Selçuk İSMAİLOĞLU
Almanya Münster Din Hizmetleri Ataşeliği Din Görevlisi
“Tohum saç, bitmezse toprak utansın!” diyordu ya şair. Mezuniyetlerin, diplomaların, sınavların peşinden, “İmam-Hatip” olmak için tercih dönemi başlamıştı. Elimize verilen bir avuç tohumu, istediğimiz illere ekmemiz söylendi. Doğu-batı, kuzey-güney ayrımı yapmadan, cennet vatanımızın dört bir yanına, büyük bir umutla ekmiştim bu nadide tohumları. Yıllardır verdiğim emekler bu tohumun güneşi, alın terim ise can suyu olacaktı. Elimden geleni yapmış, gayrısını “Ya Nasip!” diyerek Allah’a havale etmiştim. Mütevekkil bir bekleyişin ardından aldığım son dakika haber, “Yiğitler Diyarı Sivas”ı işaret ediyordu. Ay zemheri, şehir Sivas. Bu iki kelimeyi aynı cümle içerisinde kullanmak bile insanı üşütmeye yeterken, benim içimde o sıralar bahar rüzgârları esiyordu.
Yeni atama haberleri duyulunca, “Hayırlı olsun.” dilekleri geliyor, bölgeyi bilenler meteoroloji sunucusu ciddiyetiyle bir dizi telkinlerde bulunuyordu: “Oranın soğuğu çetin olur, aman evlat sakın ola dikkat et!” Yöre insanını tanıyanların söylediği, “Sivas’ın soğuğu sert, insanı merttir!” sözünü, zihnimin arka planına bir tür kamyoncu yazısı gibi nakşetmiş, düşmüştüm yollara…
Vakit, hicret vaktiydi. Yüküm hafif, sorumluluğum ise ağırdı. Valizimde sadece kalın giysiler yoktu. Gizlemeye çalışsam da gizlemeyi başaramadığım heyecanlarım vardı. Soru işaretlerim vardı irili ufaklı, noktalarını cebimde taşımak zorunda kaldığım. En çok da ideallerim vardı, iki büklüm eden. Geride bırakılmayan, valizlere de sığmayan idealler…
Vakit, Musab olma vaktiydi. Yaşadığı ortamdan çok uzak diyarlara, İslam’ı anlatmak için görevlendirilen Mekke’nin yağız delikanlısıydı Musab... Yesrib’in Medine olmasında büyük payı olan o yiğidin misyonunu sahiplenmeliydim. Musab demek; zorluk demekti. İnsanı güçlü ve dayanıklı kılan da hayatta yaşadığı zorluklar değil miydi? Birçok çiçek baharda açar. Zor olan, kara kışta çiçek açabilmektir. Tıpkı kardelen gibi…
Sivas’ın yolları aşılmıştı. Şimdi ise engin dağlarını tırmanma, sarp yokuşlarında susama vaktiydi. Önce niyet etmeliydim. “Niyet ettim Allah’ım senin rızan için senin istediğin gibi bir din hizmeti sunmaya.” diyerek kolları sıvadım. Söylem değil, eylem gerekiyordu. Bir yerlerden başlamalıydım. Bu göreve talip olduysam, önce kendim aydınlanmalı, eksikliklerimi tamamlamalıydım. Okuyor, çalışıyor, notlar alıyor, araştırıyor; aynı zamanda cemaatimle kaynaşıyor; beklentilerini ve algı dünyalarını anlamaya çalışıyordum. İslamiyet’i, alınması gereken bir ders değil, yaşanması gereken bir hayat biçimi olarak görebilmenin ve gösterebilmenin yollarını arıyordum. Büyük dertlerin büyük destekçileri de olmalıydı. Hira gibi derdiyle dertlendiği, Sevr gibi koruyup kolladığı, Uhud gibi sırtını yasladığı sarsılmaz bir destekçisi olmalıydı insanın. Göreve başladığım 2007 yılının benim için ayrı bir önemi de şu an iki çocuğumun annesi olan hayat arkadaşımla o yıl evlenmemdi. O benim derdimin dermanı, Rabbimin en güzel ikramıydı…
O gün bir karar verdim. Kur’an’ın muhtevasını önceleyen sunumlar yapacaktım. Kültürümüzü oluşturan âdetlerimizi de göz ardı etmeden, toplumun zihin dünyalarında pozitif etkiler ve çağrışımlar meydana getiren, birlik beraberliğin remzi olmuş “Mevlit cemiyetlerini” alışagelmişin bir miktar dışında revize etmek gerektiğini düşündüm. Cemaatimizden bu konuda da hamdolsun büyük destek aldım. Mevlit bahirlerinden bazılarını okuyor, ilahiler ve kasidelerle duygusal bir zeminin akabinde, Kur’an ve sünnetin yapı taşlarını birer birer dikmeye çalışıyordum.
Ramazan ayının da gelişi, Allah kelamının muhataplarıyla buluşması için çok önemli bir fırsattı. Mukabelede okuyacağım cüzün manasını bir gün önceden okuyor, önemli yerlerin altını çiziyor, birtakım notlar alıyordum. Cüzü okuduktan sonra da işaretlediğim ayetleri cemaatimize anlatıyor, kadın-erkek herkesin gündeminde Kur’an olsun istiyordum. Mukabele sonrası, teravih öncesi, kandil geceleri, cenaze öncesi veya sonrası fırsat bulduğum her vesilede insanımızı Rabbiyle buluşturmaya çalışıyordum. Tabi ki bir lütuf değildi bu; ben görevimi yapıyor, emanetleri sahiplerine dağıtıyordum.
Yine böylesi faaliyetlerin birinde, caminin sütununa sırtını yaslamış Kur’an sohbetimizi dinleyen, köyümüzün ileri gelenlerinden heybetli fakat sempatik, güler yüzlü Bayram Amcamız, bugün hâlâ unutamadığım bir soru sordu: “Hocam o okuduğun kitabın adı nedir?” Bu sual beni çok mutlu etti ve cevap verdim: “Bayram Amca, sizlere okuduğum, birlikte anlamaya çalıştığımız bu kitap, bizim hayat kitabımız Kur’an!” Duyduğum cevap şöyle oldu: “Daha önce hiç duymadığım ne güzel şeyler varmış içinde.”
Sözün bittiği, kelimelerin öksüz kaldığı yerdeydim artık. Bana yöneltilen bu sorunun içinde özeleştiri de vardı sitem de hüzün de… Küçük bir soru gibi gözükse de bu aslında büyük bir sorundu.
Çağın Musab’ı olmalıyız dostlar! Yesribleri Medine yapmak bizim elimizde. Her Müslüman, dininin görevlisidir. Ateşe su taşıyan karınca misali, elimizden geleni sonucunu hesap etmeden yapmamız gerekir. Bizler seferle mükellefiz, zafer ise Allah’tandır.