عَنِ ابْنِ مَسْعُودٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ: سَمِعْتُ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: “لاَ حَسَدَ إِلاَّ فِى اثْنَتَيْنِ: رَجُلٌ آتَاهُ اللَّهُ مَالاً فَسَلَّطَهُ عَلَى هَلَكَتِهِ فِى الْحَقِّ، وَرَجُلٌ آتَاهُ اللَّهُ حِكْمَةً فَهْوَ يَقْضِى بِهَا وَيُعَلِّمُهَا.”

İbn Mes'ûd'un (ra) işittiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Ancak iki kişiye gıpta edilir. Bunlar, Allah'ın (cc) kendisine verdiği malı hak yolunda harcayan kimse ile Allah'ın (cc) kendisine verdiği (ilim ve) hikmete göre karar veren ve onu başkalarına öğreten kimsedir.”

(B1409 Buhârî, Zekât, 5)

***

Ebû Hüreyre'den (ra) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder, söz verdiği zaman sözünde durmaz. ”

(B2749 Buhârî, Vesâyâ, 8; M211 Müslim, Îmân, 107)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ أَنَّ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “إِيَّاكُمْ وَالْحَسَدَ فَإِنَّ الْحَسَدَ يَأْكُلُ الْحَسَنَاتِ كَمَا تَأْكُلُ النَّارُ الْحَطَبَ.”

Ebû Hüreyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Hasetten sakının. Çünkü ateşin odunu yakıp tükettiği gibi haset de iyi amelleri yakar, bitirir.”

(D4903 Ebû Dâvûd, Edeb, 44; İM4210 İbn Mâce, Zühd, 22)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “...لاَ يَجْتَمِعَانِ فِى قَلْبِ عَبْدٍ: الْإِيمَانُ وَالْحَسَدُ.”

Ebû Hüreyre'den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“...Bir insanın kalbinde iman ile haset bir arada bulunmaz.”

(N3111 Nesâî, Cihâd, 8)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ عَنْ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “إِذَا نَظَرَ أَحَدُكُمْ إِلَى مَنْ فُضِّلَ عَلَيْهِ فِى الْمَالِ وَالْخَلْقِ، فَلْيَنْظُرْ إِلَى مَنْ هُوَ أَسْفَلَ مِنْهُ مِمَّنْ فُضِّلَ عَلَيْهِ.”

Ebû Hüreyre'den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“(Şayet) biriniz, mali imkânlar bakımından ve bedenen kendisinden daha iyi durumda olanlara (imrenip) bakacak olursa; bir de (bu yönlerden) kendisinden daha kötü durumda olanlara baksın!”

(B6490 Buhârî, Rikâk, 30; M7428 Müslim, Zühd, 8)

***

عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “لاَ تَبَاغَضُوا، وَلاَ تَحَاسَدُوا، وَلاَ تَدَابَرُوا، وَكُونُوا عِبَادَ اللَّهِ إِخْوَانًا…”

Enes b. Mâlik'ten (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Birbirinize kin beslemeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları! Kardeşler olun!..”

(B6076 Buhârî, Edeb, 62; M6526 Müslim, Birr, 23)

***

Allah Resûlü (sas) bir Medine sabahında yine ashâbıyla oturuyor, onlara anlatıyor, öğretiyor, dinliyor ve cevaplıyordu. Bir ara durdu ve "Şimdi yanınıza cennetlik bir adam geliyor!"  dedi, sahâbîler, ensardan bir zâtın geldiğini gördüler. Sakalından, aldığı abdestin suyu damlayan, terliklerini eline almış bir sahâbî idi bu. Başka bir gün, ashâbı ile otururken Hz. Peygamber (sas) yine aynı şeyi söyledi: "Şimdi yanınıza cennetlik bir adam geliyor!"  Gelen, yine aynı şahıstı. Üçüncü gün de aynı olay tekrar etti. Hz. Peygamber (sas) o günkü sohbetini bitirip meclisten ayrılınca sahâbîler de dağılmaya başladı. Genç sahâbîlerden Abdullah b. Amr (ra), Hz. Peygamber’in (sas) cennetlik olduğunu söylediği zâtın peşine düştü. Onu cennetlik yapan şeyi öğrenmek istiyordu. Fakat soruyu doğrudan, bu şekilde de soramazdı. Aklına bir çare geldi. Gidip o zâta, "Babamla tartıştık. Üç gün eve gitmeyeceğime yemin ettim. Eğer uygun görürsen bu süre geçene kadar seninle kalabilir miyim?" dedi. Cennetlik sahâbî, Abdullah’ın (ra) bu teklifini kabul etti.

