Übey b. Kâb'ın (ra) naklettiğine göre,
Hz. Peygamber (sas) (Musa ile Hızır kıssasını anlattıktan sonra) şöyle buyurmuştur:
“Allah Musa'ya rahmet eylesin. Keşke sabretseydi de (aralarında başka olaylar geçseydi) bize o ikisinin yapacağı diğer şeyler de anlatılsaydı.”
حَدَّثَنَا أُبَيُّ بْنُ كَعْبٍ عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: … “يَرْحَمُ اللَّهُ مُوسَى، لَوَدِدْنَا لَوْ صَبَرَ حَتَّى يُقَصَّ عَلَيْنَا مِنْ أَمْرِهِمَا.”
(B122 Buhârî, İlim, 44)
***
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “إِنَّمَا سُمِّيَ الْخَضِرُ لِأَنَّه جَلَسَ عَلَى فَرْوَةٍ بَيْضَاءَ فَإِذَا هِيَ تَهْتَزُّ مِنْ خَلْفِهِ خَضْرَاءَ.”
Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Hızır'a (as) Hızır (Hadır-Yeşil) denilmesi, otsuz kuru bir yere oturduğu zaman ardından oranın hemen yeşermesi sebebiyledir.”
(B3402 Buhârî, Enbiyâ, 27; T3151 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 18)
***
Hz. Musa (as), kavmine konuşma yapmak üzere kalktığı bir esnada cemaatten biri, "İnsanların en âlimi kimdir?" diye sordu. Bunun üzerine yeryüzünde peygamber olması hasebiyle kendisinden daha bilgili bir kimsenin olamayacağı kanaatinde olan Musa (as), "Allah (cc) bilir, Allah (cc) en iyi bilendir." diyerek ilmi Allah’a (cc) izafe etmesi gerekirken, "Ben, en bilgiliyim." dedi. Hz. Musa’nın (as) bu davranışı üzerine Yüce Allah (cc), iki denizin birleştiği yerde ondan daha âlim bir kulunun olduğunu ona vahyetti.
Bunun üzerine Hz. Musa (as), Rabbine, onu nerede bulabileceğini sordu. Yüce Allah (cc) da Musa’ya (as), "Sepetin içinde bir balık taşı. Balığı kaybettiğin yerde (bu kimseyi bulacaksın)." buyurdu. Neticede Hz. Musa (as) yanına Yûşa’ b. Nûn adlı genci yol arkadaşı olarak aldı ve içinde balık olan sepeti birlikte taşıdılar. Hz. Musa (as) bu genci balığı gözlemekle yükümlü tutarak ayrıldığı zaman kendisine haber vermesini istedi ve ona şöyle dedi: "Durup dinlenmeyeceğim, ta ki iki denizin birleştiği yere varacağım. Varamazsam, senelerce yürüyeceğim." dedi.
İki denizin birleştiği noktaya vardıklarında Hz. Musa (as) bir kayanın gölgesinde uykuya daldı. Tam bu esnada balık canlanıp denize atladı ve denizin derinliklerinde kayboldu. Genç, balığın canlanıp denize gittiğini görmüş, fakat şeytan ona bu durumu Hz. Musa’ya (as) haber vermesini unutturmuştu. İşte aslında Hz. Musa’nın (as), Allah’ın (cc) kendisine Musa’dan (as) daha çok ilim verdiği kulu ile buluşacağı yer, balığın denize doğru yol tuttuğu bu yer idi.
Derken acıktılar. Hz. Musa (as) gence, "Öğle yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorgun düştük." dedi. Bunun üzerine genç, "Gördün mü? Kayaya sığındığımız sırada balığı unutmuşum. Doğrusu onu sana söylememi bana ancak şeytan unutturdu. Balık şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti." dedi.
Hz. Musa (as), bunun, kendisinden daha âlim olan kul ile buluşacağı yeri belirten bir işaret olduğunu biliyordu. Hemen o mevkiye geri döndüler. Vardıklarında Musa (as), kayanın yanı başında, elbisesine bürünmüş olan Hızır’ı (as) gördü ve selâm verdi. Hızır (as), Musa’nın (as) bu şekilde selâm vermesine şaşırarak, "Senin ülkende selâm ne gezer!" dedi. Musa (as), "Ben Musa’yım." diyerek karşılık verdi. O, "İsrâiloğulları’nın Musa’sı mı?" diye sorunca, Musa (as), "Evet." dedi.
Hızır (as), "Hayırdır, ne istiyorsun?" diye tekrar sorunca, Hz. Musa (as), "Sana öğretilen ilimden bana doğruya iletici bir ilim öğretmen için geldim." dedi. Bunun üzerine Hızır (as), "Elindeki Tevrat ve sana gelen vahiy senin için yeterli değil mi?" "Sen Allah’ın ilminden O’nun sana öğrettiği bir ilme sahip bulunmaktasın, bu ilmi ben bilmem. Ben de Allah’ın ilminden O’nun bana öğrettiği bir ilme sahibim, onu da sen bilmezsin." dedi. Daha sonra Hz. Musa (as), Hızır’a, "Sana öğretilenden, bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olayım mı?" deyince, "Doğrusu sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin. İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?" şeklinde cevap verdi. Hz. Musa (as) da, "İnşallah beni sabreder bulacaksın, hiçbir işte de sana karşı gelmeyeceğim." dedi. Hızır da, "Bana tâbi olacaksan hiçbir şey hakkında ben bahsetmedikçe soru sorma." dedi. Hz. Musa (as) bu şartı kabul etti ve birlikte yola koyuldular.
Hz. Musa (as) ve Hızır (as) birlikte sahil boyunca yürürken bir gemi gördüler ve gemidekilerden kendilerini de gemiye almalarını istediler. Gemidekiler Hızır’ı (as) tanıdıkları için, hemen ücretsiz olarak onları gemiye aldılar. Bir müddet sonra Hızır (as), geminin tahtalarından birini söktü. Hızır’ın kendilerine iyilik yapan bu insanlara zarar verdiğini düşünen Hz. Musa (as), "Sen onu içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu şaşılacak bir iş yaptın!" dedi.
Bunun üzerine Hızır (as), Musa’nın (as) kendisine verdiği sözü hatırlatarak, "Ben sana, "Benimle birlikte olmaya sabredemezsin." dememiş miydim?" şeklinde cevap verdi. Hz. Musa (as) ise, "Unuttuğum şeyden dolayı beni suçlama; işimde bana güçlük çıkarma." diyerek af diledi.
Hz. Musa’nın (as) bu itirazı gerçekten unutma neticesinde olmuştu. Daha sonra bir serçe gelip geminin kenarına kondu ve gagasıyla denizden bir miktar su aldı. Serçenin bu hareketini izleyen Hızır (as), Hz. Musa’ya (as), "Benim ilmim ve senin ilmin, ancak şu serçenin denizden eksiltebildiği kadarını Allah’ın (cc) ilminden eksiltebilir." dedi.
Bir müddet sonra ikisi de gemiden indiler. Sahilde yürümeye devam ederlerken Hızır (as), arkadaşlarıyla oynamakta olan bir çocuk gördü ve hemen onu öldürdü. Hz. Musa (as) bu olaya da çok şaşırmıştı ve Hızır’a (as), "Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın (kimseyi öldürmediği hâlde) katlettin ha! Gerçekten sen fena bir şey yaptın!" dedi. Hızır (as), Musa’dan (as) bu itirazı bekliyormuş gibi yine, "Ben sana benimle birlikte olmaya sabredemezsin dememiş miydim?" şeklinde karşılık verdi. Musa (as) da, "Bundan sonra sana bir şey sorarsam artık benimle arkadaşlık etme. Doğrusu, tarafımdan (dilenecek son) özre ulaştın (bu son özür dileyişim)." dedi.
Yine yollarına devam ettiler ve bir köye vardılar. Köy ahalisinden yiyecek istediler fakat bu isteklerine karşılık bulamadılar. Derken köyde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Hızır bu duvarı eliyle kaldırıp düzeltince kendilerini misafir olarak kabul etmeyen bu insanlara yardımcı olmanın anlamsız olduğunu düşünen Hz. Musa (as) yine dayanamadı ve şöyle bir itirazda bulundu: "İsteseydin bu iş için bir ücret alırdın."
Musa’nın (as) bu itirazı karşısında Hızır (as), "İşte bu, benimle senin, aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim." dedi ve şunları anlattı:
"Gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim. (Çünkü) onların arkasında, her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı." Böylece Hüded b. Büded ismindeki bu kral gemiyi almaya geldiğinde onu delinmiş bulacak ve bırakıp gidecekti. (Gemidekiler de) onu bir tahta ile tamir edeceklerdi.
"Çocuğa gelince. Onun anne babası mümin kimselerdi. (Çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe sürüklemesinden korktuk. Böylece Rablerinin onlara bu çocuğun yerine daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik." Bu çocuk ileride isyankâr bir kul olacaktı. Anne babasının ona olan sevgileri, onun yoluna tâbi olmalarına yol açabilirdi.
"Duvar ise şehirdeki iki yetim çocuğa ait idi. Altında onlara ait bir define vardı. Babaları da iyi bir insandı. Rabbin, onların olgunluk çağına ulaşmalarını ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi.Bunları ben kendi görüşüme göre yapmadım. İşte senin, sabredemediğin şeylerin içyüzü buydu." Duvarın altındaki hazineler, biriktirilmiş altın ve gümüşten ibaretti.
Peygamber Efendimizin (sas) anlattığı bu kıssa Kur’ân-ı Kerîm’de Kehf sûresinde de geçmektedir. Fakat bu sûrede, kıssanın kahramanlarından bazılarının Hızır (as), Yûşa’ b. Nûn gibi isimlerle isimlendirilmesi, Hz. Musa’nın (as) kavmi ile arasında olan konuşma, hayat suyunun balığı canlandırması, bir kuşun gemiye konarak denizden bir katre su alması ve öldürülen çocuğun küfür tabiatı üzerine yaratılmış olduğunun belirtilmesi gibi hususlara yer verilmemektedir.
Kur’an’da Hz. Musa (as) ile arasında geçen bu hadiselerin anlatıldığı kimse hakkında yalnızca, "Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik." ifadeleri yer almakta, ismi, nerede ve ne zaman yaşadığı hakkında detaylı bilgi verilmemektedir. Kur’an’da anlatılan bu kıssanın Hızır hakkında olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte İslâm âlimlerinin çoğunluğu bu kimsenin Hızır olduğu kanaatindedir. Nitekim hadislerde de söz konusu kıssadaki şahıstan Hızır diye bahsedilmesi bu kanaati güçlendirmektedir. Fakat Hızır’ın (sd) aslında kim olduğu, nerede, ne zaman yaşadığı, peygamber mi, velî mi yoksa melek mi olduğu gibi konular hakkında Kur’an’da veya hadislerde ayrıntılı bilgi verilmemesi, Hızır hakkındaki bilgilerin asırlarca tartışılmasına sebep olmuştur.
Hızır (as) hakkında âyetlerde ve hadislerde detaylı bilgi verilmemesinin sebebi, diğer bazı kıssalarda olduğu gibi bu anlatımlarda da tarihî bilgi vermenin değil, örnek sunmanın ve ibret aşılamanın hedeflenmesidir. Nitekim Yüce Rabbimiz (cc) şöyle buyurmaktadır: "...İşte misaller! Biz onları insanlara düşünsünler diye veriyoruz." "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda, sana gerçeğin bilgisi, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir."
Peygamber Efendimizin (sas) bu kıssayı anlattıktan sonra, "Allah (cc), Musa’ya (as) rahmet eylesin. Keşke sabretseydi de (aralarında başka olaylar geçseydi) bize o ikisinin yapacağı diğer şeyler de anlatılsaydı." buyurması da bu kıssanın anlatılmasındaki gayenin ibret almak olduğunu bizlere göstermektedir. Musa (as) ile Hızır (as) kıssasını bu açıdan değerlendirdiğimizde, bir peygamber olmasına rağmen Hz. Musa’dan (as) daha bilgili bir kimsenin olması, bu bilginin Allah (cc) vergisi olduğunu ve Allah’ın (cc) da bunu dilediği kimseye verebileceğini göstermektedir. Yüce Rabbimizin (cc), "...Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır." uyarısı da kimsenin tüm bilgileri kuşatamayacağını, daima birilerinden bir şeyler öğrenilebileceğini hatırlatmaktadır.
Bu kıssadan, Allah’ın (cc) kendisine ilim verebilmesi için kula düşenin gayret sarf etmek olduğu da anlaşılmaktadır. Nitekim Peygamber Efendimizin (sas), "İlim ancak öğrenmekle elde edilir." sözü ilmin elde edilmesinin çalışmak ile mümkün olabileceğini göstermektedir. Bu durum Hz. Musa (as) için de geçerlidir. Nitekim başlangıçta Allah’tan (cc) vahiy aldığı için olsa gerek kendisini yeryüzünde bulunan en âlim kimse olarak gören Hz. Musa (as), Rabbinin kendisinden daha âlim bir kulu olduğuna dair uyarısını aldıktan sonra hemen ilim öğrenmek için yollara düşmüştür. Onun bu davranışı ilme verdiği değer ve bu uğurda gösterdiği fedakârlığın da bir göstergesidir.
Yine Hızır (as) ile Musa (as) arasında geçen olaylara ibret gözüyle bakıldığında, dışarıdan yanlış ve kötü gibi görünen bazı olayların gerisinde makul sebeplerin olabileceği anlaşılmaktadır. Yüce Rabbimizin (cc), "...Olur ki bir şey sizin için hayırlı iken siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki bir şey sizin için kötü iken siz onu seversiniz/istersiniz. Allah (cc) bilir, siz bilmezsiniz." buyruğu da insana kötü gibi gözüken bazı şeylerin hakikatte iyi olabileceğini bildirmektedir. Hakikaten kıssada anlatılanlar, yaşanan her hadisede Allah’ın (cc) hikmetlerinin olduğu düşüncesini teyit etmektedir.
Her ne kadar bu kıssalar Kur’an’da veya hadislerde ibret alınması için anlatılmış olsa da insandaki merak duygusu Hızır’ın kimliğinin asırlarca tartışılmasına sebep olmuştur. Bu tartışmalarda ele alınan ilk husus Hızır’ın ismi ile ilgilidir. Arapça kaynaklarda, ‘hadır, hadr ve hıdr’ şekillerinde yer alan Hızır kelimesi, yeşil, yeşilliği çok olan yer anlamlarına gelmektedir. Peygamber Efendimiz (sas) de, "Hızır’a Hızır (Hadır-Yeşil) denilmesi, otsuz kuru bir yere oturduğu zaman ardından oranın hemen yeşermesi sebebiyledir." buyurmuştur.
Hızır ile ilgili olarak İslâm âlimleri arasında pek çok husus tartışılmıştır. Bunlardan belki de en önemlisi Hızır’ın her insan gibi tarihte yaşayıp ölmüş mü yoksa onun ölümsüz bir kul mu olduğu sorusudur. Hızır’ın geçmişten günümüze yaşamış olduğu düşüncesi, bazı rivayetlerde balığın ‘hayat suyu’ ile olan teması sonucu dirildiğinden bahsedilmesi ile yakından ilgilidir. Nitekim ölüleri dirilttiğine, canlıları ölümsüzlüğe eriştirdiğine inanılan hayat suyundan Hızır’ın da içtiği, böylece kıyamete kadar yaşayacağı yorumları, Hızır’ın darda kalmışların yardımına koşan, Allah’ın (cc) sevgili kullarına lütuf ve ikramlarını ulaştırdığı bir aracı konumuna sahip olduğu düşüncesini doğurmuştur. Böylece Hızır, tarihte yaşamış ‘salih bir kul’dan ziyade olağanüstü bir şahsiyet olarak tasavvur edilmiştir. Dahası hadislerde âhir zamanda Deccâl’in karşısına çıkacağı belirtilen kişinin Hızır olduğuna dair yorumlar da daha çok mutasavvıflar tarafından savunulan Hızır’ın kıyamete kadar yaşayacağı düşüncesini desteklemiştir. Bununla birlikte İslâm âlimlerinin çoğunluğu, "Biz, senden önce de hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik..." "Her canlı ölümü tadacaktır..." âyetlerini ve Peygamber Efendimizin (sas), "Yüz sene sonra, bugün yeryüzünde yaşayanlardan kimse kalmaz." hadisini delil getirerek Hızır’ın (as) da her insan gibi ölümlü olduğunu savunmaktadırlar.
Hızır’ın (as) öldüğü kabul edildiğinde, onun ne zaman yaşamış olduğu sorusu gündeme gelmektedir. Musa (as) ile arasında geçen hadiseden hareketle Hızır’ın Hz. Musa (as) döneminde yaşadığı söylenebilir. Bir rivayette, Hızır’ın, Mısır’da yaşayan İsrâiloğulları’ndan bir kimse olduğu, bir rahipten hak dini öğrendiği, daha sonra bu dini yaymaya çalıştığı anlaşılınca bir adaya sığındığının ifade edilmesi bu ihtimali desteklemektedir.
Hz. Musa (as) döneminde yaşadığı düşünüldüğünde onun Hz. Musa’nın (as) dahi bilmediği bazı gaybî bilgileri bilmesinden yola çıkarak söz konusu salih kulun peygamber olup olmadığı da tartışılmıştır. Nitekim gayb, insanın akıl ve duyular yoluyla hakkında bilgi edinemeyeceği bir alandır. Gaybı yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın (cc) bildiği Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir. Hızır’ın gelecekte yaşanacaklara dair bazı gaybî bilgilere sahip olması göz önünde bulundurulduğunda, onun vahiy yoluyla bu bilgileri Cenâb-ı Hak’tan (cc) alan bir peygamber olduğu düşünülmüş, Kur’an’da kendisine rahmet verildiğinin belirtilmesi de bazı âlimlerce, "Ona peygamberlik verildi." şeklinde yorumlanmıştır. Hızır’ın (as) peygamber değil de Allah’tan (cc) ilham alan bir velî olduğu fikri de bazı mutasavvıflarca ifade edilmiş, fakat bir velînin peygamberden daha âlim olmasının mümkün olamayacağını düşünen âlimler bu ihtimali reddetmişlerdir. Ayrıca, Hızır’ın insan şekline bürünmüş bir melek olma ihtimalinden de söz edilmiştir.
Kur’an ve hadis kaynaklı Hızır tasavvurlarının yanında bir de İslâm ile doğrudan bağlantısı olmayan Hızır telakkileri mevcuttur. Nitekim ‘Ölümsüzlük pınarı’ yahut ‘âb-ı hayat’ olarak adlandırılan ‘hayat suyu’ndan içtiği, böylece ölümsüzlük kazandığı düşünülen Hızır’ın kıyamete kadar yaşayacağına inananlar bulunmaktadır. Bu inancın Gılgamış Destanı, İskender Efsanesi ve bazı Yahudi kaynaklardaki efsaneler ile benzerlik arz ettiği görülmekteyse de rivayetlerde Hızır’ın ölümsüzlüğüne dair bilgi yer almamaktadır. Yahudi kültüründe Hızır’ınkine benzer hikâyeler İlyâ hakkında da anlatılmakla birlikte Tevrat’ta ne Hızır ne de İlyâ hakkında böyle bir kıssa yer almaktadır. Yine çeşitli toplumlarda ve kültürlerde yaygın olan ‘Hıdırellez Bayramı’ da Hızır ile İlyas isimlerinin birleşmesinden oluşmuştur. Halk arasında ölümsüzlük suyundan içmeleri sonucu biri karada, biri denizde olmak üzere darda kalanların yardımına koştuklarına inanılan Hızır ile İlyas’ın buluştukları bahar mevsiminin başlangıç günü ‘Hıdırellez’ olarak anılmıştır. Bu inanışa göre, Hızır ve İlyas’ın her yıl mayıs ayının altıncı günü buluşmaları ile birlikte doğa yeniden canlanmaktadır. Temelleri İslâm öncesi kültürlere dayanan bu efsanevî ‘Hıdırellez’ telakkilerinin elbette ki İslâm’da yeri yoktur.
Bunların dışında halk arasında yaygın bir şekilde kabul gören Hızır karakteri yardımlaşma ve yardıma muhtaç olanların yardımına koşma hususunda menkıbeleşmiş olup geçmişten günümüze yaşayan, kıyamete kadar da yaşayacağına inanılan temsilî bir kahramandır. Hızır’ın, darda kalan insanların yardımına koştuğuna, bazen dilenci kılığına girerek yardım konusunda insanları imtihana tâbi tuttuğuna inanılmaktadır. Nitekim Hızır ile ilgili anlatılan hikâyelerde; dilenci kılığında gelen ve yardım edilmediğinde imtihanın kaybedildiğinin bir emaresi olarak aniden ortadan kaybolan bir Hızır’dan yahut darda kalmış bir kimsenin Allah’tan (cc) yardım istediği bir esnada aniden çıkagelen ve yardımın ardından da esrarengiz bir şekilde daha teşekkür dahi etmeye fırsat kalmadan ortadan kaybolan bir Hızır’dan bahsedilmektedir. Hızır’ın gerçekten yardım veya imtihan için gelip gelmediği bilinemez ama bu Hızır düşüncesinin toplumsal dayanışmayı diri tutarak insanlar arasındaki yardımlaşmayı sağlama gibi bir işlev icra ettiği bir gerçektir. "Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez!", "Her geceni Kadir, her geleni Hızır bil!" sözleri, yine acil servislere "Hızır Acil" denmesi de bu düşüncenin bir tezahürüdür.
Bu anlamda tarihte yaşamış ve Kur’an’da, "kullarımızdan bir kul" şeklinde ifade edilen kimse ile halk arasında temsilî bir şahsiyete bürünmüş Hızır tasavvuru birbirinden ayrılmaktadır. Kur’an’da ve hadislerde bahsedilen Hızır tarihte yaşamış bir kul iken halk dilindeki Hızır bir nevi ilâhî yardımın işareti konumundadır. Fakat burada dikkat edilmesi gereken husus, yardımın Hızır’dan değil yalnızca Allah’tan geldiği ve yine yardımın yalnızca Allah’tan istenilmesi gerektiğidir. Çünkü Rabbimiz yardımın yalnızca kendisinden olduğunu bize bildirmektedir: "...Yardım ve zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır." "Allah’ın gücünün her şeye hakkıyla yettiğini bilmez misin? Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah’ındır? Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır."