Hadislerle İslam

Hz. Peygamber: Bilgi ve Tecrübe İnsanı

Hz. Peygamber'e (sas) vahiy geliş şekilleri nelerdir?

Abone Ol

Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor:

“Resûlullah'ın (sas) halkın arasında bulunduğu bir gün yanına bir adam geldi… Resûlullah (sas) şöyle buyurdu:

"Bu (gelen) Cibrîl'dir (as), insanlara dinlerini öğretmek için geldi." ”

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: كَانَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَوْمًا بَارِزًا لِلنَّاسِ فَأَتَاهُ رَجُلٌ…فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “هَذَا جِبْرِيلُ جَاءَ لِيُعَلِّمَ النَّاسَ دِينَهُمْ.”

(M97 Müslim, Îmân, 5)

***

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ رَافِعٍ قَالَ: سَمِعْتُ أُمَّ سَلَمَةَ عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) بِهَذَا الْحَدِيثِ قَالَ: يَخْتَصِمَانِ فِى مَوَارِيثَ وَأَشْيَاءَ قَدْ دَرَسَتْ فَقَالَ: “إِنِّى إِنَّمَا أَقْضِى بَيْنَكُمْ بِرَأْيِى فِيمَا لَمْ يُنْزَلْ عَلَىَّ فِيهِ.”

Abdullah b. Râfi' anlatıyor: “Ümmü Seleme'den (ra) işittiğime göre miras ve kaybolan mallar hususunda anlaşmazlığa düşen iki kişi Hz. Peygamber'e (sas) geldiğinde o, şu sözleri söylemişti:

"Muhakkak ki ben, hakkında bana vahiy inmemiş olan hususlarda şahsî görüşümle aranızda hüküm veririm." ”

(D3585 Ebû Dâvûd, Kadâ' (Akdiye), 7)

***

عَنْ أُمِّ سَلَمَةَ زَوْجِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ، وَإِنَّكُمْ تَخْتَصِمُونَ إِلَىَّ فَلَعَلَّ بَعْضَكُمْ أَنْ يَكُونَ أَلْحَنَ بِحُجَّتِهِ مِنْ بَعْضٍ فَأَقْضِىَ لَهُ عَلَى نَحْوِ مَا أَسْمَعُ مِنْهُ فَمَنْ قَضَيْتُ لَهُ بِشَيْءٍ مِنْ حَقِّ أَخِيهِ فَلاَ يَأْخُذَنَّ مِنْهُ شَيْئًا فَإِنَّمَا أَقْطَعُ لَهُ قِطْعَةً مِنَ النَّارِ.”

Hz. Peygamber'in (sas) eşi Ümmü Seleme'den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Ben ancak bir insanım. Siz bana bazı davalarla geliyorsunuz. Belki biriniz delilini diğerinden daha güzel ifade eder ve ben de ondan duyduğuma göre onun lehine hüküm vermiş olabilirim. Bu şekilde kime (yanlışlıkla) kardeşinin hakkından bir şey vermişsem asla onu almasın. Zira bu takdirde ona ancak bir ateş parçası vermişimdir.”

(MU1402 Muvatta', Akdiye, 1; B7169 Buhârî, Ahkâm, 20)

***

Hira dağında inzivaya çekildiği günlerden biriydi. Muhammedü’l-Emîn (sas), hayatında ilk defa böyle bir tecrübe yaşıyordu. Ansızın karşısına çıkan o varlığı hiç tanımıyordu. İşittiği o sözlerin kaynağını da bilmiyordu. Korku ve heyecan içerisinde titreyerek evine döndü. Nihayet biraz dinlenip korkusu geçtikten sonra, "Kendimden endişe ettim!" dedi ve başından geçenleri tek tek anlattı hanımına.

"Hayır! Allah’a (cc) yemin ederim ki Allah (cc) hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabanla ilgilenirsin, işini görmekten âciz olanların yükünü yüklenirsin, yoksula kazanç kapısı sağlarsın, misafiri ağırlarsın, başa gelen her türlü musibette yardım edersin." dedi vefakâr Hatice (ra). Sonra da Peygamber’i (sas) yanına alıp Varaka b. Nevfel’e götürdü. Hayli kocamış ve gözleri de görmeyen bu kişi, câhiliye zamanında Hıristiyanlığı seçmiş birisiydi. İbrânîce okuyup yazmayı bilir ve imkân nispetinde İncil’den İbrânîce âyetler yazardı.

Hatice (ra), Varaka’ya, "Amcamın oğlu! Kardeşinin oğlunun söylediklerini dinle." dedi. Varaka, "Kardeşimin oğlu! Ne gördün?" diye sorunca, Resûlullah (sas) gördüğü şeyleri kendisine anlattı. Bunun üzerine Varaka şöyle dedi: "Bu gördüğün, Allah’ın (cc) Musa’ya (as) gönderdiği Nâmûs (Cebrail (as)) olmalıdır. Ah keşke genç olsaydım. Kavmin seni (bu şehirden) çıkaracağı zaman keşke hayatta olsam!" Bunun üzerine Efendimiz (sas), "Onlar çıkaracaklar mı beni?" diye sordu. O da "Evet, senin getirdiğin gibi bir şey getirmiş olan herkes bu düşmanlığa uğramıştır. Eğer senin davet günlerine yetişirsem, sana elimden gelen yardımı yaparım!" dedi. Çok geçmeden Varaka vefat etti.

Varaka, ilk vahiy karşısında heyecanlanan Son Elçi’nin (sas), o gün için eşiyle birlikte kendisine danıştıkları bir bilge idi. Ancak bazı Batılıların iddia ettiği gibi o, Hz. Peygamber’in (sas) bir bilgi kaynağı değildi. Muvahhid bir Hıristiyan’dı ve Hz. Muhammed’in (sas) son peygamber olarak gönderildiğini ikrar etmişti. Bu gelenin melek, söylediklerinin de vahiy olduğunu Varaka’dan duymak Efendimizi (sas) rahatlatmıştı.

Mekke’de doğup büyüyen, ticarî seyahatlerde bulunan her Mekkeli gibi elbette Resûl-i Ekrem’in (sas) de belli bir tecrübesi, fetanet sahibi biri olarak da ciddi bir birikimi vardı. Ancak Yüce Allah’ın (cc) Kur’an’da kesin olarak belirttiği üzere, daha önce ne bir kitaptan okumuştu, ne de eliyle yazmıştı. İddia ettikleri gibi ona herhangi bir insan öğretiyor değildi. Başkalarına yazdırmıyor, kendisine sabah akşam geçmişlerin masallarından oluşan kitaplar da okunmuyordu Aslında o, kitap nedir, iman nedir bilmezdi. Dahası kendisine böyle bir kitap verileceğini de ummazdı. Ancak rahmetiyle Rabbi ona böyle bir kitabı, Kur’an’ı vahyetmişti.

Kendisine uyduğu bir kitabı ve peygamberi olmayan, okuma yazma da bilmeyen, kısacası ‘ümmî’ olan bu Peygamber’in (sas) en büyük bilgi kaynağı Rabbinden kendisine indirilen vahiylerdi ve onlara ilk önce kendisi iman etti. İman ve esaslarını, ibadetin çeşitlerini ve rükünlerini, ahlâkî erdemleri ve ahkâmın özünü, kendisine gönderilen ilâhî vahiy sayesinde öğrendi. Resûlullah’ın (sas) davranışları sorulduğunda, "Onun ahlâkı Kur’an idi." derken Hz. Âişe (ra) bunu anlatmak istemişti. Kur’an vahyi, kırk yaşına kadar Hicaz âdetleriyle yetişen ama her türlü kötülükten sakınan Muhammedü’l-Emîn’i (ra) âyet âyet, sûre sûre âdeta yeniden inşa etti. Hem ona öğretti hem de toplumu eğitti. Mekke’de olsun, Medine’de olsun onu hep vahiy yönlendirdi. Mekke’de bunca baskı karşısında sabretmesini emreden de Medine’de müşriklere karşı savaşmasına izin veren de yine Kur’an idi. Neticede o, yaşayan bir Kur’an hâline geldi. Ümmetine de Kur’an’a sarılmayı emretti: "Size öyle bir şey bıraktım ki ona sıkı sarılırsanız sapıtmazsınız: Allah’ın Kitabı."

Hz. Peygamber’in (sas) sadece ahlâkını değil, onun sünnetini ve sîretini önemli ölçüde Kur’an belirliyordu. Onun birçok tasarrufunun temelinde Kur’an vardı. Bu, bazen doğrudan ve açık bir şekilde herhangi bir âyetten anladığı veya ondan çıkarttığı bir hüküm olabileceği gibi bazen Kur’an’ın bütününden hareketle varmış olduğu bir sonuç da olabiliyordu.

Allah Resûlü (sas), Rabbinden kendisine vahyolunanlara uymakla, insanlar arasında Allah’ın (cc) indirdiği kitap ile hükmetmekle emrolunmuştu. Bu emirler gereği Hz. Peygamber (sas), kendisine yöneltilen bazı soruların akabinde âyetler inmişse bu âyetleri tebliğ ediyor, onlarla hükmediyordu. Vahiy gelmemişse cevap vermeden bekliyor, nihayet er veya geç gelen vahiylerle çözüm bekleyen konuyu cevaplıyordu. Vahyin gelmemesi hâlinde daha önce inmiş olan âyetlere dayanarak karar verebiliyordu. Bazen ortaya çıkan bir mesele hakkında mevcut uygulamalara göre hüküm verdikten sonra, o hususlarda inen yeni âyetlerle amel ediyordu. Bazen de Kur’an’ın yalnızca belli bir âyetine değil de birçok âyetine bütüncül yaklaşmak suretiyle küllî kaideler koyuyor, o doğrultuda hükümler veriyordu. Örneğin, Allah’ın (cc) her şeye iyi davranmayı farz kıldığını, bu nedenle öldürmenin kaçınılmaz olduğu savaş ve kısas gibi durumlarda bile öldürmeyi ve hatta hayvan kesimini güzelce yapmayı emreden hadisinde de durum böyleydi. Kutlu Elçi (sas), Yüce Allah’ın (cc) bu tavrını, Kur’an’daki iyilik, güzellik veya kısaca ihsan hakkında zikredilen çok sayıdaki âyetlerden çıkarmış, Kur’an’daki ihsan düsturundan hareketle bu sünnetleri ortaya koymuş olmalıydı.

Allah (cc) ile Resûlü (sas) arasında Kur’an dışında da farklı iletişim şekilleri vardı. Bu iletişim bazen Hz. Peygamber’e (sas) Cebrail’in (as) gelmesi ve birtakım bilgiler vermesi şeklindeydi. Allah (cc) ile elçiler arasında iletişim sağlamakla görevli olan Cibrîl, değişik vesilelerle Kutlu Elçi’ye (sas) bilgiler getirmekteydi. Bir defasında Cebrail (as) kimsenin tanımadığı bir insan kılığında gelmiş, ashâbın huzurunda iman, İslâm ve ihsanın ne anlama geldiğini Hz. Peygamber’e (sas) sormuş ve ondan gayet veciz cevaplar almıştı. Aldığı cevapları tasdik edip giden bu zâtın ardından Hz. Peygamber (sas), "Bu (gelen) Cibrîl’dir, insanlara dinlerini öğretmek için geldi." buyurmuştu. İlk vahiyler geldiğinde Cibrîl’in (as) gelip Hz. Peygamber’e (sas) abdest ve namazı öğretmesi, Kâbe’de iki gün beş vakit namazda ona imamlık yapması, namazların ilk ve son vakitlerini uygulamalı olarak göstermesi, "Neredeyse onu vâris kılacak zannettim." dedirtecek kadar komşuya iyi davranmayı tavsiye etmesi bunun örneklerini oluşturur.

Söz konusu iletişimler bazen de ilham veya Hz. Peygamber’in (sas) kalbine ilka (düşürme) şeklinde cereyan etmekteydi ve kudsî hadislerin önemli bir kısmı, bu tür iletişimin farklı tezahürleriydi. Gerek Hz. Âişe’nin (ra) ifadesiyle ‘sabahın aydınlığı gibi gerçekleşen’ salih rüyaları gerekse uyanıkken kendisine arz edilen bazı manzaralar da söz konusu iletişimlerden addedilebilir. Örneğin, bir gün Yahudi bilginlerden birisinin sorduğu sorulara cevap verdikten sonra Hz. Peygamber’in (sas), "Bu adam, bana sorduğunu sorana kadar bunlar hakkında hiçbir bilgim yoktu. Ama Allah onları bana bildirdi.’ buyurması böyledir. Yine Hz. Peygamber’in (sas), kendisine ümmetinin güzel ve kötü amellerinin arz edildiğini, güzel ameller arasında yoldaki rahatsız edici şeylerin atılmasını da gördüğünü haber vermesi bu duruma örnektir.

Hz. Peygamber (sas), gördüğü sadık rüyalarından da yararlanmaktaydı. O, bu rüyaları yorumlamakta ve o doğrultuda hareket etmekteydi. Gördüğü bazı rüyalarını Yüce Allah (cc) er veya geç mutlaka doğru çıkarmaktaydı. Nitekim bir rüyasında Mekke’den hurmalıklı bir yere hicret edeceğini görmüş, önce oranın Yemâme ve Hecer olabileceğini düşünmüştü. Sonra oranın, Yesrib (Medine) olduğu anlaşılmıştı.

Hz. Peygamber (sas), Kur’an’da açık bir hüküm bulamadığı konularda kendi görüşüyle hareket eder ve "Muhakkak ki ben, hakkında bana vahiy inmemiş olan hususlarda şahsî görüşümle aranızda hüküm veririm." derdi. Allah Resûlü (sas) kişisel görüşü ile hüküm verirken kendisinin bir beşer olduğunu ve zâhire göre hüküm verdiğini şöylece dile getiriyordu: "Ben ancak bir insanım. Siz bana bazı davalarla geliyorsunuz. Belki biriniz delilini diğerinden daha güzel ifade eder ve ben de ondan duyduğuma göre onun lehine hüküm vermiş olabilirim. Bu şekilde kime (yanlışlıkla) kardeşinin hakkından bir şey vermişsem asla onu almasın. Zira bu takdirde ona ancak bir ateş parçası vermişimdir." Bu nedenledir ki onun aldığı kararların, vahye mi dayandığı yoksa kişisel görüşü mü olduğu bazı sahâbîler tarafından sorulabilmekteydi. Hendek Savaşı’nda Hz. Peygamber (sas), gittikçe şiddetlenen bu savaştan geri çekilmeleri karşılığında Gatafân kabilesine Medine hurmalarının 1/3 mahsulünü vermeyi düşünmüştü. Kendileriyle istişare ettiği Sa’d b. Muâz ve Sa’d b. Ubâde ona, "Şayet bu, semadan (Allah’tan (cc) gelen) bir emir ise onu derhâl uygula! Eğer bu hususta emrolunmamışsan ama kendi arzun varsa arzu ettiğini uygula! Dinler, itaat ederiz. Yok, bu sadece kişisel bir görüş ise bizim onlara kılıçtan başka verebileceğimiz hiçbir şey yok!" dediler. Hz. Peygamber (sas) de "Şayet bir şey ile emrolunsaydım bu hususta size danışmazdım. Bu, yalnızca size arz ettiğim görüşümden ibarettir." buyurarak onların görüşünü kabul edip kendi düşüncesinden vazgeçti.

Hz. Peygamber’in (sas) kendi görüşüne dayanan bazı söz, karar ve uygulamaları Yüce Allah (cc) tarafından isabetli görülmeyerek âyetlerle tashih edilebiliyordu. Bedir Savaşı’nda düşmanları öldürmektense esir alarak onları fidye karşılığında salıvermeye karar vermesi, Tebük Savaşı’na çıkarken bazı bahanelerle izin isteyen münafıklara izin vermesi, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün cenâze namazını kılmaya teşebbüs etmesi, Kureyş’in ileri gelenlerinden birisiyle konuşurken âmâ Abdullah b. Ümmü Mektûm’un (ra) gelip söze girmesi üzerine rahatsız olup yüzünü öbür tarafa çevirmesi bu hususun en bariz örneklerindendi.

Hz. Peygamber’in (sas) verdiği bir hüküm bazen de Cebrail’in (as) uyarmasıyla düzeltiliyordu. Düşmandan kaçmadan ona sabredip ilerlerken Allah (cc) yolunda öldürülmesi hâlinde hatalarının affedilip affedilmeyeceğini soran mücahide, "Evet." dedikten sonra, Cebrail’in (as) gelip, "Borç hâriç." demesi böyleydi.

Bazı durumlarda Resûlullah (sas) kendi kararını bir müddet sonra uygun görmüyor, vazgeçerek onu kendisi düzeltiyordu. Nitekim erkeklerin emzikli hanımlarıyla cinsel ilişki kurmalarını yasaklamayı düşünmüş, sonra Bizanslıların ve Farslıların böyle bir uygulaması olduğu hâlde bunun çocuklarına herhangi bir zarar vermediğini öğrenmesi üzerine bundan vazgeçmişti.

Resûlullah’ın (sas) ictihadlarından bir kısmı ise kıyasa dayanmaktaydı. Bazı sahâbîler Hz. Peygamber’e (sas) gelerek ihtiyarlığından dolayı hacca gücü yetmeyen bir baba ile hac adağını yerine getiremeden ölen bir anne hakkında ne yapmaları gerektiğini sormuşlardı. Cevaben Allah Resûlü (sas), onların borçlarının bulunması hâlinde nasıl onu ödemeleri gerekiyorsa bunu da yerine getirmeleri gerektiğini, zira Allah’a (cc) olan borcun ödenmeye daha lâyık olduğunu söylemişti.

Hz. Peygamber’in (sas) bazı görüşleri ise kişisel kanaatine dayanmaktaydı. Medine’ye geldiğinde halkın hurmaları aşıladıklarını görmüş ve "Ne yapıyorsunuz?" diye sormuştu. İnsanların "Biz bunu hep yaparız." demeleri üzerine, "Belki siz bunu yapmasanız daha iyi olur." buyurmuştu. Bunun üzerine halk hurma aşılamayı bırakmış fakat o sene hurmaların meyveleri az, verimi de düşük olmuştu. Bunu Hz. Peygamber’e (sas) söylediklerinde o, "Ben ancak bir insanım. Size dininiz ile alâkalı bir şey emredersem onu alın. Ama size kendi görüşümle bir şey emredersem, nihayet ben de bir insanım." buyurdu. Bu olayı anlatan bazı rivayetlerde Peygamber Efendimizin (sas), "Siz kendi dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz!" buyurduğu nakledilmiştir. Buradaki ‘dünyanızın işleri’ tabiri, dinin herhangi bir talimatı olmayan konularda, her meslek erbabının kendi alanı ile ilgili işleri ifade eder. Yoksa buradan, ‘din-dünya ayrımı’ şeklinde bir anlayış çıkarılamaz.

Hz. Peygamber’in (sas) tıbba dair hastalıklar, tedavi yolları, yararlı veya zararlı bitkiler, gıdalar gibi konulardaki beyanlarının birçoğu yine onun kişisel tecrübesine ve Arap toplumundaki tecrübeye dayanmaktaydı. Ama bazen bu tür tasarruflarında Kur’an’dan ilham aldığı da görülmektedir. Nitekim onun, karın ağrısından şikâyet eden birine bal içmesini tavsiye etmesi böyledir.

Allah Resûlü (sas), bazı konularda önceki peygamberlerin geleneğine uymaktaydı. O, Kureyş gibi câhiliye döneminde âşûrâ günü oruç tutmuştu. Medine’ye geldiğinde de Hz. Musa’nın (as) Kızıldeniz’de Firavun’un elinden kurtulduğu gün olduğu için Yahudilerin âşûrâ gününü oruçlu geçirdiklerini görünce, "Biz Musa’ya (as) sizden daha lâyığız.’ buyurarak bu orucu tutmuş, tutulmasını da emretmişti. Ramazan orucu farz kılındığında ise âşûrâ orucunu dileyen tuttu, dileyense terk etti. Aynı şekilde özellikle erkeklerin sünnet olma geleneği, Hz. İbrâhim’den (as) beri Arapların yapageldikleri bir uygulamaydı. Hz. Peygamber (sas) de bu uygulamanın fıtratın bir gereği olduğunu belirtti ve onu Müslüman erkekler için ‘sünnet’ olarak kabul etti.

Resûlullah’ın (sas) tarihî tecrübeden de azami ölçüde yararlandığı, bazı tasarruflarına bunların da kaynaklık ettiği görülmektedir. Onun, "Allah’ım, İbrâhim’in Mekke’yi harem (dokunulmaz bölge) ilân ettiği gibi ben de iki kara taşlık arası Medine’yi harem kıldım." buyurarak Medine’yi koruma altına alması, Hz. İbrâhim’in (as) yasaklamasına kıyas ileydi. Ancak özellikle Yahudileri İslâm’a çekmeyi hedefleyen bu siyaset, Yahudilerin yanlış değerlendirmelerine yol açtı. Onların bu tavırları, Hz. Peygamber’in (sas) uzun süreden beri arzulayıp beklediği kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye değişimine sebep oldu.

İlk yıllarda güdülen bu siyasetin yerine, ümmetin kendi öz benliğini kazanmasına önem veren Hz. Peygamber (sas), "Kim bir kavme benzerse o da onlardandır." buyurmuş, ashâbını hem müşriklere hem de Ehl-i kitaba benzemekten sakındırmıştı. Bu anlayıştan hareketle Hz. Peygamber (sas) ashâbına sakallarını uzatmak, bıyıklarını kısaltmak suretiyle müşriklere ve Mecûsîlere; saç ve sakallarını boyatmak suretiyle de Yahudi ve Hıristiyanlara muhalefet etmelerini söylemişti. Meselâ, ezanın teşriinden önce Hz. Peygamber (sas) ashâbıyla yaptığı istişarede gelen teklifler arasında yer alan ateşi, boruya üflenmesini ve çan çalınmasını kabul etmemişti. Çünkü bunlar Mecûsî, Yahudi ve Hıristiyanların ibadete davet için kullandıkları yöntemlerdi.

Hz. Peygamber’in (sas) birçok uygulaması da ashâbıyla yaptığı istişarelere dayanmaktaydı. O, vahiy gelmeyen çeşitli konularda Yüce Allah’ın (cc), "İş konusunda onlara danış, karar verdiğin zaman da artık Allah’a dayan!" buyruğu gereği ashâbıyla sık sık istişare ederdi. Nitekim Ebû Hüreyre (ra), "Resûlullah (sas) kadar ashâbıyla istişare eden başka bir kimse görmedim." demekteydi.

Resûlullah (sas) istişare esnasında gelen bazı teklifleri uygun görmemiş, bazısını ise kabul etmiş ve ona göre hareket etmişti. Hz. Âişe’nin (ra) İfk Hadisesi’ndeki durumundan savaşa çıkış, savaş usulü, barış ve esirlere yapılacak muameleye varıncaya kadar değişik alanlarda ashâbıyla istişarede bulunmuştur.

Resûlullah (sas) hemen her alanda ashâbının fikirlerine ve tekliflerine önem vermekte, kendisine sunulan önerilerden uygun olanlarını kabul etmekteydi. Bedir Savaşı’nda, Hz. Peygamber’in (sas) korunmasına yönelik Sa’d b. Muâz’ın (ra) bir çardak yapılması, Hendek Savaşı öncesinde Selmân’ın, hendek kazılması, Temîm-i Dâri’nin, minber edinme tekliflerini kabul etmişti. Çevre devletlerin başkanlarına davet mektubu göndermek istediğinde ashâbın, Acemlerin mühürsüz mektubu kabul etmediklerini söylemeleri üzerine de bir mühür edinmişti.

Hz. Peygamber (sas), strateji, savaş, siyaset ve maslahata uygun gördüğü teklifleri kabul ederken, cuma günleri ve heyetler geldiğinde ‘ipek elbise giymesi’ yönünde Hz. Ömer’in (sas) önerisini geri çevirmişti.

Rahmet Elçisi (sas), Mekke’nin fethinde, öldürülmesini istediği kimselerden biri olan Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh’i Hz. Osman’ın (ra) şefaatiyle affetmişti. Öbür taraftan Benî Mahzûm kabilesinden hırsızlık yapan bir kadının elinin kesilmemesi için kendisine gelen çok sevdiği Üsâme’nin (ra) aracılığını ise sert bir üslûpla reddetmişti.

Zikrettiğimiz bu rivayetler, Hz. Peygamber’in (sas) çeşitli uygulamalarında, beşerî unsurların da önemli bir yeri olduğunu göstermektedir. Resûl-i Ekrem (sas), bazı ictihadlarında ve uygulamalarında akıl, kıyas, tecrübe, çevre kültürü, tarihî mâlûmat, başka din mensuplarına muhalefet, istişare, sahâbenin teklifleri, ictihadları ve hatta rüyaları gibi muhtelif vasıtalardan yararlanmıştı. Ama bunlardan her biri, Hz. Peygamber’in (sas) sözlü veya fiilî tasvip ve onayını aldıktan sonra sünnet hâline dönüşmüştü.

Kaynağı ister Kur’an olsun, isterse Hz. Peygamber’in (sas) kendi ictihadı olsun, onun verdiği nihaî bir hüküm, Müslümanlar için bağlayıcıdır. Nitekim ilgili âyetlere göre, Allah (cc) ve Resûlü (sas), bir işte hüküm verdiği zaman artık inanmış erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Yüce Allah (cc) yeminle belirtmektedir ki Müslümanlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde Hz. Peygamber’i (sas) hakem yapıp sonra da onun verdiği hükme karşı içlerinde bir sıkıntı duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olamazlar.