Üçüncü gün sonunda Abdullah (ra), bu süre boyunca o Medineli Müslüman’ın gece namazına kalktığını görmediğini, sabah namazına kadar uyuduğunu, sadece yatağında sağa sola dönerken Allah’ı (cc) zikrettiğini ve tekbir getirdiğini fark etti. O günleri anlatırken de şöyle dedi: "Gerçi konuşmaları esnasında sadece güzel şeyler söylediğini işittim. Üç gece geçince yaptığı ibadetleri neredeyse küçümseyecektim. Bunun üzerine ona dedim ki: "Aslında ben babamla tartışmadım. Ancak Hz. Peygamber (sas) üç kere, "cennetlik bir adam geliyor" dedi, üçünde de sen çıktın geldin. Ben de senin yanında kalıp ne yaptığını görmek ve aynısını yapmak istedim. Ancak görüyorum ki sen çok da fazla bir şey yapmıyorsun. Seni, Hz. Peygamber’in (sas) söylediği bu dereceye ulaştıran nedir?" "Sadece gördüklerin." dedi ensarlı adam sakince. Bu cevap üzerine yanından ayrıldım. Fakat çok uzaklaşmadan beni geri çağırdı ve şöyle dedi: "Ancak bir şey daha var. Ben kalbimde hiçbir Müslüman’a karşı kin, nefret ve samimiyetsizlik bulundurmam ve Allah’ın (cc) kendisine ihsanda bulunduklarından dolayı hiç kimseye haset etmem."

Bunun üzerine Abdullah b. Amr (ra) diyor ki: "İşte seni yücelten bu! Bizim yapamadığımız da bu!" Cennetin anahtarı olarak gösterilen en önemli hasletlerden biri: Allah’ın (cc) verdiği bir nimetten dolayı hiç kimseye haset etmemek!

Allah Teâlâ (cc), bilgi, düşünce, mal mülk, para pul, mevki makam, şan şöhret, vücut güzelliği gibi akla gelebilecek hemen her hususta insanları farklı yaratmış, kimine bu nimetlerinden bolca ihsanda bulunmuş, kimine ise az vermiştir. Şüphesiz Cenâb-ı Hakk’ın (cc) her tasarrufunda bir hikmet vardır. İnsana verilen bu nimetler her şeyden önce birer imtihan vesilesidir.

İnsanoğlunun hamurunda, imkân sahibi olmada kendine sınır tanımayacak, "Şu kadarı bana yeter." deme erdemini gösteremeyecek bir temayül de vardır. İşte bu noktada insan, mahiyeti, sınırları ve yönlendirici etkisi noktasında birbirine çok yakın, ama neticeleri itibariyle sevap ve günah kadar, cennet ve cehennem kadar farklı iki his arasında gelip gider. Eşinde, dostunda, akrabası veya arkadaşları içinde kısacası toplumdaki herhangi bir insanda arzu edilen bir nimet, bir vasıf gördüğü zaman kişi genellikle iki histen birine kapılır. Birincisi mutlu olur, bu kişiye imrenir, bu nimetlerin ona çok yakıştığını düşünür ve bunların aynısına sahip olmayı temenni eder. İşte bu, gıptadır. Ancak, Allah (cc) ve Resûlü’nün (sas) beyanına göre bu hissin dinî ve dünyevî amaçlara yönelik olanları arasında da fark vardır. Gıptanın dine, dinî değerlere, âhirete yönelik olanı özellikle teşvik edilmiş, inananların bu yönde gayret sarf etmesi istenmiştir. Buna göre kişi, din konusunda kendisinden üstün gördüğü kimselere bakmalı, onlar gibi olmaya çalışmalıdır. Ancak bu konuda da ölçü, kendisinden daha azına sahip olanlar olmalı, insan onlara bakıp Allah’ın (cc) kendisine verdiği nimetlere hamd etmelidir. İşte Allah’ın (cc) ‘şükredenler’, ‘sabır gösterenler’ hanesine yazacakları bunlardır.

Şüphesiz gıpta konusunda bu ölçüyü tersine çevirmek de ihtimal dâhilindedir. Yani kişi, dinî değerler konusunda kendisinden daha az dikkatli olanlara bakar da kendini onlardan iyi görürse bu sebeple ibadet ve taatinde zaman içinde bir zaaf oluşabilir. Hâlbuki Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: "Kimin kaygısı âhiret olursa Allah (cc) onun kalbini zengin kılar; iki yakasını bir araya getirir (işlerini yoluna koyar) ve dünya (nimetleri) onun ayağına gelir. Kimin kaygısı da dünya olursa Allah (cc), onun fakirliğini iki gözü arasına koyar (fakirlik endişesinden kurtulamaz) ve onun iki yakasını bir araya getirmez; dünya (nimetlerinden) ancak nasibi kadarına erişir."  Bu inceliğe dikkat çeken Hz. Peygamber (sas) gıpta edilebilecek kişilere örnekler de vermiştir: "Ancak iki kişiye gıpta edilir. Bunlar, Allah’ın (cc) kendisine verdiği malı hak yolunda harcayan kimse ile Allah’ın (cc) kendisine verdiği (ilim ve) hikmete göre karar veren ve onu başkalarına öğreten kimsedir."

Başkasının elindeki nimetlere karşı kişinin beslemesi gereken hisleri bu şekilde tespit eden Allah Resûlü (sas), imrenip aynısını talep etme ve bu konuda gayret göstermenin bir adım ilerisine de dikkat çekmiştir. Buna göre kişi, "onda olan bende de olsa" demekle yetinmeyecek, onu takdir etmekle kalmayıp daha fazlasına talip olacaktır. Bu nokta ise, münâfese yani hayırlı şeylerde birbiriyle yarışma noktasıdır. Nitekim iyi insanların âhirette karşılaşacakları nimetleri anlattıktan sonra Allah Teâlâ, "...İşte yarışanlar, bunun için yarışsınlar."  ve "...(Ey müminler!) Siz hayır işlerinde yarışın..."  buyururken bir taraftan talep edilmesi gereken şeyler noktasında mutlak iyiye, güzele ve sonsuz olana işaret etmiş, diğer taraftan da başkasında görülen bir güzelliğin aynısıyla yetinmemeyi, daha fazlası için yarışmayı salık vermiştir. Yani burada başkasının durmasını, hele hele gerilemesini istemek yoktur. Aksine o nereye ulaşırsa ulaşsın onu geçme azmi vardır. Hatta bu açıdan düşünüldüğünde muhatabın daha çok ilerlemesi, daha fazlasına sahip olması tercih edilir. Çünkü bireyin hedefi gıpta ettiği kardeşinin ilerisine geçmektir. Nitekim Hz. Peygamber (sas), "Ancak şu iki kişiye gıpta edilir."  diye başladığı hadisin başka bir varyantında, kendisine Kur’an ilmi verilen kimseye gıpta eden kişinin, "Eğer bu adama verilenin bir benzeri bana da verilseydi, onun yaptığını ben de yapardım."  ;kendisine mal verilen kimseye gıpta eden kişinin de, "Eğer bu adama verilenin bir benzeri bana da verilseydi, ben de onun yaptığını yapardım."  şeklinde gıpta ettiğinden söz eder.

Bir başkasında gördüğü güzel bir vasıf veya arzulanan bir nimet karşısında kişinin gösterebileceği ikinci tepki ise üzüntüdür. "Onda var ama bende yok!" şeklindeki çekememezlik ile başlayan bu tavır, eğer hemen gıpta veya hayırda yarışma şekline dönüştürülemez ise kısa sürede, "Bende yoksa onda da olmasın." hissine dönüşüverir. Bunun da bir adım ilerisinde, "Başka kimsede değil sadece bende olsun!" aşaması vardır. İşte bu his, hasettir.

Allah Teâlâ (cc) insanda var olan haset duygusunun ve üstünlük yarışının hayırlı şeylerde ve iyi yönde olması gerektiğine işaret etmektedir. Diğer taraftan haset duygusunun ve bu duyguya hizmet edecek çabanın istenmeyen sonuçlar doğurabileceğine dikkat çekerek kesin bir uyarıda bulunur: "Yoksa onlar, Allah’ın (cc) lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar?"  Hatta daha net ve kesin uyarılarda da bulunur: "Allah’ın (cc) sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı kıskanarak) arzulamayın..." 

Haset eden kişi, bir anlamda Allah’ın (cc) takdirine itiraz ediyor gibidir. Zira kıskandığı kişi için Allah (cc) tarafından takdir edilmiş bir nimetin veya iyi bir vasfın yok olmasını istemek aslında bu karara itiraz etmektir. Halbuki dünya nimetlerinin insanlar arasında ne şekilde paylaşılacağı Rabbimizin yetkisindedir: "Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, kimini kimine, derece derece üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır."

Diğer taraftan haset eden insan, kıskandığı kişi veya kişileri daima araştırır, soruşturur, her zaman bir tecessüs hâlinde bulunur. Onun sahip olduğu nimetleri öğrendikçe üzülür, endişelenir, sıkıntıya düşer. Hâlbuki aslında kendisi muhatabının sıkıntı, endişe ve üzüntü içinde bulunmasını istemektedir. Ancak muhatabının bundan haberi bile yoktur. Dolayısıyla denilebilir ki hasedin zararı ancak kişinin kendisine olur. Bazıları beslediği bu hissin yoğunluğuna göre dinî olsun dünyevî olsun asıl vazifelerini bırakıp artık bir hasım, hatta bir düşman hâline getirdiği muhatabının durumunu takip etmeye ve daha kötüsü bütün vaktini buna hasretmeye başlar. Böylece kendi amellerini ihmal eder. Ya da şeklen ihmal etmese bile onlardan bir tat, bir feyiz alamaz hâle gelir.

Resûl-i Ekrem’in (sas) ifade ettiği gibi, "Hasetten sakının. Çünkü ateşin odunu yakıp tükettiği gibi haset de iyi amelleri yakar, bitirir."  Görüldüğü gibi haset, aslında haset edilene değil haset edene zarar vermektedir. Zira haset eden, muhatabının sahip olduğu dünya nimetlerinin onun elinden çıkmasını istemiş fakat takdire engel olamamıştır. Bu durum haset edene dünyada sıkıntı vereceği gibi muhatabına da rahatsızlık vermesi sebebiyle âhirette de azap görmesine neden olacaktır.

Hasedin mahiyeti, yönü, kontrol altına alınabilirlik derecesi, hayra sevk edilme gayreti insandan insana farklılık gösterir. Kimisinde gelip geçer, kimisinde gıptaya veya iyilik yarışına dönüşür, kimi insanda ise kalıp yerleşir; bütün benliğine, hayat tarzına, dünya görüşüne hâkim olur. Bu hissin, insanın hem dünyası hem de âhireti için tehlikeli olan ve her iki hayatı da zehre çevirip kâbusa döndürecek şekli, özellikle bu sonuncu şekildir. Bu tehlike, tek tek insanlar açısından olduğu kadar, toplum için de söz konusudur. Nitekim Hz. Peygamber (sas), "Önceki ümmetlerin hastalıklarından olan haset ve kin size de bulaştı..."  buyurarak Müslümanları uyarmıştır.

Kullarına karşı beslediği sonsuz sevgi ve merhametten dolayı Allah Teâlâ (cc), hasedin zararlarına karşı inananları uyarmak üzere hem cennette hem de yeryüzünde işlenen suçların haset düşüncesinden kaynaklandığına işaret eden çeşitli kıssalar anlatır. Bu meyanda, yaratılışın başlangıcında, insanlığın atası henüz yeryüzüne indirilmemişken Allah’a (cc) karşı işlenen ilk günah hasetten; İblis’in Hz. Âdem’e (as) hasedinden kaynaklanmıştır. Kibrinden dolayı küfre giren İblis, Âdem’i (as) nail olduğu nimetlerden mahrum etmek ve onu cennetten çıkarmak için çalışmaya başlamış, bunda başarılı da olmuştur. Yeryüzüne indirilen insan nesli içinde işlenen ilk günahın sebebi de, bir insanın gözlerini, onu kardeş katili yapacak kadar bürüyüp kör eden hasettir. Kâbil ve Hâbil, Allah’a (cc) yaklaşmak için O’na (cc) birer kurban sunmuştur. Ancak kurbanı kabul edilmeyen Kâbil, kardeşi Hâbil’i kıskanmış ve neticede onu öldürmüştür.

Haset, hem bireysel hem de toplumsal ölçekte pek çok zararlı netice doğurmaktadır. Zira birbirine haset eden insanlardan kurulu bir toplumda artık sosyal barış, adalet, hoşgörü, birlik ve beraberlik gibi güzel hasletlerden bahsetmek mümkün olmaz. Hatta bu kayıpların ötesinde toplumu oluşturan insanlar, din ve inanç gibi aslî konularda da sırf haset yüzünden büyük zararlara uğrayabilirler. Nitekim Rabbimiz (cc), bizlere ders olması için Kureyş müşriklerinin bu hâlinden bahisle şöyle buyurur: "Onlar, kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer (azabın) belli bir süreye kadar (ertelenmesi ile ilgili olarak) Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi..."

Ehl-i kitabın kendi içlerinde sırf haset yüzünden düştükleri durum, İslâm’a ve Müslümanlara karşı tavırlarını da etkilemiştir: "Kitap ehlinden birçoğu, hak kendilerine belirdikten sonra dahi, içlerindeki hasetten ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler..."  Münafıkların Müslümanlara karşı haset besleyerek onlar hakkında kötü plan ve düşüncelere dalmaları ise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır: "Size bir iyilik dokunursa, bu onları üzer. Başınıza bir kötülük gelse, ona sevinirler. Eğer siz sabırlı olur, Allah’a (cc) karşı gelmekten sakınırsanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez. Çünkü Allah (cc) onların işlediklerini kuşatmıştır."

Hasedin inanç ile çelişen ve inanan kişiye karşı kötü niyet beslemeyi beraberinde getiren yapısından dolayı Hz. Peygamber (sas), "...Bir insanın kalbinde iman ile haset bir arada bulunmaz."  buyurmuştur. Hz. Peygamber (sas), insanların bir arada kardeşçe yaşamalarını engelleyen ve Müslüman’a yakışmayan kötülükler arasında zanla hareket etmek, birbirinin eksikliklerini görmeye ve işitmeye çalışmak, özel ve mahrem hayatı araştırmak, birbirine sırt çevirip küsmek, kin ve nefret beslemek gibi özelliklerin yanında hasedi de saymıştır.

Haset duygusunun böylesine bireysel ve toplumsal zararlara yol açacağını bilen bir insan, öncelikle bunun ortaya çıkmasına engel olmaya çalışır veya en azından kendisini onun etkilerinden koruyacak çareler arar. Hemen belirtmek gerekir ki bu yönde atılacak ilk adım, hasedi doğuran sebeplerin bilinmesidir. Çocukluktan itibaren bu konuda verilmesi gereken eğitime mutlaka dikkat edilmelidir. Haset, başta dinî duygu ve bilgi eksikliği olmak üzere, kontrol altına alınmayan ve sınır konulmayan dünyalık elde etme çabası, aşırı hırs, ihtiras, açgözlülük, kıskançlık, çekememezlik, düşmanlık, kin ve öfke, kibir, tembellik ve cimrilik gibi her biri Kur’an’da ve hadislerde tek tek eleştirilmiş kötü duygu ve düşünceleri besleyen psikolojik bir problemdir.

Dikkat edilirse bu sebepler hep başkasının zarara uğramasını istemek gibi bir kötülüğe işaret etmektedir ki bu durum asla tasvip edilemeyecek ahlâkî bir zaaftır. Kötülük isteyenin kendisi de kötüdür. Öyleyse kendisinde haset emareleri gören bir insan bunun sebeplerini araştırmalı, öncelikle bunun çaresini aramalı ve hasedin oluşmasını engellemelidir. Bunu gerçekleştirebilen kişi, Hz. Peygamber’in (sas), "en faziletli insanlar" diye nitelendirdiği kimseler arasına girebilecektir. Zira Resûl-i Ekrem’e (sas), "İnsanların hangisi daha faziletlidir?" diye sorulmuş, O (sas) de, "Temiz kalpli, doğru sözlü olan herkes."  cevabını vermiştir. Daha sonra sahâbîler, "(Yâ Resûlallah!) Doğru sözlü olanı biliyoruz. Peki, temiz kalpli olan kimdir?" diye sormuşlardır. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sas), "O, kalbinde asla günah, taşkınlık, nefret, samimiyetsizlik ve haset olmayan takva sahibi, tertemiz insandır."  buyurmuştur. Bu aşamada insan başarılı olamaz ve gönlünü hasedin pençelerine teslim ederse, hiç olmazsa bu duygunun söze ve eyleme dönüşmesine engel olması gerekir. Bu da bir ileri adımda uygulanacak bir tedavi yöntemidir. Zira böylece kişi kendi iç dünyasında bu düşmanla savaşır, onun zararları konusunda kendi kendine telkinlerde bulunur. Hz. Peygamber’den (sas) nakledilen, "Haset duygusuna kapıldığın zaman Allah’a (cc) istiğfarda bulun!"  tavsiyesi de daha başlangıçta yani bu duygu henüz sözlü veya fiilî eyleme dönüşmeden alınacak bir tedbirle ilgilidir.

Bu aşamada insan özellikle maddî açıdan kendisinden daha az şeye sahip olan kimselere bakmalı, hatta hiçbir varlığı olmayanları düşünmeli ve hâline şükretmelidir. Kendisine sık sık hatırlatması gereken bir şey vardır: "Ben de bunlar gibi olabilirdim!" İşte Allah Resûlü’nün (sas), "(Şayet) biriniz, mali imkânlar bakımından ve bedenen kendisinden daha iyi durumda olanlara (imrenip) bakacak olursa; bir de (bu yönlerden) kendisinden daha kötü durumda olanlara baksın!’  uyarısında anlatmak istediği de budur. Böylece kişi, Allah’ın (cc) kendisinden daha fazla nimet verdiği kimselere karşı haset duygusunu körüklemeyecek, aksine daha az nimet verdiklerini düşünmek suretiyle kendi hâlinin değerini bilecektir. Bu bilinçteki bir Müslüman, düşünce planında olduğu gibi amel dünyasını da buna göre yönlendirir. Meselâ, haset ettiği kişiyi haset etmediklerinden ayırmaz, hatta kendini ona sevgi duymaya, onu övmeye, ona karşı alçak gönüllü olmaya, gerektiğinde ona yardım etmeye, yeri geldiğinde ondan özür dilemeye zorlar. Belki bu zor olacaktır ama kişinin bizzat kendi nefsiyle giriştiği bu mücadelenin karşılığında büyük bir mükâfat kazanacağı da unutulmamalıdır.

İşte kişi, bu yolda yürüdüğü sürece Allah’ın (cc) kendisini yalnız ve yardımsız bırakmayacağını bilir. Dualarında, kötü ahlâka yönelme ihtimaline karşı Allah’tan (cc) yardım istemeyi de unutmaz. Bu dualardan birini bize bizzat Allah Teâlâ (cc) öğretir: "De ki: Yarattığı şeylerin kötülüğünden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin kötülüğünden, düğümlere üfleyenlerin kötülüğünden, haset ettiği zaman hasetçinin kötülüğünden, sabah aydınlığının Rabbine sığınırım."  Hz. Peygamber (sas) de dualarında hasetten kurtulmayı dile getirirken bizlere nasıl yakaracağımızı öğretmektedir: "...Allah’ım! Beni sana şükreden, seni zikreden, senden çekinen, sana karşı itaatkâr olan, sende huzur bulan biri eyle. Rabbim! Tevbemi kabul et ve kusurlarımı yok et. Duamı kabul et, delilimi sağlam kıl, kalbime hidayet ver, dilimi doğrult, kalbimden bütün kötü huyları çıkar."

Kişisel ve toplumsal anlamda yıkıcı etkileri bulunan hasede karşı alınacak tedbirlerden biri de insanlar arası ilişkilerin geliştirilmesidir. Nitekim Hz. Peygamber (sas) bunun da yolunu göstermiştir: "Birbirinize kin beslemeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeşler olun!"

"İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (tam anlamıyla) iman etmiş olmazsınız. Ben size yaptığınızda birbirinizi seveceğiniz bir şey göstereyim mi: Aranızda selâmı yayın!"

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam