Faruk TURHAN
DİB Başkanlık Vaizi
Ziyaretlerin iyice seyrekleştiği bir günde, yaşı seksene dayanmış, beli bükük, yaşadığı sıkıntılar yüzündeki kırışıklıklara yansımış bir gönül insanı olan Selahattin Amca, merkez caminin imamı Hüseyin Hoca’yla çıkageldiler. Selahattin Amca, gönül insanı ve Hz. Peygamber sevdalısı biriydi. Hazreti Peygamber’in adı anıldığında gözlerinden şıpır şıpır yaşlar dökülürdü. Selahattin Amca’nın olduğu, durduğu, bulunduğu yere bir maneviyat kokusu sinerdi.
Elindeki bastonla, zorlana zorlana Ömer’in birinci kattaki evine vardı ve kapıyı çaldı. Kapıya çıkan Ömer, Selahattin Amca’yı karşısında görünce mahcup bir edayla içeri buyur etti. Bu mahcubiyetin kaynağı, Selahattin Amca’nın ileri yaşına rağmen evine gelme zahmetine girmesiydi.
Selahattin Amca’yı içeri buyur eden Ömer, “Hoş geldin.” dedikten sonra, “Neden zahmet ettin amcam, buralara kadar yoruldun? Biz sana gelirdik.” deyince Selahattin Amca, “Guzum! Sen mübarek topraklardan geldin. Hacı, kimsenin ayağına gitmez, hacının ayağına gidilir.” dedi.
Selahattin Amca, elini öpmeye yeltenen Ömer’e müsaade etmedi. Ardından Ömer’in avuç içlerini ve göz kapaklarını öptü. “Guzum! Bu gözler Kâbe’yi, Ravza’yı gördü. Bu eller Kâbe’ye dokundu. Bu gözler ve eller öpülmez mi!” dedi.
Ömer, şok hâlindeydi. Ne yapacağını, ne diyeceğini bilemeden hemen içeri koşuverdi. Zemzem, hurma ve hacdan getirdiği hediyeleri ikram etti. Zemzemi sağ eliyle alıp ayağa kalkan Selahattin Amca kıbleye yöneldi. İçinden bir şeyler mırıldanırken zemzemi üç yudumda içti. Sonra fincanın içinde kalan zemzemi de yüzüne sürdü.
Teberrüken bir hurma ve parmağına uygun bir yüzük aldıktan sonra yerine oturan Selahattin Amca, yürekten bir “ah” çekti. Yıllar önce binbir cefayla yaptığı hac yolculuğu ve genç yaşta şehit olan torunu Hamza aklına geldi. Gözleri doldu. Elinde buruşturduğu mendiliyle gözyaşlarını silerken titrek ve hasret dolu bir edayla “Allah kabul etsin guzum.” diyebildi.
Sonra da sözüne şöyle devam etti: “Ömerim, Beytullah aşkı, Hz. Peygamber’in sevdası yüreğime düşünce duramadım. Kıt kanaat geçindiğim bir zamanda hacca gitmek benim için lüks sayılabilirdi. Zaten üzerime de farz değildi. Öyle diyordu hocalarımız. Ama aşk bu, sevda bu! Birinin yüreğine düştü mü onu hiç kimse tutamaz. Hacca gitmek için gece gündüz çalıştım. Bin lira biriktirdim. Dönene kadar aileme yetecek kadar para da bıraktım. Üzerimde hakkı olanlarla, üzerlerinde hakkım olanlarla helalleştim, hâlleştim. Param ancak hacca gitmeye yetiyordu. Hacca giderken herkesin verdiği hac yemeğini de veremedim. ‘Bismillah’ dedim, yola koyuldum. Otobüsle yolculuk, meşakkatli olduğu kadar muhabbetli ve bereketliydi. Konya, Urfa, Bağdat ve Mekke. Her bir yer maneviyat ve aşk dolu. Mevlana, Halil İbrahim Makamı, İmam-ı Azam, Abdülkadir Geylani, Kerbela derken nihayet Beytullah’a varıverdik. Gözlerim pınar, kalbim yerinden fırlayacakmış gibi… Koştum Kâbe’ye sürdüm yüzümü, ağladım ağladım. Kavuşmuştum Kâbe’me, Beytullahıma… Sevinç gözyaşlarıydı bunlar.”
Gözleri dolarak yaptığı haccı anlatan Selahattin Amca’yı dinleyen Ömer’in de gözleri dolmuştu, sanki birlikte hac yapıyorlardı. O mübarek yerleri birlikte ziyaret ediyorlar gibiydi. Ömer, Selahattin Amca’nın sözünü kesmek istemiyor; coşkun akan bir ırmak gibi konuşan Selahattin Amca’yı dinledikçe kendisi de hâlden hâle geçiyordu.
Kendi haccıyla onun yaptığı haccı kıyaslıyor, çekilen sıkıntıların ve zorlukların aslında yapılan haccın etkisini ve dinî hayata yaptığı katkısını daha da kaliteli bir hâle dönüştürdüğünü düşünüyordu.
Selahattin Amca karayoluyla gittiği hacda, yolda parasını kaybetmiş, dönecek parayı bulmak için kimseye el açmamıştı. Hac mevsiminde, bir yandan aşkla, heyecanla ibadetini yaparken diğer yandan da dönüş parasını kazanmak için yük taşımış, hamallık yapmıştı.
Saatlerce konuşsa bıkmadan usanmadan dinlenecek bu güzel sohbeti, namaz vaktinin yaklaştığını hatırlatan Hüseyin Hoca kesmişti. Hüseyin Hoca da gözü yaşlı bir derviş gibiydi. Birkaç yılda bir umrecilerle birlikte umreye gider, dönüşte daha da güzel bir insan olarak gelirdi. Ancak Selahattin Amca, esas söyleyeceğini söylememişti. “Dur hele Hocam! Şunu da söyleyeyim de öyle müsaade alalım.” dedi
Ve Ömer’in kulağına küpe olacak, manevi hayatının vazgeçilmez bir öğüdünü söylüyordu: “Ömer’im, güzel guzum! Canım evladım. Hiç unutma ki hacı üç türlüdür. Birinci kısım, hacda hiç durmadan yemek yer, otelden çıkmaz. Buralara ne için geldiğinin şuurunda değildir. Boş gider, boş döner. İkincisi de otelden çarşı pazar dolaşmak için çıkar. İşi gücü al sattır. O da niye gittiğinin şuurunda değildir. Boş gider, dünyalıklarla dolu döner. Üçüncü tür hacı ise ‘Hak hacısı’ dediğim hacı türüdür. Hakk’ın emri olan haccı, hakkıyla yerine getirendir. Harem’den çıkmaz. Kalbi ve kalıbı hep oradadır. İbadetlerini şuurla yerine getirir, kimseyi de incitmez. Kötü söz söylemez, kötü iş nedir bilmez. Aşkla gider şuurla döner. Anasından doğduğu gibi tertemiz döner. Dolu gider, taşmış olarak gelir. Ondan taşan şeyler çevresini de ihya eder. Hacdaki hâlini ölene kadar devam ettirir. Hak üzere yaşar ve bu hâl üzere ölür. Hakkı ikame eder, Hakk’ın hatırını her şeyden üstte tutar. Kul hakkına hele de kamu hakkına çok dikkat eder. Gerçek hacı, Hak hacısıdır, Hak hacısı olmak lazım!”
Hep birlikte camiye giderken Selahattin Amca’nın hikmet yüklü sözleri âdeta Ömer’i sarsmıştı. Ömer’in zihninde Selahattin Amca’nın sözleri yankılanıp duruyordu: “Hak hacısı olmak lazım guzum!”