عَنْ أَبِى أُمَامَةَ الْبَاهِلِيِّ قَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فِى خُطْبَتِهِ عَامَ حَجَّةِ الْوَدَاعِ: “إِنَّ اللَّهَ تَبَارَكَ وَتَعَالَى قَدْ أَعْطَى لِكُلِّ ذِى حَقٍّ حَقَّهُ…”
Ebû Ümâme el-Bâhilî (ra) anlatıyor: “Resûlullah'ı (sas) Veda Haccı senesinde verdiği hutbede şöyle derken işittim:
"Şüphesiz Yüce Allah (cc), her hak sahibine hakkını vermiştir…"
(T2120 Tirmizî, Vesâyâ, 5)
***
عَنْ مُعَاذِ بْنِ جَبَلٍ قَالَ: كُنْتُ رِدْفَ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) عَلَى حِمَارٍ يُقَالُ لَهُ عُفَيْرٌ... قَالَ: “فَإِنَّ حَقَّ اللَّهِ عَلَى الْعِبَادِ أَنْ يَعْبُدُوا اللَّهَ وَلاَ يُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا، وَحَقُّ الْعِبَادِ عَلَى اللَّهِ [عَزَّ وَجَلَّ] أَنْ لاَ يُعَذِّبَ مَنْ لاَ يُشْرِكُ بِهِ [شَيْئًا].”
Muâz b. Cebel (ra) anlatıyor: “Ufeyr denilen bir eşeğin üzerinde (yolculuk ederken) Allah Resûlü'nün (sas) terkisinde idim... Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurdu: "Allah'ın (cc) kulları üzerindeki hakkı, Allah'a (cc) ibadet etmeleri ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Yüce Allah (cc) üzerindeki hakkı ise kendisine ortak koşmayan kimselere azap etmemesidir." ”
(M144 Müslim, Îmân, 49)
***
عَنْ عَائِشَةَ: أَنَّ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) بَعَثَ إِلَى عُثْمَانَ بْنِ مَظْعُونٍ فَجَاءَهُ فَقَالَ: “...فَإِنَّ لِأَهْلِكَ عَلَيْكَ حَقًّا، وَإِنَّ لِضَيْفِكَ عَلَيْكَ حَقًّا، وَإِنَّ لِنَفْسِكَ عَلَيْكَ حَقًّا...”
Hz. Âişe'den (ra) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) (kendisini ibadete vererek dünyadan el etek çektiğini duyduğunda) Osman b. Maz'ûn'u çağırmak üzere birini göndermiş ve geldiğinde ona şöyle buyurmuştur: “...Ailenin senin üzerinde hakkı vardır. Misafirinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır...”
(D1369 Ebû Dâvûd, Tatavvu', 27)
***
أَنَّ أَبَا هُرَيْرَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: “حَقُّ الْمُسْلِمِ عَلَى الْمُسْلِمِ خَمْسٌ: رَدُّ السَّلاَمِ، وَعِيَادَةُ الْمَرِيضِ، وَاتِّبَاعُ الْجَنَائِزِ، وَإِجَابَةُ الدَّعْوَةِ، وَتَشْمِيتُ الْعَاطِسِ.”
Ebû Hüreyre'nin (ra) işittiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâmı almak, hastayı ziyaret etmek, cenazeye katılmak, davete icabet etmek ve aksırana Allah'tan rahmet dilemek.”
(B1240 Buhârî, Cenâiz, 2)
***
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ: أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “مَنْ كَانَتْ عِنْدَهُ مَظْلَمَةٌ لِأَخِيهِ فَلْيَتَحَلَّلْهُ مِنْهَا…”
Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Kim kardeşine haksızlık etmişse, onunla helâlleşsin…”
(B6534 Buhârî, Rikâk, 48)
***
Nebî (sas), bir gün ashâbı ile oturuyordu. Zaman zaman yaptığı gibi onları konuşturarak sohbetine başladı: "Müflis kimdir bilir misiniz?" Ashâbdan söz alan biri, "Bizim aramızda müflis, malı mülkü olmayan kimsedir." dedi. Bu cevap üzerine Allah Resûlü (sas) şöyle buyurdu: "Asıl müflis, kıyamet gününde kıldığı namaz, tuttuğu oruç ve verdiği zekâtla gelir. Ancak dünyada iken şuna sövmüş, buna iftira atmış, ötekinin malını yemiş, berikinin kanını dökmüş, bir başkasını da dövmüştür. (İhlâl ettiği bu hakların karşılığı olarak) iyiliklerinden alınıp hak sahiplerine verilir. Şayet hesabı görülmeden iyilikleri biterse, mağdur ettiği insanların günahlarından alınarak bunun üzerine yüklenir, sonra da cehenneme atılır."
Âhiret gününde iflas eden insanı bu şekilde tasvir ediyordu Kutlu Nebî (sas). Müflisin bütün çabaları boşa çıkmış, işlediği kötülükler iyiliklerini alıp götürmüş, mükâfat beklerken cezalandırılmıştı. Allah (cc) katında mükâfat kazanmak ve azaptan kurtulmak için kul haklarından arınmış olmak gerekiyordu. Nitekim sahâbeden Ebû Saîd el-Hudrî (ra), Peygamber Efendimizin (sas) şöyle buyurduğunu rivayet etmişti: "Kıyamet günü müminler ateşten kurtulurlar ve cennetle ateş arasındaki bir köprü üzerinde durdurulurlar. Orada, dünyada iken aralarında meydana gelmiş haksızlıklar için kısas yapılır. Nihayet haksızlıklardan temizlendikleri ve pâk oldukları zaman cennete girmelerine izin verilir." Peygamber (sas) başka bir konuşmasında, "Âhiret gününde ne altın ne de gümüş para vardır. Bu nedenle haksızlık yapanın iyilik ve sevapları varsa bunlardan alınıp hak sahibine verilir. Şayet sevabı yoksa mağdur ettiği kişinin günahlarını yüklenir." demiştir. Hesaplaşma ancak böyle tamamlanır. Allah Resûlü’nün (sas), "Allah’ın (cc) huzuruna, hiç kimseye haksızlık yapmadan çıkmayı umuyorum." şeklindeki ifadesi onun bu konudaki titizliğini gösterir.
Kur’an’ı Kerim’de ‘hak’, gerçeğe uygun olan söz, doğru yol, aslına uygun inanç, bilgi, adalet, görev ve ödev, bir olayın içyüzü, doğru, gerçek, sabit gibi anlamlara gelir. Bu anlamlarından dolayı da Kur’an ve İslâm’ı ifade etmek için kullanılmaktadır. ‘Hak’, daha çok, ‘gerçeğe uymayan inanç, hüküm ve düşünceler’ anlamına gelen bâtılın zıddını ifade eder. Bu kelime, varlığı kesin olan, mutlak gerçek anlamlarından dolayı Allah’ın (cc) bir ismi veya sıfatı olarak da zikredilmiştir.
Peygamberimiz (sas) de, "Yâ Rabbi, sen Hak’sın. Vaadin de haktır. Senin sözün de haktır. Sana kavuşmak haktır. Cennet haktır. Cehennem de haktır. Peygamberler de haktır. Kıyametin kopması da haktır." hadisinde hak kavramını, peygamberler, cennet, cehennem ve kıyametin birer gerçek olduğunu ifade etmek için kullanmıştır. Yine, "Allah (cc) yolunda cihad eden, hürriyetini elde etmek için uğraşan ve zinaya düşmemek için evlenmek isteyen kişiye yardım etmek Allah’ın hakkıdır." hadisinde de hak, âdeta bir ‘borç ya da kararlılık’ anlamındadır. "Her yedi günde başını ve bedenini yıkamak, Müslüman üzerinde Allah’ın bir hakkıdır." hadisinde ise hak ifadesi ‘yükümlülük’ anlamında kullanılmaktadır.
Ayrıca hak, ‘kişinin yetkileri, ayrıcalıkları ve diğer varlıklara karşı sabit olan görevleri’ şeklinde de nitelenebilir. Hak konusunda dikkat edilmesi gereken en önemli husus, hakkın tespiti meselesidir. İslâm düşüncesine göre, hakkı belirleyen öncelikle Yüce Allah’tır. Peygamber Efendimizin (sas) ifadesiyle, "Şüphesiz Yüce Allah (cc), her hak sahibine hakkını vermiştir..." Kullara şekil ve yön veren Yüce Allah (cc) olduğu gibi, hakları ve hakların kaynağını beyan eden de O’nun gönderdiği vahiydir. Zira Kur’an’ın ifadesine göre, "Yerlerin ve göklerin mülkü Allah’a aittir." Her şeyi yaratan ve her şeyin sahibi, mâliki olan Allah (cc), aynı zamanda hakkın da sahibi ve belirleyicisidir.
Allah Teâlâ (cc), hakları insanların istek ve arzularına göre değil, adalet ve denge prensiplerine göre belirlemiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, "Eğer hak onların arzularına uysaydı, gökler ile yer ve onlarda bulunanlar elbette bozulur giderdi." buyrulmaktadır. Hak dağılımı kişilerin veya bazı grupların elinde olsaydı çatışma, haksızlık ve dengesizlik kaçınılmaz olurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ (cc) hak dağılımında insanlara verilen hakların az, yetersiz, buna karşı sorumlulukların ağır ve sıkıcı olmasını değil; fert ve toplum hayatının denge ve düzen içinde yürümesini önemsemiştir.
İslâm düşüncesinde haklar, ‘Allah’ın hakları’ ve ‘kulların hakları’ şeklinde ikiye ayrılır. İlki, Allah (cc) ile insan arasındaki hakları; ikincisi ise, insanın diğer insanlarla olan hukukunu ifade eder. Modern dönemlerin en revaçtaki kavramı olan ‘insan hakları’ yerine İslâm kültüründe ‘kul hakları’ tabiri kullanılır. İnsan hakları sadece insan ile insan arasındaki karşılıklı hukuku ifade ederken; kul hakları önce Allah (cc) ile kul arasındaki, sonra da kul ile kullar arasındaki hukuka işaret eder. Dolayısıyla, kul hakları tabiri, içerik olarak insan hakları tabirinden çok daha geniştir. Nitekim Hz. Peygamber (sas), Muâz b. Cebel (ra) ile yaptığı bir yolculuk esnasında Allah (cc) ile insan arasındaki bu hak ilişkisini çok veciz bir şekilde anlatır. Resûlullah (sas), "Ey Muâz! Allah’ın (cc) kulları üzerindeki haklarını bilir misin?" diye sorar. Muâz (ra), "Allah (cc) ve Resûlü (sas) daha iyi bilir." der. Resûlullah (sas), "Allah’ın (cc) kulları üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaları ve O’na ibadet etmeleridir." buyurarak sorunun cevabını verir. Bir süre yol aldıktan sonra yine o mübarek ses işitilir: "Peki ey Muâz! Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah (cc) üzerindeki hakkı nedir, bilir misin?" Muâz (ra) yine, "Allah (cc) ve Resûlü (sas) daha iyi bilir." dedikten sonra Resûlullah (sas), "Allah’ın (cc) onlara azap etmemesi, onları cennetine koymasıdır." buyurur.
Allah’ın (cc) hakları, sadece ibadetleri değil, bütün fertlerin yararını ilgilendiren toplumsal konuları da kapsamaktadır. Toplumda bir haksızlığı önlemek veya hakkı tespit etmek amacıyla Allah (cc) rızası için şahitlik yapılmasını isteyen âyetler bu kapsamdadır. Aynı şekilde toplum düzenini sağlamak için verilen cezaların da Allah (cc) hakkı olduğu kabul edilmiştir. Peygamber Efendimizin (sas), zekâtı vermenin Allah (cc) hakkı olduğunu bildiren hadisleri de yine aynı yöndedir.
İslâm, Allah’ın (cc) hakları ile kulların hakları arasında belli bir ölçü getirmiştir. Her yönüyle Müslümanlar için örnek ve ölçü olan Allah Resûlü (sas), Allah’a (cc) karşı ibadet ve taat amacıyla da olsa, kulların haklarının ihmal ya da ihlâl edilmesini hoş görmemiştir. Nitekim Kutlu Nebî’nin (sas), genç ve dindar dostlarından biri olan Abdullah b. Amr’a (ra) yaptığı tavsiyeler, onun bu konudaki titizliği kadar, hak kavramına verdiği önemi de göstermektedir.
Hz. Peygamber (sas), ibadete düşkünlüğünden dolayı Abdullah’ı (ra) çok severdi. Bir müminin ibadet etmesi ve bu şekilde kulluk bilincini ortaya koyması şüphesiz her türlü övgünün üstündeydi ama her şeyin de bir ölçüsü vardı. Abdullah (ra) devamlı oruç tutmakta, gece gündüz demeden namaz kılmaktaydı. Bu sebeple günlük hayatın gereklerini yerine getirmiyor, eşini ve çocuklarını ihmal ediyordu. Durumu haber alan Allah Resûlü (sas) onunla konuşmak istedi:
"Hiç ara vermeden, peş peşe sürekli oruç tutuyor, geceleri de sürekli namaz kılıyormuşsun. Aman böyle yapma. Çünkü senin üzerinde gözünün hakkı var, nefsinin hakkı var, ailenin (eşinin) hakkı var. Bazı günler oruç tut, bazen tutma. Namaz kıl, uykunu da uyu. On günde bir oruç tutsan, diğer dokuz gün için de sevap alırsın." Abdullah (ra) hemen atıldı: "Yâ Resûlallah! Ben dediklerinden daha fazlasını yapabilecek kadar güçlüyüm!" Resûlullah (sas), "O zaman Dâvûd Peygamber’in (as) orucu gibi oruç tut." dedi. Abdullah (ra) sordu: "Dâvûd Peygamber (as) nasıl oruç tutardı ki Ey Allah’ın Resûlü?" Resûlullah (sas), "Dâvûd Peygamber (sas) bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Düşmanla karşılaştığı zaman da kaçmazdı." cevabını verdi. Abdullah (ra), bu cevap karşısında biraz irkilmiş, Cenâb-ı Peygamber’in (sas) kastettiği noktaya gelmişti: "(Böyle oruç tutup takatsiz kalınca) kim savaştan kaçmamamı garanti edebilir ki!" Bu itiraf üzerine Peygamber Efendimiz (sas) zaman zaman yaptığı gibi, konunun iyice anlaşılması için sözünü üç kere tekrarladı ve şöyle dedi: "Hiç ara vermeden, sürekli, her gün oruç tutan, oruç tutmuş sayılmaz."
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." âyetinde de dikkat çekildiği üzere ibadet, insanın varlık sebebidir. Buna rağmen Allah Resûlü (sas), böylesine önemli olan ibadetin, belirli ve insanın gücüne göre tespit edilmiş ölçüler içinde yerine getirilmesini istemiştir. Bu şekilde, ferde verilen sorumluluklara bir sınırlama getirilerek, insanın yaratılış gayesi olan kullukla beraber temel haklardan feragat edilemeyeceğine ve hakların özünün korunması gerektiğine işaret edilmiştir.
İslâm’a göre din, ırk, cinsiyet ve millet farkı gözetmeksizin her insanın doğuştan sahip olduğu en önemli hakkı şüphesiz ki hayat hakkıdır. Aslında bu hak, daha ana rahminde ‘canlı bir organizma’ denilecek aşamada başlar. Tıbben herhangi bir zorunluluk olmadıkça, o ceninin de hayat hakkı vardır ve kürtaj gibi dışarıdan bir müdahale ile onun yaşama hakkı engellenemez. Sonra insan, doğumundan itibaren, bu hayata gözünü açar açmaz iyi bir bakım, güzel bir isim, terbiye, kendisine miras olarak intikal eden malların korunması gibi çeşitli haklara sahip olur. Bu ilk adımında insan, her bakımdan alıcı konumundadır. Zira sorumlu/yükümlü olabilmesi için akıllı ve ergin olması gerekir. Kişi, çocukluk dönemini atlatıp iyi ile kötüyü, kâr ile zararı birbirinden ayırabildiği yaşa ulaştığı zaman, haklarıyla birlikte bütün sorumluluklarını da yerine getirmeye başlar. Bu duruma geldiğinde ise insanın, hak ve sorumluluklardan birini yerine getirip diğerini ihmal etmemesi gerekir
Allah Teâlâ (cc), "Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır." buyurarak bu hakkın her şeyden önce gelen temel haklardan olduğunu bildirmiştir.
Hayat hakkı yanında, mal mülk gibi maddî değerlerin; izzet, şeref ve namus gibi kişilik değerlerinin korunması da temel haklardandır. Nitekim Hz. Peygamber (sas) bütün insanlığa hitaben şöyle buyurur: "(Ey insanlar!) Bu (Zilhicce) ayınızda, bu (Mekke) şehrinizde, bu (arefe) gününüz nasıl saygın ise, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (şeref ve namuslarınız) da aynı şekilde saygın (dokunulmaz)dır."
Bilinçli bir Müslüman için hak, her yerde ve her zaman arzulanan, ihlâli karşısında ise savunulması gereken bir temel değerdir. Allah Resûlü (sas), zalim yöneticiye karşı hakkı söylemeyi, en faziletli cihad olarak nitelemiştir. Bu yüzdendir ki hakkın muhafazası adına Müslümanlar, gerektiğinde canlarını ve mallarını ortaya koymaktan çekinmezler. İslâm, gerek Allah’ın (cc) gerekse insanın haklarına o kadar önem vermiştir ki bu uğurda gösterilecek her türlü çabayı övmüş; can, mal, aile ve din gibi değerleri savunma uğrunda hayatını kaybeden kişiyi şehit kabul etmiştir. Peygamber Efendimizin (sas) belirttiğine göre, sabrederek, ecrini Allah’tan (cc) umarak, savaş meydanından kaçmaksızın ileri atılarak cihad eden kimse şehid olduğunda Allah Teâlâ (cc) tarafından günahları bağışlansa da üzerinde kul hakkı olması hâlinde bu borç affolunmaz. Dolayısıyla kişi bir başkasının hakkını ödemediği sürece tam olarak arınamaz.
Bir gün, Yahudi olduğu söylenen bir adam, Peygamber Efendimize (sas) borç verdiği deveyi kaba bir tavırla ister. Onun bu tavrını beğenmeyen ashâbdan bazıları onu paylamak isterler. Ancak Kutlu Nebî (sas), "Hak sahibinin, söz söyleme hakkı vardır." buyurarak adamın bu tavrını anlayışla karşılar ve ashâbının ona karşı koymasını da engeller.
Diğer insanların hakları söz konusu olduğunda şüphesiz, ailenin temeli olan karı kocanın birbirlerine karşı olan hakları özel bir yere sahiptir. Zira huzur, sevgi ve güvenin kaynağı olan ailede eşlerin birbirlerine karşı hakları ve sorumlulukları olduğu, Allah Teâlâ (cc) tarafından bildirilmiştir. Bu hakların en önemlilerinden biri, Allah’ın (cc) varlığının delillerinden olan sevgi ve merhametin temini, bir diğeri de iyi geçimdir. Allah Resûlü (sas) de Veda Hutbesi’nde bu haklar üzerinde özellikle durmuş ve şu tavsiyelerde bulunmuştur: "Sizin, hanımlarınızın üzerinde haklarınız olduğu gibi, hanımlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin hanımlarınız üzerindeki hakkınız, hanımlarınızın namuslarını muhafaza etmeleri ve hoşlanmadığınız kimsenin evinize girmesine izin vermemeleridir. Dikkat edin! Hanımlarınızın sizin üzerindeki hakkı onların giyim ve gıda ihtiyaçlarını güzelce karşılanmasıdır." Ayrıca kadınların özel hakkı olan mehrin erkek tarafından verilmesinin gerekli olduğunu da bildirerek kadınların sosyal haklarının teminat altına alınmasını sağlamıştır. Elbette bu maddî hakların yanı sıra kadınlar saygı ve merhamet görme, bedenen ve ruhen desteklenme, ilgi ve sevgi bulma gibi mânevî haklarına da Peygamberimizin (sas) öğretileri ile kavuşmuşlardır.
Ailenin süsü olan çocukların da şüphesiz hakları vardır. Yüce Mevlâ (cc), çocukların doğumdan itibaren bakılıp büyütülme hakkının olduğunu bildirmiştir. Allah Resûlü (sas) bir aile reisine, "Çocuğunun senin üzerinde hakkı var." buyururken de bunu kastetmiştir. Çocuklar ailedeki kardeşleriyle eşit imkânlara sahip olma, korunup gözetilme, dinî âdâb ve terbiye ile büyütülme hakkına da sahiptirler.
Aile içinde bu haklara sahip olan çocuklar da anne babalarına karşı sorumluluk içinde olurlar. Gerçi Resûl-i Ekrem’in (sas) de ifade buyurduğu gibi, "Bir evlâdın anne ve babasının hakkını ödemesi gerçekten zordur." Ama yine de Peygamber Efendimiz (sas) anne babaya iyilikte bulunmayı ve onlara karşı saygısızlıktan sakınmayı ısrarla tavsiye ederek ebeveynin haklarına dikkat çekmiştir. Çünkü, "Rabbin hoşnutluğu anne babanın hoşnutluğuna, O’nun öfkesi ise anne babanın öfkesine bağlıdır."
Anne baba dışındaki akraba haklarına da gerekli hassasiyet gösterilmelidir. Çünkü Allah Resûlü (sas) bu konuda, "Allah’a (cc) ve âhiret gününe iman eden kimse akraba ilişkilerini sürdürsün." buyurmuştur. Yine akrabası kendisine iyililik yapmayı kestiği hâlde onlara iyilik yapmaya devam eden kişileri öven ve "Akrabalarla ilişkiyi kesen kimse cennete giremez." buyuran Sevgili Peygamberimiz (sas), konunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır.
Kişiye ailesinden sonra en yakın olan komşuların hakları da unutulmamalıdır. Resûlullah (sas), "Allah’a (cc) ve âhiret gününe iman eden kişi, komşusuna eziyet etmesin." buyurarak bu hakkın Müslüman için vazgeçilmez olduğunu belirtmiştir. Yine Efendimiz (sas), ev veya tarlada komşu olanın, komşunun evi veya tarlasını satın almada öncelik hakkına sahip olduğunu hatırlatırken, komşuluk haklarının izzet ikram ve benzeri durumlarda olduğu gibi alım satım gibi durumlarda da öncelikli olması gerektiğini bildirmekteydi.
Müslüman, aile bireyleri, yakın akrabaları, komşuları yanında toplumun diğer bireylerine karşı da sorumludur. Zira Peygamber Efendimizin (sas) tasvirine göre İslâm’ın toplum anlayışına göre, inanan bireyler "birbirine sımsıkı kenetlenmiş tuğlalardan oluşan bir bina" ya veya "bir vücuda benzer. Organlardan biri hastalanınca vücudun tamamı ateşlenir ve uykusuz kalır." Bundan dolayı İslâm, toplumun bireylerini birbirine bağlayacak ve sağlıklı bir işleyiş temin edecek prensipleri iştiyakla tavsiye eder. Yine bu nedenle Resûl-i Ekrem (sas), "Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâmı almak, hastayı ziyaret etmek, cenazeye katılmak, davete icabet etmek ve aksırana dua etmek." buyurmuştur.
İslâm, toplum düzeni için bu ortak sorumluluk ve haklara karşılıklı riayet etmek gerektiğini bildirmiştir. Alışveriş gibi gündelik bir konudan, toplum idaresi gibi hayatî bir meseleye kadar sağlıklı bir ilişkinin temelinde haklar konusunun bulunduğunu ifade etmiştir. Bu doğrultuda meselâ, "Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın." emri, sıradan ve ferdî bir hak ihlâlinin önüne geçmenin ötesinde, tüm topluma sirayet edebilecek bir tehlike konusunda ilâhî bir ikazdır. Toplumsal hayatta hak ve hukuka saygısı olmayan birileri, kendi çıkarları doğrultusunda başkalarının hakkına el uzatabilir, haksız kazanç elde etmeye kalkışabilir. Bireyler de farkında olmadan haksızlığa uğrayabilirler. Hatta aldatılmak suretiyle mağdur edilen ve hak kaybına uğrayan bir insan da, bunun karşılığı olarak hakkını bir başkasından zulüm yoluyla elde etmeye kalkabilir. Dolayısıyla bu şekilde bir ihmali önlemek her şeyden evvel, toplumu idare eden yetkililerin sorumluluğu olup, bunun temin edilmesi aslında hukukun bir gereği ve kamusal bir haktır. Toplumu sevk ve idare etme gibi önemli görevlere gelen kişilerin temel sorumluluğu, tam bir adalet ile hakları gözetmek olacaktır.
İnsanlara verilen haklar aynı zamanda sorumlulukları beraberinde getirmiştir. Haklar ve sorumluluklar iç içedir. Bu da aynı zamanda hakların korunmasını ve teminat altına alınmasını sağlamaktadır. Hak ve sorumluluk bilinci olan birey ve toplumlarda, hakka ve hukuka saygı egemen olacağı için haksızlıklar asgarîye inecektir. Hakkaniyete dayalı sosyal ilişkiler, beraberinde hem müreffeh bir hayatı hem de âhiret yurdunda kurtuluşu getirecektir. Bunun aksi olan haklara tecavüz ve hukuksuzluk hâli ise hem sosyal hayatta kaos ortamını doğuracak hem de âhiretin kararmasına sebep olacaktır. Allah Resûlü’nün (sas), "Zulümden sakının! Çünkü zulüm kıyamet gününde karanlıklar olacaktır." hadisi bu durumu çok güzel izah etmektedir.
Hakların gözetilmesi konusunda insanın muhatabı sadece insan değildir. Kendisinin emrine verilen, kendi faydası için yaratılmış olan hayvanlar da bu titizlikten pay almak durumundadır. Bu noktada, insanın yararına verilmiş her bir hayvan çeşitli haklara sahiptir. Söz gelimi iyi beslenmeli, iyi muamele görmeli, itilip kakılmamalı, hatta kesimi dahi acı ve ızdırap vermeyecek şekilde yapılmalıdır. Zira o, Allah (cc) tarafından insana verilmiş bir emanettir. Öyleyse hayvanın kendisi yanında bu emanetin asıl sahibi de dikkate alınmak durumundadır. Dolayısıyla bir hayvana eziyet bile, neticede Allah’ın (cc) haklarını ihlâl mânâsına gelir. Sırf eğlence olsun diye hayvanlara eziyet edenlerin Allah Resûlü (sas) tarafından kınanmasının sebebi de budur.
İnsan sadece çevresindeki canlıların değil cansız varlıkların da hakkına riayet etmek durumundadır. Bu bağlamda bitkilerin de korunmaya hakkı olduğuna işaret eden Peygamberimiz (sas) kuraklık zamanında hayvanlar için sığınak görevi gördüklerini hatırlatarak ağaçların kesilmesini yasaklamıştır. Diğer taraftan o, savaşa çıkan ordusuna haddi aşmamaları, ihtiyarları öldürmemeleri, ibadetgâhları yakmamaları gibi hususlarda talimat verirken ağaçları kesmemelerini de emretmiştir. Ayrıca Peygamberimiz (sas) genel kullanıma açık olan yolların bile bir hakkı olduğundan söz etmekte ve yol kenarında oturanların harama bakmamak, gelip geçeni rahatsız etmemek, selâm verenin selâmını almak, iyiliğe yönlendirip kötülükten alıkoymak gibi yola ait hukuka riayet etmesini istemektedir.
Hak-bâtıl mücadelesi açısından düşünüldüğünde inananlar için ‘Hak’, gün gibi aşikârdır. Yüce Allah’ın (cc) beyan ettiği gibi, "Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur." Hak din olan İslâm ile Hakk’ın kelâmı olan Kur’an’ın gelişi böyledir. Fakat bunun kabulü, her şeyden evvel bir iman ve tasdik işidir. Bilerek Hakk’ı kabul edenler kadar, bile bile inkâr edenler de her zaman olmuştur.
Toplumsal hayatın özellikle hukukî alanlarda herkesi hak arayışına mecbur bıraktığı bilinen bir gerçektir. Fakat bu noktada, neyin hak ve hakikat olduğu, neyin gerçek dışı olduğu konusu bazen çok karmaşık olabilmektedir. Böyle durumlarda, hak ve hukukun üstünlüğünü savunan, bunu hayata geçirebilme adına mücadele verenler dahi bazen yanılabilir. Nitekim bir beşer olarak Peygamber Efendimizin (sas), Yüce Allah’a (cc), "İhtilâf edilen durumlarda bana hak olanı göster." şeklindeki duası bunu göstermektedir.
İnsanlar farkında olarak veya olmayarak bazen hak ihlâli yapabilirler. Bu durumlarda kişi, Peygamber Efendimizin (sas) "Kim kardeşine haksızlık etmişse, onunla helâlleşsin..." emri gereği Allah’ın (cc) huzuruna çıkıp sıkıntı yaşamadan önce yaptığı haksızlığı gidermeli ve mağdur ile helâlleşmelidir. İnsan başkasının hakkına el koymak suretiyle dünyalık kazanmış olabilir. Ancak bu yolla âhiret saadetini kaybedeceğini unutmamalıdır. Zira bu öyle âdil bir dengedir ki günü geldiğinde Allah Teâlâ (cc) boynuzsuz koyuna eziyet eden boynuzlu koyundan bile hesap soracaktır. Hesap ve mahkeme gününde hakka riayet eden de, haksızlık eden de, mutlaka yaptığının karşılığını görecek ve bu konudaki tutum ve amelleri en ince ayrıntısına kadar değerlendirilecektir.
Her insanın, ilişki içinde olduğu diğer varlıklara karşı dikkat etmesi gereken görev ve sorumlulukları, kim veya ne olursa olsun sahibine karşı ödemek durumunda olduğu borçları vardır. Tüm bu haklar, görevler, sorumluluklar ve borçlar karşılıklıdır. Yani insan, muhataplarından birine karşı bir açıdan sorumlu ve borçlu iken bir başka açıdan alacaklı konumundadır. Bu durum, insanın var oluşunun ayrılmaz bir yönüdür. Konusu ve kapsamı ne olursa olsun her türlü hakka riayet eden insan, aslında doğrunun, hakikatin yani Hakk’ın yanındaki yerini almış demektir. Dolayısıyla hayatımızın her ânında Hak’tan yana tavır almakla ve Hakk’ı savunmakla sorumluyuz.
"Yâ Rabbi bize eşyayı olduğu gibi göster. Hakk’ı hak bilip Hakk’a uymayı, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan kaçmayı nasip eyle."
Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam