilâhlık iddiasını kanıtlama çabasındadır. Bu nedenle Musa’nın bahsettiği ilâha meydan okumaya karar verir. Başrahip Hâmân’a döner ve der ki "...Ey Hâmân! Benim için bir ateş yakıp tuğla pişir de bana bir kule yap! Belki Musa’nın ilâhına çıkar bakarım(!) Şüphesiz ben, onun mutlaka yalancılardan olduğunu sanıyorum."
Rivayetlere göre Hâmân, Firavun’un emrini zevkle yerine getirir ve böyle bir kule inşa eder. Zira Musa’nın yalan söylediği ispat edilebilirse her şeyden önce kendi yerini ve mevkiini sağlamlaştıracaktır. Nitekim Firavun bu kuleye çıkar ve gökyüzüne doğru ok atar. Bu tavrıyla, "Benim ilâhlığım karşısında başka bir ilâhın sözü mü olur? Musa yalan söylüyor; benden başka ilâh yoktur! Hem böyle bir varlık, gökyüzünde bile olsa onunla mücadele edebilir, ona ok atabilirim!" demek istemektedir. Sözlerine devamla son noktayı koyar ve kastını açıkça ifade eder: "Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum..." "Ben, sizin en Yüce Rabbinizim!" "Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı benim değil mi? Şu nehirler de benim altımdan akıyor (değil mi?) Hâlâ görmüyor musunuz?"
Ancak Allah Teâlâ’nın (cc), onun ve destekçilerinin bu tavrına getirdiği yorum açıktır: "O ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar."
Bu açık inat ve küfre rağmen Allah (cc), Firavun ve adamları düşünüp ibret alsınlar diye yıllar süren kıtlık ve kuraklıklar gönderir. Fakat en ufak olumlu durumu, "Bu bizimdir, biz çalışıp kazandık!" şeklinde yorumlayan bu insanlar, felâketleri Musa ve taraftarlarının uğursuzluğuna bağlamışlardır. Bu felâketlerin bir ders olduğu hatırlatılınca da, "Bizi büyülemek için her ne getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz." derler. Bu basiretsizlik, inat ve kibir karşısında Allah (cc) daha ağır dersler verir. Tufan gönderir; onları çekirge, haşere ve kurbağa istilâsına maruz bırakır; sularına kan karıştırır. Her felâkette Musa’ya başvurur, bu sorunların ortadan kaldırılması için dua etmesini isterler. Eğer bu azap biterse hidayete ereceklerini söyler, İsrâiloğulları’nı serbest bırakacaklarını vaad ederler. Ancak Musa’nın duası doğrultusunda azap kaldırılınca yine sözlerinden döner, yeminlerini bozarlar.
Bu inkâr, kibir ve inat, Hz. Musa (as) ve ona inananlara zulüm ve işkence şeklinde yansıyordu. Ancak Allah Teâlâ (cc), imanlarının olgunlaşması için onlara evler yaparak buralarda ibadet etmelerini emrediyor ve inananları cennetle müjdeliyordu. Sabır ve ibadet... Allah (cc), çeşitli zorluklara veya imanlarından dolayı işkenceye maruz kalan taraftarlarına hep bu öğüdü vermişti: "Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin. Şüphe yok ki Allah (cc), sabredenlerle beraberdir." İşte şimdi bu emrin muhatabı, Musa (as) ve taraftarlarıydı. Hz. Peygamber’in (sas) de bir hadislerinde namaza devam etmeyenlerin kıyamet gününde Kârûn, Firavun, Hâmân ve azılı bir müşrik olan Übey b. Halef’le birlikte olacağını zikretmesi oldukça manidardır.
Sonunda Hz. Musa (as) ve ona inananların beklediği müjde gelir. Allah (cc), elçisine seslenmektedir: "Kullarımı geceleyin yola çıkar. Yakalanmaktan korkmaksızın, endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç!" "... Muhakkak ki takip edileceksiniz."
Hz. Musa (as) ve İsrâiloğulları’nın geceleyin yola çıktığını duyan Firavun, kendine isyan eden bu insanları toptan yok edebilmek amacıyla güneş doğarken peşlerine düşer. Hızla yol alan Firavun ordusu çok geçmeden kafileye yetişir. Aralarındaki mesafe hızla kapanmaktadır. Önlerine çıkan deniz de İsrâiloğulları’nı oldukça endişelendirmiştir. Tam, "Eyvah yakalandık!" diye düşündükleri anda Hz. Musa (as), "Rabbim benimle beraberdir." diye imanını ve tevekkülünü tekrar dile getirir. İşte tam bu sırada Allah Teâlâ (cc), elçisine kurtuluş çaresini gösterir, "Asân ile denize vur!"
Suyun tam ortasında Allah’ın (cc) vaad ettiği gibi kuru bir yol ortaya çıkar. Musa (as) ve taraftarları bu kurtuluş yoluna girerler. Firavun ve ordusu da onları izler. Son İsrâiloğlu karşı kıyıya, toprağa ayak bastığında, son Firavun askeri de denizin ortasındaki bu mucize yola girmiş durumdadır. İşte tam bu anda Allah’ın emriyle deniz eski hâline döner ve dalgalar, Firavun ve askerlerinin başı üzerinden tekrar birbirine kavuşur.
Musa ve inananları, kurtuluş sevincini yaşarken her tarafını saran suya karşı son mücadelesini vermekte olan Firavun, birdenbire kendisini bir iç hesaplaşmanın içinde bulur. Kendini kınayıp durmaktadır. Gönlünü ve aklını uzun yıllar önce küfür ve zulüm denizinde boğduğunu fark eder. Kendisini bu denizden kurtaracak rehber yine sudan, Nil’den gelmiştir. Uzun süre yanında, sarayında yaşamış, sonra ayrılmış ama geri dönmüş, ısrarla ve korkusuzca hakikate çağırmıştır. Bütün bunlara karşı o, gözlerini kapamış, kulaklarını tıkamıştır.
Süre bitmiştir. Hesaplaşma da... Kararını verir ve ciğerlerindeki son nefesle haykırır: "İsrâiloğulları’nın iman ettiğinden başka hiçbir ilâh olmadığına inandım. Ben de Müslümanlardanım." Hadis kaynaklarımızda bu sahne anlatılırken iman etmesinden dolayı Firavun’a rahmetin ulaşmasından korktuğu için Cebrail’in, Firavun’un ağzına çamur tıkadığına dair bazı rivayetler yer almaktadır. Firavun’un durumu âyetlerde ise şu şekilde bildirilmiştir: "Şimdi mi?! Oysa daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.Biz de bugün bedenini, arkandan geleceklere ibret olman için kurtaracağız. Çünkü insanlardan birçoğu âyetlerimizden gerçekten habersizdir."
Artık sıkıntı ve işkence çekecek olanlar, Firavun ve adamlarıdır. Ancak ilâhî azap, asla insanoğlunun elinden çıkana benzemez: "Öyle bir ateş ki onlar sabah akşam ona sunulurlar. Kıyametin kopacağı günde de, "Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun." denilecektir. Ateşin içinde birbirleriyle tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara, "Biz size uymuş kimselerdik. Şimdi şu ateşin bir kısmını üzerimizden kaldırabilir misiniz?" derler. Büyüklük taslayanlar ise şöyle derler: "Biz hepimiz ateşin içindeyiz. Şüphesiz Allah (cc), kullar arasında (böyle) hüküm vermiştir."
Bu hüküm ile Firavun ve yandaşlarının defteri kapanmıştır. Hadislerde Firavun ve onun akıbetinden, Medine Yahudilerinin âşûrâ gününü, Allah’ın Musa (as) ile kavmini kurtarıp Firavun ile kavmini de denizde boğduğu gün olarak kabul etmeleri ve bu günde oruç tutmaları vesilesiyle bahsedilir. Yine Hz. Peygamber (sas), Yahudi olan İbn Sûriyâ’dan yemin isterken, "Sizi Firavun hanedanından kurtaran, size denizi yaran, sizi bulutlarla gölgelendiren, size kudret helvasıyla bıldırcın indiren ve Musa’ya indirdiği Tevrat’ı size gönderen Allah’ı hatırlatarak size yemin veriyorum..." diyerek Firavun’dan söz eder.
Bedir Savaşı esnasında Abdullah b. Mes’ûd (ra), Hz. Peygamber’e (sas) gelerek Ebû Cehil’i öldürdüğünü söylemiş, Hz. Peygamber (sas), "Kendinden başka ilâh olmayan Allah aşkına (öldürdün mü onu)?" diyerek İbn Mes’ûd’a (ra) Ebû Cehil’i öldürdüğünü üç kez yeminle teyit ettirmiştir. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sas), "Allah en büyüktür. Vaadine sadık kalan, kuluna yardım eden, bütün grupları tek başına hezimete uğratan Allah’a hamdolsun! Gidelim de onu bana göster." dedi. Gittik bir de baktık ki o (Ebû Cehil). Bunun üzerine, "Bu (Ebû Cehil), bu ümmetin firavunudur." buyurmuştur.
Hz. Peygamber (sas) Bedir’de öldürülen müşrik cesetlerinin yanında durmuş ve onlara hitaben, "Allah (cc), benim yanımdaki bir grupla size ceza verdi. Şüphesiz, ben güvenilir bir kimse iken siz beni hain ilân ettiniz. Ben doğru bir kimse iken beni yalanladınız." buyurmuştur. Sonra da Ebû Cehil b. Hişâm’a yönelerek, "Bu, Allah’a karşı Firavun’dan daha azgındı. Zira Firavun, öleceğini anladığında Allah’ın birliğini ikrar etti. Bu ise öleceğini anladığında Lât ve Uzzâ’ya dua etti." buyurarak Firavun ve Ebû Cehil’i karşılaştırmıştır.
Firavun’dan sonra imana ve inananlara karşı gösterilen zulüm ve adaletsizliğin bayrağını bu kez başka bir simge alacaktır. Hak taraftarları bundan sonra dünyayı, dünyalığı ve nefsi temsil eden, kibir ve gurur ile bezenmiş bir bakış açısı ile uğraşacaktır. Bu bakış açısı da yine Hz. Musa (as) ve inananları için açık bir tehlike ve tehdit olacaktır. İşte bu yeni düşman Kârûn’dur.
Musa’nın kavminden olan Kârûn, muazzam bir servete sahiptir. Öyle ki hazinelerin kendisini değil sadece anahtarlarını bile ancak güçlü kuvvetli insanlardan oluşan bir grup taşıyabilmektedir. Kârûn gösterişi sever, sahip olduğu zenginliği insanların gözüne sokmaktan âdeta zevk alır. Aslında bu tavrı ile o, Musa ve Harun’un getirdiği ilâhî sisteme karşı üstü örtülü bir savaş vermekte, bunu sarsmaya hatta yıkmaya çalışmaktadır. Zira sahip olduğu zenginliği, sadece kendisi için, doymak bilmeyen nefsi için harcamayı en doğal hakkı görmektedir.
Kârûn yine bir gün bütün ihtişâmı, süsü ve gösterişi ile gezerken kulağına bazı sözler gelir. Allah Teâlâ’nın (cc), "dünya hayatını isteyenler" şeklinde tavsif ettiği halktan bazı insanlar demektedir ki, "Keşke Kârûn’a verilen (servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet sahibidir!" Buna karşın, gerçeği bilen insanlar onlara şöyle cevap vermektedir: "Yazıklar olsun size! İman edip de iyi işler yapanlara Allah’ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur."
Kârûn toplumda oluşturduğu fitneden memnundu. Musa’nın getirdiği düzenin eninde sonunda yıkılacağını düşünüyordu. Buna karşın Allah Teâlâ (cc), eşsiz ve sınırsız merhametinin göstergesi olarak toplumdaki iyi insanların dilinden ona evrensel gerçekleri hatırlatmaya devam ediyordu. Hak, doğru ve adalet taraftarı, Allah dostu bu insanlar diyorlardı ki "Böbürlenme! Çünkü Allah (cc), böbürlenip şımaranları sevmez. Allah’ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah (cc), bozguncuları sevmez." Kârûn ise "Bunlar bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir." diyor, uyarıları asla dikkate almıyordu.
Rivayete göre Musa Peygamber (as), İsrâiloğulları’na zekâtı emredince, Kârûn, İsrâiloğulları’nı toplayıp onlara, "Bu, size namaz ve birtakım emirler getirmiş, siz de onlara katlanmışsınız. Ona, bir de mallarınızı verme külfetini yüklenecek misiniz?" diye sorar. İsrâiloğulları, "Biz, ona (zekât olarak) mallarımızı verme külfetini yüklenmeyeceğiz! Peki, sen ne görüştesin?" diye karşılık verirler. Kârûn, "Benim görüşüm, İsrâiloğulları’ndan bir fahişeyi ona gönderelim. Onun kendisiyle birlikte olmak istediğini söylemesini ve bu iftirayı yaymasını isteyelim." der. Öyle de yaparlar. Hz. Musa (as), Kârûn aleyhinde Allah’a beddua edince Yüce Allah (cc), Hz. Musa’ya (as) boyun eğmesi için yeryüzüne emreder. Musa Peygamber (as), yeryüzüne onları yutmasını emredince yer, onları önce topuklarına, sonra dizlerine kadar, en sonunda da tamamen yutar. Onlar bu arada hep, "Ey Musa, ey Musa!" diyerek yardım isterler. Ama sonunda Allah’ın verdiği mühlet sona erer ve gerçekleri görmeye yanaşmayan Kârûn, sarayı ile birlikte yerin dibine geçirilir. Toplumdaki bazı insanlar, bu hadiseden önemli bir ders çıkartarak gerçeği şöyle itiraf etmişlerdi: "Demek ki Allah (cc), kullarından dilediği kimselere rızkı bol verir ve (dilediğine) kısarmış. Allah (cc), bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki kâfirler iflah olmayacak."
Şüphesiz Firavun, Hâmân ve Kârûn, hakka, adalete, insan olma onuruna karşı nefsi temsil etmişlerdir. Onlar, tek hedefi ‘tüm arzuları tatmin edilmiş bir ben’ olan düzeni tesis etme çabasının, bütün ilâhî dinlerin ortak ve evrensel değerlerine boyun eğmeyi kendilerine yakıştıramayan bakış açısının en meşhur sembolleridir. Dünyada sahip olunan bütün değerlerin, maddî manevî tüm zenginliklerin aslında bir başkasından geldiğini, eninde sonunda yine Allah’a döneceğini; bunların aslında imtihan için verildiğini, bu sebeple hak ve iyilik yolunda kullanılması gerektiğini asla kabul edemeyen düşünce tarzının örnekleridir. Bu nedenle bütün çabalarını ilâhî daveti önlemek için sarf etmişlerdir.
Allah’ın seçtiği bu örnekler dünya döndükçe nefsin, arzu ve heveslerin, insanların karşısına hangi şekillerde çıkacağına işaret etmesi açısından manidardır. Ancak sonuç aynıdır; bunlara kapılan insan, Yüce Allah’ı (cc), âhireti, hesabı, Kitab’ı unutur; kendisine kendi eliyle farklı ilâhlar icat eder. Artık farkında olmasa bile câhiliye devri müşrikleri gibi somut veya soyut putları vardır. Bunların emrinden çıkmaz. Gerçeği ise kıyametin hazin tablolarını görünce fark eder. Ama artık iş işten geçmiştir. Gerçek şudur ki bu semboller, dünya kurulduğundan beri insanlığa ilâhî mesajı ulaştıran hemen her peygamberin karşısına çıkmış, şu veya bu surette her zaman var olagelmiştir. Dolayısıyla Allah (cc) ve Resûlü (sas) tarafından anlatılan bu kıssalara, bunlarda ismi geçen şahıslara ve yaşanan olaylara, sadece ‘hikâye’ gözüyle bakmamak, ders alınması gereken birer ‘ibret tablosu’ bilinciyle yaklaşmak gerekir.