Abdullah b. Amr (ra) şöyle demiştir:

“Allah'ın Peygamberi (sas) bize sabaha kadar İsrâiloğulları(nın kıssaları)nı anlatır, ancak farz bir namazın vakti girince kalkardı.”

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرٍو قَالَ: كَانَ نَبِيُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يُحَدِّثُنَا عَنْ بَنِى إِسْرَائِيلَ حَتَّى يُصْبِحَ مَا يَقُومُ إِلاَّ إِلَى عُظْمِ صَلاَةٍ.

(D3663 Ebû Dâvûd, İlim, 11)

***

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرٍو أَنَّ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “... حَدِّثُوا عَنْ بَنِى إِسْرَائِيلَ وَلاَ حَرَجَ...”

Abdullah b. Amr'dan (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“...İsrâiloğulları'ndan nakilde bulunabilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur...”

(B3461 Buhârî, Enbiyâ, 50)

***

عَنْ أَبِى سَعِيدٍ الْخُدْرِيِّ عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “لَتَتْبَعُنَّ سَنَنَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ شِبْرًا شِبْرًا، وَذِرَاعًا بِذِرَاعٍ، حَتَّى لَوْ دَخَلُوا جُحْرَ ضَبٍّ تَبِعْتُمُوهُمْ.”

Ebû Saîd el-Hudrî'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Muhakkak siz, önceki ümmetlerin yolunu (âdetlerini) karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz. Hatta onlar bir kertenkele deliğine girmiş olsalar siz de onları takip edeceksiniz.”

(B7320 Buhârî, İ'tisâm, 14)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “الْكَلِمَةُ الْحِكْمَةُ ضَالَّةُ الْمُؤْمِنِ، فَحَيْثُ وَجَدَهَا فَهُوَ أَحَقُّ بِهَا.”

Ebû Hüreyre'nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Hikmetli söz, müminin yitiğidir; onu nerede bulursa, on(u öğrenmeye ve uygulamay)a en lâyık olan da odur.”

(T2687 Tirmizî, İlim, 19)

***

Suheyb’in (ra) anlattığına göre, Resûlullah (sas) bir gün ikindi namazını kıldıktan sonra dudaklarını oynatarak konuşur gibi yapmıştı. Bunun üzerine kendisine, "Ey Allah’ın Resûlü!" denildi, "İkindi namazını kıldığında dudaklarını oynattın." Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sas) de şöyle buyurdu: "Peygamberlerden biri, ümmetinin hâline şaşırıp kaldı ve "Onlara kim bir şey yapacak?" dedi. Allah (cc) da o peygamberine şöyle vahyetti: "Onları, benim kendilerini bizzat cezalandırmamla, düşmanlarını başlarına musallat etmem arasında serbest bırak." Onlar da Allah (cc) tarafından cezalandırılmalarını tercih ettiler. Bunun üzerine Allah (cc) onlara ölümü gönderdi ve bir günde yetmiş bin kişi ölüp gitti."

Suheyb, Peygamberimizin (sas) bu hikâye ile birlikte anlattığı şu hikâyeyi de nakletmiştir: "Bir kral vardı. Bu kralın kendisi için kehanetlerde bulunan bir kâhini vardı. Bu kâhin, krala, "Benim için anlayışlı bir çocuk buluver de bu ilmimi ona öğreteyim. Korkarım ben ölürüm de sizden bu ilmi bilen kimse kalmaz." dedi. Bu özellikte bir çocuk bulup ona kâhinin yanına gidip gelmesini ve ondan ilim öğrenmesini emrettiler. Çocuk kâhine gelip gitmeye başladı.

Çocuğun yolu üzerinde manastırda yaşayan bir rahip —muhtemelen o gün manastırda kalanlar Müslüman kimselerdi— vardı. Çocuk, (kâhine gidip gelirken) her seferinde bu rahibe uğrayıp ona sorular sormaya başladı. Sonunda rahip çocuğa, "Ben sadece Allah’a kulluk ediyorum." dedi. Bunun üzerine çocuk rahibin yanında kalmaya başladı. Kâhine gitmeyi ise azalttı. Kâhin çocuğun ailesine, ‘Hemen hemen hiç yanıma uğramaz oldu!" diye haber gönderdi. Bu durumu çocuk, rahibe bildirdi. O da, "Kâhin neredeydin derse ailemin yanındaydım dersin. Ailen neredeydin derse kâhinin yanındaydım dersin." dedi.

Genç bu şekilde devam edip giderken yolda kalabalık bir gruba rastladı. Bu insanların yolunu bir hayvan kesmiş —ki bazıları bu bir aslandı derler— onları orada alıkoymuştu. Çocuk eline bir taş aldı ve "Allah’ım! Rahibin söyledikleri doğru ise (atacağım taşla) bu hayvanı öldürmek istiyorum." dedi ve sonra taşı atıp hayvanı öldürdü. İnsanlar, "Onu kim öldürdü?" diye birbirlerine sordular. "Bu genç (öldürdü)." dediler. İnsanlar telaşa kapılarak, "Bu genç hiç kimsenin bilmediği ilimleri bilmektedir!’ dediler. Bu haberi gözleri görmeyen biri duydu ve "Eğer görmemi sağlarsan şu şu (mallar) senindir!" dedi. Genç, "Senden bunu (para ya da mal) istemiyorum, gözüne kavuşursan gözünü sana veren zâta iman etmeyi düşünür müsün?" dedi. Âmâ, "Evet" dedi. Bunun üzerine genç Allah’a (cc) dua etti, Allah (cc) da onun gözlerini açıverdi. Âmâ (Allah’a) iman etti.

Onların hâli kralın kulağına ulaştığında o, birilerini göndererek hepsini yanına getirtti. "Her birinizi farklı şekillerde öldüreceğim!" dedi. Rahip ve âmâdan birini başının tam ortasından testere ile keserek, diğerini de değişik bir yolla öldürdü. Sonra çocuk için de şu emri verdi: "Onu falan dağa çıkarıp tepesinden aşağıya atın!" Genci o dağa götürdüler, oradan atmak istediklerinde kendileri o dağdan peş peşe düşüp helâk oldular sadece genç kaldı ve sonra geri döndü. Bunun üzerine kral, gencin götürülüp bir denize atılmasını emretti. Allah beraberindekileri suda batırdı ve genci kurtardı. Genç, krala (geldi ve) "Beni, çarmıha gerip okunla halkın önünde, bu gencin Rabbi olan Allah (cc) adına atıyorum, demedikçe öldüremezsin." dedi. Bunun üzerine kral emir verdi, genç çarmıha gerildi. Sonra kral, "Bu gencin Rabbi olan Allah’ın (cc) adıyla atıyorum!" diyerek oku attı. Okla vurulunca genç elini şakağının üzerine koydu ve öldü. Bu arada insanlar, "Bu genç kimsenin bilmediği ilimleri biliyordu. Biz de bu gencin Rabbine iman ediyoruz!" dediler. Krala, "Üç kişi sana karşı çıktı diye mi endişelendin? Şimdi tüm insanlar sana karşı geliyor!" denildi. Sonra kral hendekler kazdırdı ve içlerine odun ve ateş attırdı. Sonra insanları toplayıp, "Kim dininden dönerse onu bırakacağız, kim de dönmezse onu bu ateşe atacağız!" dedi. Ardından insanları bu çukurlara atmaya başladı."

Peygamberimiz (sas) burada Burûc sûresinin "(Müminleri yakmak için) hendek kazıp (içinde) alevli ateş yakanlar lânetlenmiştir. O vakit, ateşin etrafında oturmuş, müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı. Onlar müminlere ancak mutlak güç sahibi ve övülmeye lâyık Allah’a (cc) iman ettikleri için kızıyorlardı." âyetlerini okuduktan sonra gencin defnedildiğini sözlerine ekledi.

Peygamber Efendimiz (sas) iman mücadelesi veren geçmiş topluluklarla ilgili bu ve benzer kıssa ve öyküleri iman ve tevhid mücadelesinin tarihini öğretmek ve sahâbîlerini eğitmek için vasıta olarak kullanmıştı. Geçmişteki insanların mesel olmuş hikâyeleri vasıtasıyla Müslümanların iman, ibadet ve ahlâk sahasında eğitilmesini gaye edinmişti. Bu gayenin gerçekleşmesini sağladığından olsa gerek ashâbına uzun uzadıya kıssalar anlatmıştı. Abdullah b. Amr (ra) şöyle demişti: "Allah’ın Peygamberi (sas) bize sabaha kadar İsrâiloğulları(nın kıssaları)nı anlatır, ancak farz bir namazın vakti girince kalkardı."

Bu kıssalar hem bizzat Peygamberimizin (sas) hem de onu dinleyen sahâbenin ilgisini ve merakını fazlasıyla çekmiş olmalıydı. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan Hz. Musa (as) ile salih kul kıssasının ayrıntıları hakkında daha fazla bilgi sahibi olmayı dilemekten kendini alamamıştı: "Allah (cc), Musa’ya (as) rahmet eylesin, keşke (salih kulun işine karışmayıp biraz daha) sabır gösterseydi de onların arasında geçen (kıssa) bize daha fazla anlatılsaydı!"

Diğer yandan sahâbe Kur’an’da anlatılan geçmiş ümmet, millet ve peygamberler hakkındaki pek çok kıssayla ilgili olarak Yüce Peygamber’e (sas) sorular yöneltiyorlardı. Zaman zaman bu sorularda geçmiş ümmetlerle alâkalı yanlış anlayışlar da ortaya çıkıyor ve bu yanlışlar düzeltiliyordu. Nitekim bir keresinde kendisine Kur’an’da zikri geçen Sebe’nin bir yer mi yoksa bir kadın ismi mi olduğu sorulmuş ve "Sebe, ne kadın ne de yer ismidir. Bilakis o Araplardan on oğul sahibi bir adamdır..." diyerek bir yanlış telakkiyi düzeltmişti.

Medine toplumunda daha çok Yahudilere muhatap olan sahâbîler, bu kültüre ait bazı kıssa ve haberlere ilgi duyabilmekteydi. Bu ilgiyi fark eden Resûl-i Ekrem (sas), "İsrâiloğulları’ndan nakilde bulunabilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur." hadisi ile teorik olarak onlardan nakledilecek ümmet için faydalı bilgilerin, ibretli kıssaların kaybolmamasına ve diri tutulmasına izin veriyordu. Diğer taraftan da bizzat kendisi genel olarak geçmiş ümmet ve milletler, özel olarak da İsrâiloğulları ile ilgili öğüt ve ibret verici kıssa ve haberleri, vermek istediği bildiriyi de ilâve ederek ashâbına aktarıyordu. Bu kıssaların yaşanmış tarihî gerçeklikleri olabileceği gibi tamamen belli bir mesajı verebilmek amacıyla ‘kıssadan hisse’ kabilinden anlatılmış olmaları da mümkündür.

"Ehl-i kitabı ne doğrulayın ne de yalanlayın..." ve "Ehl-i kitaba bir şey sormayın..." hadisleriyle de Ehl-i kitaptan bilgi aktarmada ihtiyatlı olunmasını tembihliyordu. Buna rağmen tarihî kayıtların da gösterdiği üzere, ‘İsrâiliyat’ adı verilen geçmiş ümmetlere ait pek çok bilgi, sonraki zamanlarda bazı hadis kaynaklarına dahi girebilmiş, sözde İsrâilî bilgi ve haberler İslâmîleştirilmişti.

Nebiler Serveri, geçmiş ümmetlere dair anlattığı bu kıssaları genelde, "Peygamberlerden bir peygamber" , "Krallardan bir kral vardı.", "Sizden önceki ümmetlerde bir adam vardı." gibi kıssa-masal anlatım girişleriyle aktarırdı.

Tıpkı Kur’an’da olduğu gibi İsrâiloğulları peygamberi Hz. Musa (as), Peygamber Efendimizin (sas) isim vererek hakkında en fazla bilgi aktardığı peygamber idi. Bazen de Hz. Peygamber’in (sas), İsrâiloğulları’na mensup bazı kişileri açıkça belirttiği olurdu. Bunlardan birinde Resûlullah (sas), "İsrâiloğulları’ndan el-Kifl adında biri vardı..." diye başlamış ve günah işleme konusunda Allah (cc) korkusu taşımayan bu kimsenin kıssasını anlatmıştı.

Şüphesiz bu anlatılarda Yüce Peygamber (sas), farklı amaçlar güdüyordu. Bazen câhiliye döneminde yaygın olan ve İslâm’ın özüne uymayan geçmiş ümmetlere ait hikâyelerin önüne geçiyor, bazen de geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerin mücadelelerinden ve sabırlarından söz ederek karşılaştıkları zorluklara karşı ashâbının şahsında ümmetinin kuvve-i mâneviyesini artırmaya çalışıyordu. Hatta bu mânevî teşvik, geçmiş peygamberlerin başlarına gelen zorluklardan söz edilerek zaman zaman Kur’an’da özel olarak Peygamberimiz (sas) için genelde de bütün Müslümanlar için yapılıyordu. Kur’an’da bazen bu, "Ashâb-ı Uhdûd" ve "Ashâb-ı Kehf" örneklerinde olduğu gibi geçmiş ümmetlerden bazılarının imanlarını koruma adına olan mücadele azimleri öne çıkarılarak yapılıyordu.

Resûl-i Ekrem (sas) de bir yandan geçmiş ümmetlerden bazılarının güzel işlerini anlatıp sahâbîlerin mücadele azimlerini güçlendirirken, diğer yandan da İsrâiloğulları başta olmak üzere geçmiş ümmetlerin yaptıkları bazı hatalı davranışlara ve taşkınlıklara işaret ediyor ve böylece Müslümanların bunlardan ibret almalarını dolaylı olarak tembihlemiş oluyordu.

Buna göre İsrâiloğulları’nda meydana gelen en önemli kusurun, bazılarının Allah’ın haramlarını işleyenleri uyardıkları hâlde onlarla bir arada bulunup yiyip içmekten sakınmamaları olduğunu haber vermiştir. Nitekim Kur’an’daki pek çok âyette de İsrâiloğulları başta olmak üzere geçmiş ümmetlerin hata ve taşkınlıklarından söz edilmiştir. Böylece Allah Resûlü (sas), hem bir tarih bilinci oluşturmayı hem de toplumların yükseliş ve düşüşüne ilişkin Allah’ın değişmez yasalarının tüm Müslümanlar tarafından iyice kavranmasını istemiştir. Bu da hiç şüphesiz ashâbın şahsında Müslümanların geleceğe dönük ümitlerini artırıcı bir etki yapmıştır. Zira bir toplumun geçmişi onun belleği, belleği ise onun kimliğidir. Belleğini kaybeden bir toplum, kimliğini de kaybeder. Geçmişten bugüne yani ‘mazi’den ‘hâl’e o toplumun kimliğini inşa eden ne varsa, onların unutulmaması gerekir. İşte geçmiş ümmetlerle ilgili Kur’an ve sünnette yer alan bilgi, kıssa ve meseller, İslâm toplumunun geçmiş tecrübeden ders almasını sağlayan unsurlardandır.

Toplumsal değişimleri düzenleyen ve Kur’an dilinde ‘sünnetullah’ adı verilen yasalarda değişim olmaz. Bu kıssaların bir diğer amacı da Müslümanların geçmiş ümmetlerin yolundan gidebileceklerini, geçmiş ümmetler için geçerli olan sünnetullahın bugün de geçerli olduğunu hatırlatmaktır. Geçmiş ümmetlerin başına gelenleri bilmek bu yönüyle bizim için de önemlidir. Onların, sadece ‘eskilerin masalları’ olarak dinlenip anlatılması değil aynen Kur’an’da tembihlendiği ve Peygamber Efendimizin (sas) de yaptığı gibi ders ve ibret almak ve aynı hataya düşmemek amacıyla anlatılıp anlaşılması gerekir.

Kur’an’da zikri geçen peygamberlerin çoğu, Ehl-i kitap içinde yer alan İsrâiloğulları’na mensuptu. Yüce Nebî’nin (sas) Medine döneminin başlangıç yıllarında kendisine emir gelmeyen hususlarda zaman zaman Ehl-i kitaba muvafakat etmekten hoşlandığı bilinmektedir. Nitekim Medine’ye hicretten sonra Allah Resûlü (sas), Yahudilerin âşûrâ günü oruç tuttuklarını görmüş, bunun sebebini sorduğunda kendisine, bu günün Allah’ın İsrâiloğulları’nı düşmanlarından kurtardığı önemli bir gün olduğu ve Hz. Musa’nın (as) da bu günü oruçlu olarak geçirdiği haber verilmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas) Yahudilere, "Biz, Musa’ya (onun sünnetini ihya etmeye) sizden daha lâyığız." diyerek bu günde oruç tutmuş, ashâbına da oruç tutmalarını emretmişti.

Peygamber Efendimizin (sas), "...Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’an’ı indiren (Allah’ım)!" diye dua ettiği de olurdu. Zira Kur’an’da da Ehl-i kitap ile müşrik/putperestler arasında belli bir farklılık ortaya konuyordu. Hatta bazı uygulamaları övülüyordu. Örneğin, Tevrat’ta mevcut olan, su ile temizlik yapma hükmünü uygulayan Kubâ halkı Kur’an’da övülmüş, Resûlullah (sas) da Kubâ’ya geldiğinde bunun sebebini onlardan öğrenmişti.

Hz. Peygamber (sas) bununla birlikte sahâbîlerin, önceki dinlerin tahrif edilmiş kitaplarını okumalarını hoş karşılamıyordu. Zira Yahudi ve Hıristiyanlardan bir kısmı, bu ilâhî vahiyleri değiştirmişlerdi. Bu değiştirme işlemi de daha ziyade her peygamberin etrafında bulunan havârilerden sonraki nesillerin, yapmadıklarını söylemeye, emrolunmadıklarını da yapmaya başlamalarıyla olmaktaydı.

Şu hâlde peygamberlerin bildirilerinin korunmasında bu bildirileri koruyup gözetecek ve sonraki nesillere öncekilerden işittiği şekilde aktaracak nesillerin (sahâbe, havâriler) var olması önem arz ediyordu. Kur’an ve sünnet kaynağını titizlikle muhafaza eden bu ümmetin üstünlüğü de buradaydı. Bununla birlikte, "Biz Kur’an okur, çocuklarımıza da okuturken ve onlar da kıyamete kadar çocuklarına okutacak iken ilim nasıl kaybolur?" diye soran Medine’nin bilge kişilerinden Ziyâd b. Lebîd’e Hz. Peygamber (sas), Müslümanların geleceğine yönelik şu önemli uyarıyı yapmaktaydı: "Yahudi ve Hıristiyanlar Tevrat’ı ve İncil’i okudukları hâlde içindekilerden faydalanmayan kişiler hâline gelmediler mi?"

Rivayetlerden anlaşıldığına göre, buna benzer sorular Kutlu Peygamber’e (sas) farklı vesilelerle soruluyor ve her defasında o, vurgulu bir şekilde Yahudi ve Hıristiyanların şahsında ilmin geçmiş ümmetlerden kaldırılmasının, ya âlimlerin dinin içini boşaltacak yanlış yorumlamaları ile veya o dini yorumlayacak gerçek âlimlerin ortadan kalkmasıyla olduğunu haber veriyordu. Böylece Müslümanlara Kur’an’ı yorumlarken titizlik göstermelerini öğütlüyordu.

Geçmiş ümmetlerin haberlerinin İslâm kültürü içerisinde yaşaması, bazı hikâyelerin doğrudan doğruya ana kaynaklar olan Kur’an ve sünnette yer alması, bazılarının ise Ehl-i kitaptan iken sonradan Müslüman olan râviler tarafından aktarılması, bir yandan tarih bilincini diri tutarken bir yandan da Müslümanlara has bir kültürün oluşmasına katkıda bulunmuştu.

Bu kıssalar sayesinde sahâbe nesli başta olmak üzere sonraki Müslüman nesiller şunu öğrenmekteydi: İslâm, tarihin bir döneminde Rahmet Peygamberi (sas) tarafından icat edilen bir din değildi. Kur’an, kendisinden önceki kitapları doğrulayıcı ve tahrif edilen yönleri tashih edicidir. Dolayısıyla Kur’an ve sünnette geçmiş ümmetlerin kıssa ve meselleri anlatılırken yeni oluşan Müslüman toplumun aslında tarihin başından beri süregelen o biricik ’dîn’ in o zamandaki en doğru, en haklı ve en lâyık takipçileri oldukları tasavvuru yerleştirilmiştir. Bu yapılırken de bu kıssalardaki dil ve üslûp sayesinde, Müslüman topluma aynı zamanda bir tarih felsefesi ve tarihî olaylar ışığında günü okuma yöntemi kazandırılmaya çalışılmıştır.

İslâm öncesi din ve kültürleri kastetmek üzere kullanılan ‘geçmiş ümmetler’ tabiri, pek çok alt konuları içeren genel bir ifadedir. Kur’an’da ’öncekiler’ , ’onlardan öncekiler’ , ’sizden öncekiler’ ve ’el-kurûnu’l-ûlâ’ (geçmiş nesiller) şeklinde geçen ifadeler ile İslâm öncesi dönemde yaşamış halklar ve kavimler kastedilir. Bunlar arasında en önemlileri, ilâhî vahye dayanan en önemli iki dinin muhatapları olan ‘İsrâiloğulları’dır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in (sas), ’sizden öncekiler’ ifadesi ile kastettiği Yahudiler ve Hıristiyanlardır.

Bunların dışında ilâhî vahiyle irtibatları konusunda kesin bilgi bulunmayan değişik din ve kültürlerin varlığı da bir gerçektir. Bazı yorumlara göre Kur’an’daki, ’zübüri’l-evvelîn’ ifadesinden hareketle, bunların bazılarının ilâhî kaynaklı olabileceği ifade edilmiştir. Bu itibarla ifade en geniş anlamıyla değerlendirildiğinde geçmiş ümmet ve milletler tabiri ile Hz. Âdem’den (as) sonra insanlığın ikinci atası olarak kabul edilen Hz. Nuh’un (as) üç oğlu Hâm, Sâm ve Yâfes’in soyundan gelen milletlerin tamamının kastedilmekte olduğu söylenebilir.

Sevgili Peygamberimizin (sas) geçmiş ümmetlerle alâkalı tavrı, aslında onun Ehl-i kitaba mensup din ve milletlere yönelik tavrından farklı değildi. Ehl-i kitaba olan tavır da bizzat onların kendilerine değil düşünce dünyalarına, din ve kültürlerine yönelikti. Nitekim Hz. Peygamber’in (sas) geçmiş kültürlere bakışının genel hatlarını belirten hadisler, genelde geçmiş kültürlere bir karşı duruşu ifade etmekte, daha özelde ise Yahudi-Hıristiyan kültürüne muhalif bir tavrı yansıtmaktaydı.

Geçmiş ümmetlere bakışında Allah Resûlü (sas), onlara muhalefet etmeyi, onlara benzememeyi emir ve tavsiye etmekteydi. Ancak bununla geçmiş ümmet ve milletlerin inanç, hüküm, örf, âdet ve kültürlerinden İslâm’ın tasvip etmeyip yasakladığı hususlar kastedilmişti. Bir hadisinde Hz. Peygamber (sas), "Ümmetim, kendilerinden öncekilerin (ümmetlerin) yolundan karış karış, arşın arşın gidinceye kadar kıyamet kopmaz." buyurmuştu. Bunun üzerine, "Ey Allah’ın Resûlü, Farslar ve Bizanslılar gibi mi?" diye sorulunca, "Onlardan başka kim olabilir?" buyurmuştu. Bu hadiste "Farslar ve Bizanslılar", devrin en büyük iki devleti olması sebebiyle özellikle zikredilmişti. Ebû Saîd el-Hudrî’nin (ra) naklettiği başka bir hadiste de Peygamberimiz (sas), "Muhakkak siz, önceki ümmetlerin âdetlerini karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz. Hatta onlar bir kertenkele deliğine girmiş olsalar siz de onları takip edeceksiniz." buyurmuş, Yahudi ve Hıristiyanları mı kastettiğini soran oradaki sahâbîlere, "Başka kim olabilir?" cevabını vermişti.

İslâm’da diğer din ve kültürlere ait inanç, anlayış ve hükümler, Kur’an ve sünnet esaslarına göre değerlendirilmiştir. Bu itibarla Müslümanların din ve inanç esaslarına zarar vermeyecek bir tarzda yabancı kültürlerle irtibat kurmalarına engel olunmamıştı. Bilakis Müslüman’ın, geçmiş diğer kültür ve medeniyetlerin istifadeye lâyık yönleri hakkında bilgi sahibi olması teşvik edilmiştir. "Hikmetli söz, müminin yitiğidir; onu nerede bulursa, on(u öğrenmeye ve uygulamay)a en lâyık olan da odur." hadisinin işaret ettiği mânâlardan biri de bu olsa gerektir.

Gerek Kur’an’da, gerekse hadislerde geçmiş ümmetlerle alâkalı olarak değinilen önemli hususlardan birisi de onlara verilen ilâhî cezalardır.

Maddî ve manevî olarak farklı şekillerde gerçekleşen bu cezaların başlıcaları şunlardır: Tufan, sel, maymun ve domuza dönüştürülme, zorluk ve darlık, (gürültülü ve şiddetli) sarsıntı, tufan, çekirge, haşere, kurbağa ve kan gönderilmesi, denizde boğulma, soğuk ve şiddetli bir rüzgâr, taş fırtınası. Bu cezaların verildiği geçmiş ümmet ve milletler Kur’an ve sünnette bazen genel ifadelerle ’nice nesiller’ olarak geçerken bazen de Nuh kavmi, Lût kavmi, Âd (kavmi), Semûd (kavmi), Medyen (halkı), Res halkı, Eyke halkı ve Tübba’ kavmi olmak üzere isimleriyle zikredilmiştir.

Aslında bu cezaların verilmesinin esas nedeni, kavimlerin peygamberlerini, istedikleri mucizeleri getirmelerine rağmen yine de inkâr etmeleri, onları yalanlamak için çeşitli desiseler kurmaları ve peygamberlerine eziyet etmeleri, hatta öldürmeleri idi. Bu helâk, bazen Firavun, Kârûn, Hâmân gibi kavmi içerisinde tiranlıkları ve taşkınlıklarıyla sembol olmuş kimselere verilmişti.

Kur’an bu kavim ve kişilerin helâk edilme şekil ve sebeplerini de bize bildirmiş ve her fırsatta, anlayanlar için bunlarda büyük öğüt ve ibretler olduğunu hatırlatmıştır. Böylece Müslümanların tarihsel bilinçleri, geleceğe yönelik olarak da diri tutulmaya çalışılmış, tarihî olaylardan ibret almaya vurgu yapılmıştır. Bu cezaların verilme nedenleri arasında geçmiş ümmetlerin peygamberleri yalanlamaları, peygamberlerle ve getirdikleri ilâhî mesajla alay etmeleri, verilen nimetlerin şükrünü eda etmeyip nankörlük yaparak şımarmaları, babalarının bâtıl dinlerinde ısrarcı olmaları, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları, öğrenme amacı taşımayan gereksiz çok soru sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilâfa düşmeleri, kendilerine gönderilen ilâhî kitapların bazı kısımlarını diğerleriyle cahilce kıyas etmeleri gibi hususlar zikredilmiştir.

Kur’an ve sünnette geçmiş ümmet ve milletlere uygulandığı haber verilen bu cezaların yanı sıra bilhassa İsrâiloğulları’na diğer milletlere nazaran pek çok nimetler, imtiyazlar verildiği, Hz. Yakub’un (as) kendisine haram kıldığı dışında her türlü yiyeceğin onlara helâl kılındığı bildirilmekteydi. Bu itibarla Kur’an’da sık sık İsrâiloğulları’ndan, bu nimetlere şükretmelerinin beklendiği ifade edilmiştir.

Çoğu zaman da küçük bir fırsatta onların Allah’a ortak koşma eğilimi gösterdikleri haber verilmekteydi. Bu meyanda onların denizden geçirilmek suretiyle Firavun’un zulmünden kurtarılmaları, alçaltıcı bir azaptan kurtarılmaları, güzel bir yurda yerleştirilmeleri ve temiz rızıklara kavuşturulmaları, bulutla gölgelenmeleri ve herhangi bir zahmet göstermelerine gerek olmaksızın kudret helvası ve bıldırcın eti ihsan edilmesi, kayanın bağrından onlar için kaynak suyu çıkarılması, her türlü bakliyat ürünlerinin ve sebzenin onların istifadesine sunulması zikredilmiştir. Buna karşılık hayvanların iç yağının onlara yasaklanmış olduğu ancak onların, bu yasaktan kurtulmak için kendi akıllarınca bunu satarak parasını yemeleri de kınanmıştır.

Diğer taraftan Resûlullah (sas) geçmiş bütün ümmetler ve peygamberlerle ümmeti ve kendisi arasında mukayeseler yapmaktaydı. Meselâ, "Sizden önce gelen ümmetlere göre sizin (dünyadaki) kalışınız, (bütün bir güne oranla) ikindi namazından güneşin batışına kadarki müddet gibidir." hadisinde, geçmiş ümmetlere nispetle bu ümmetin ömrünün kısalığına vurgu yapmıştı. Bu mukayeselerde geçmiş peygamberlerle ortak dinî uygulamalara işaret ediyor zaman zaman da bu ümmetin geçmiş ümmetlere üstün kılındığını, üstün kılınma yönünü ve sebebini belirtiyordu.

Yatsı namazının —bazı rivayetlerde bu namaz ikindi namazıdır — bu ümmetin diğer ümmetlere üstünlük sebebi olduğu ve bu namazı yeryüzünde kılan başka bir ümmetin olmadığını beyan eden hadis buna örnek olarak sunulabilir. Aynı mukayese, cuma namazının önceki ümmetlere de farz kılındığı ancak düzenli kılınmasının bu ümmete nasip olduğunu ifade eden hadiste de yapılıyordu. Bazen de bu mukayese, çokluk yönünden Müslümanlar ile Hz. Musa’nın (as) ümmeti arasında yapılmaktaydı. Yine Âd kavminin batı (debûr) rüzgârı ile helâk edildiğini belirten Hz. Peygamber (sas) kendisine Sabâ rüzgârı ile yardım edildiğini ifade ederek bir karşılaştırma yapmıştı.

Resûl-i Ekrem (sas), cezalandırılmış kavimlerin kullandıkları arazilerden ashâbının faydalanmamasını, su içtikleri kuyulardan su içmemelerini istemişti. Özellikle Tebük Seferi dönüşü Salih Peygamber’in (sas) kavmi olan Semûd’un helâk olduğu Hicr vadisinde konakladıklarında ashâbına bu yönde bir uyarıda bulunmuştu. Tabiatıyla içinde bulunulan ortamın insanların hissiyatına tesir edebileceği hatırlatılmakta ve onların düştükleri bu durumdan ibret alınmasına vurgu yapılmaktaydı. Nitekim Peygamberimiz (sas) bu kavimlerin mekânlarının ibret almak ve onların düştükleri bu hâl konusunda gözyaşı dökerek ibret almak için ziyaret edilebileceğini de belirtmiştir. Bu tavır aynı zamanda tarih bilincini diri tutma konusunda Müslümanlara son derece önemli bir uyarı niteliği taşımaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyetinde yeryüzündeki geçmiş ümmet ve milletlerle ilgili mekânların ziyareti konusunda şu mukaddes beyanlar yer almaktadır:

"Onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı?"

"Sizden önce(ki milletlerin başından) nice olaylar gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin dolaşın da yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün."

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam