Vâsile b. Eska'ın (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Allah (cc), İbrâhimoğulları'ndan İsmâil'i seçti. İsmâiloğulları'ndan Kinâneoğulları'nı seçti. Kinâneoğulları'ndan da Kureyş'i seçti. Kureyş'ten de Benî Hâşim'i seçti. Benî Hâşim'den de beni seçti.”

عَنْ وَاثِلَةَ بْنِ الأَسْقَعِ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ:قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَى مِنْ وَلَدِ إِبْرَاهِيمَ إِسْمَاعِيلَ وَاصْطَفَى مِنْ وَلَدِ إِسْمَاعِيلَ بَنِى كِنَانَةَ وَاصْطَفَى مِنْ بَنِى كِنَانَةَ قُرَيْشًا وَاصْطَفَى مِنْ قُرَيْشٍ بَنِى هَاشِمٍ وَاصْطَفَانِى مِنْ بَنِى هَاشِمٍ.”

(T3605 Tirmizî, Menâkıb, 1)

***

عَنْ أَبِى حُمَيْدٍ عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “إِنَّ خَيْرَ دُورِ الأَنْصَارِ دَارُ بَنِى النَّجَّارِ، ثُمَّ عَبْدِ الأَشْهَلِ، ثُمَّ دَارُ بَنِى الْحَارِثِ، ثُمَّ بَنِى سَاعِدَةَ، وَفِى كُلِّ دُورِ الأَنْصَارِ خَيْرٌ.”

Ebû Humeyd'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz ensar kabilelerinin en hayırlısı, (önce Müslüman olmaları ve İslâm'a hizmetleri sebebiyle) Neccâroğulları'dır. Sonra Abdüleşheloğulları, sonra Hârisoğulları, sonra ise Saîdeoğulları'dır. Ensar kabilelerinin hepsi hayırlıdır.”

(B3791 Buhârî, Menâkıbü'l-ensâr, 7)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “قُرَيْشٌ وَالأَنْصَارُ وَجُهَيْنَةُ وَمُزَيْنَةُ وَأَسْلَمُ وَأَشْجَعُ وَغِفَارُ مَوَالِيَّ لَيْسَ لَهُمْ مَوْلًى، دُونَ اللَّهِ وَرَسُولِهِ.”

Ebû Hüreyre'nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Kureyş, ensar, Cüheyne, Müzeyne, Eslem, Eşca' ve Gıfâr benim yardımcılarımdır. Onların Allah (cc) ve Resûlü'nden başka yardımcısı yoktur.”

(B3504 Buhârî, Menâkıb, 2; M6439 Müslim, Fedâilü's-sahâbe, 189)

***

قَالَ أَبُو ذَرٍّ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “غِفَارُ غَفَرَ اللَّهُ لَهَا وَأَسْلَمُ سَالَمَهَا اللَّهُ.”

Ebû Zerr'in (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Gıfâr! Allah (cc) onlara mağfiret buyursun! Eslem! Allah (cc) onlara selâmet versin.”

(M6429 Müslim, Fedâilü's-sahâbe, 182)

***

عَنِ ابْنِ عُمَرَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) خَطَبَ النَّاسَ يَوْمَ فَتْحِ مَكَّةَ فَقَالَ: “يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ اللَّهَ قَدْ أَذْهَبَ عَنْكُمْ عُبِّيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ وَتَعَاظُمَهَا بِآبَائِهَا فَالنَّاسُ رَجُلاَنِ: رَجُلٌ بَرٌّ تَقِيٌّ كَرِيمٌ عَلَى اللَّهِ وَفَاجِرٌ شَقِيٌٌّ هَيِّنٌ عَلَى اللَّهِ وَالنَّاسُ بَنُو آدَمَ وَخَلَقَ اللَّهُ آدَمَ مِنْ تُرَابٍ…”

İbn Ömer'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) Mekke'nin fethi günü insanlara hutbe irad ederek şöyle buyurmuştur:

“Ey İnsanlar! Allah (cc) sizden câhiliye gururunu ve atalarla övünme âdetini gidermiştir. İnsanlar iki gruptur: İyi, takva sahibi, Allah (cc) katında değerli kişi ve günahkâr, bedbaht, Allah (cc) katında değersiz kişi. İnsanlar Âdem'in çocuklarıdır. Ve Allah Âdem'i topraktan yaratmıştır…”

(T3270 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 49)

***

Peygamber Efendimizin (sas) yanında büyüme şerefine erişen Enes b. Mâlik'in (ra) anlattığına göre, bir gün Allah Resûlü (sas) ashâbıyla oturmuş, sohbet ediyordu. Sohbet esnasında şu veciz ifadeyi kullandı: "Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!" Hz. Peygamber'in (sas) bu sözü karşısında dostları hayli şaşırdılar. Zira onlar ilk defa Cündüb b. Anber tarafından söylenilen bu sözün yabancısı değillerdi. Nasıl şaşırmasınlar ki! Kabile taassubu çok güçlü olan Araplar arasında herkes tarafından benimsenip söylenen bu özdeyişi, Hz. Peygamber (sas) de kelimesi kelimesine sahâbeye telkin etmişti. Câhiliye düşüncesinde önemli bir yeri olan bu deyişi Hz. Peygamber'den (sas) işiten sahâbe, önce câhiliye döneminde olduğu gibi zâhiri üzere anladılar ve "Ey Allah’ın Resûlü, mazluma yardım ederiz, ancak zalime nasıl yardım edeceğiz?" diye sordular. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas), "Onu da zulümden men edersin, zulümden alıkoyarsın, işte bu, ona yardım etmektir." buyurdu.

Bazı rivayetlerde hadisin öncesinde şöyle bir olay anlatılır: Medine’de ensardan bir genç ile muhacirlerden bir genç her ne sebeptense dövüşmüşlerdi. Bir anda kavga büyümüş, ensardan olan genç ensara, muhacirlerden olan genç de muhacirlere seslenerek acil yardım istemişlerdi. Hz. Peygamber’in (sas) müdahalesi olmasa kimin haklı, kimin haksız olduğu anlaşılmadan iki mümin grup neredeyse birbirine gireceklerdi. İşte tam o hengâmede Allah Resûlü (sas) çıkarak, "Bu câhiliye ehlinin çağrısı da neyin nesidir?" diye sordu. İki gencin dövüştüklerini söylemeleri üzerine, bu hikmetli sözleri dile getirdi.

Bu hadiste, tamamen câhiliye kültürüne ait olan ve ırkçılığa, kabile taassubuna dayalı cahilî düşüncelerin, Hz. Peygamber’in (sas) dilinde yeni bir mânâ ve İslâmî bir muhteva kazandığı görülmektedir.

Câhiliye döneminde bu sözden kastedilen, bir kimsenin kendi kabilesinden olan kardeşine zalim de olsa mazlum da olsa arka çıkmak şeklinde mutlak bir yardım idi. Yani zalim bile olsa onun bu zulmüne destek verme fikri, kabile taassubunun getirdiği câhiliye hamiyetinin tipik bir göstergesiydi.

Kabileciliğe ve kabilelere dayalı hayat tarzı, Arap yarımadasında asırlardır sürdürülen bir gelenekti. Köken olarak Adnânîler (Kuzey Arapları) ve Kahtânîler (Güney Arapları) diye ikiye ayrılan Araplar, şehirli ya da bedevî olsun irili ufaklı kabilelere ayrılmışlardı. Zira yarımadanın zorlu fizikî şartları Arapları bu şekilde çeşitli gruplar hâlinde yaşamaya sevk etmişti. Merkezî bir yönetimden yoksun ve birbirinden bağımsız olan Arap kabileleri sürekli rekabet içindeydiler. Ekonomik, askerî ya da siyasî açıdan güçlü olmak, zayıflar üzerinde egemenlik kurmak için yeterli bir savaş sebebiydi. Fakat câhiliye döneminde yapılan savaşların asıl nedeni asabiyet, yani kabile içi dayanışma duygusuydu. Kişi mensubu olduğu kabileye kayıtsız şartsız bir aidiyet hissiyle bağlıydı.

İslâm’dan önce Arap kabileleri birbirleriyle genellikle savaş hâlinde olmalarına rağmen bazı siyasî veya ticarî kaygılarla aralarında çeşitli antlaşmalar yaparak kendilerine özgü bir hukuk da oluşturmuşlardı. Kabileler arası ilişkilerde belirleyici olan ve haksızlıkların önüne geçilmesini sağlayarak bir güven ortamı meydana getiren bu antlaşmalara azami ölçüde riayet edilirdi. Örneğin Mekke’de bazı Kureyş kabileleri arasında, zayıfları korumak ve haksızlıkları önlemek amacıyla yapılan Hilfü’l-füdûl (Erdemliler Yemini) adlı antlaşmaya risâletle görevlendirilmeden önce gençliğinde Peygamberimiz (sas) de katılmıştı.

Yıllar sonra Arap yarımadası İslâm’la tanıştı. Allah Teâlâ (cc) dinini tebliğ etmesi için Elçisi’ni (sas) Mekke’de yaşayan ve Arap kabileleri arasında itibarlı bir kabile olan Kureyş’ten seçmişti. Allah Resûlü (sas) bu gerçeği şöyle ifade etmişti: "Allah (cc), İbrâhimoğulları’ndan İsmâil’i seçti. İsmâiloğulları’ndan Kinâneoğulları’nı seçti. Kinâneoğulları’ndan da Kureyş’i seçti. Kureyş’ten de Benî Hâşim’i seçti. Benî Hâşim’den de beni seçti." Fakat müşrik Kureyşliler, kendi kabilelerinden biri olan Hâşimoğulları’ndan bir peygamber gelmesine rağmen İslâm’ı kabul etmeye yanaşmadılar. Hepsi Kureyş’e mensup oldukları hâlde kabilecilik ruhu içlerine öyle sirayet etmişti ki kendi aralarında bile sürekli rekabet içindeydiler. Dolayısıyla sırf bu kabilecilik taassubu nedeniyle Allah Resûlü’ne (sas) karşı koydular. Çünkü böylece Hâşimoğulları diğer kabilelere üstünlük sağlamış olacaktı. Nitekim Ahnes b. Şerîk’in, Hz. Peygamber’den (sas) işittikleriyle ilgili olarak sorduğu soruya, Mahzûmoğulları’na mensup Ebû Cehil’in verdiği cevap bunu açıkça ortaya koyuyordu: "Biz ve Abdümenâfoğulları şan, şeref hususunda çekiştik durduk. Onlar (halka) yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar (arabuluculuk ederek) diyet yüklendiler, biz de yüklendik. Onlar bağışta bulundular, biz de bulunduk. Onlarla kulak kulağa giden iki yarış atı durumuna geldiğimizde ise onlar, ‘İçimizde kendisine gökten vahiy gelen bir peygamber var." dediler. Biz nasıl onların dengine ulaşacağız? Vallahi, biz ona ebediyen inanmayız ve onu tasdik etmeyiz!" Fakat aynı kabilecilik zihniyeti, Hz. Peygamber’in (sas) müşriklerin eziyet ve işkencelerinden korunmasına da vesile oldu. Peygamberimizin (sas) amcası Ebû Tâlib, Müslümanlara yapılan eziyetleri görünce Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları ile görüşerek onları yeğenini korumaya davet etti ve bu isteği Allah (cc) düşmanı Ebû Leheb dışındakilerce kabul gördü.

Kureyş kabilelerinden büyük tepki alan Allah Resûlü (sas), her sene hac maksadıyla Mekke’ye gelen başka kabilelerle görüşerek onlara İslâm’ı anlatmaya başladı. Bunlardan birisi de Medine’den gelen Hazreclilerdi. Buâs Savaşı nedeniyle Evs kabilesi ile aralarında uzun süren çatışmalar sonrası her iki kabile de ileri gelenlerini yitirmişler ve Medine’de bir otorite boşluğu meydana gelmişti. Onları yeniden toparlayacak bir lidere ihtiyaçları vardı. Bu anlamda Buâs Savaşı Hz. Âişe’nin (ra) deyimiyle âdeta Allah Teâlâ’nın (cc), Elçisi’ne (sas) hazırladığı bir gündü. Böylece İslâm’ı kabul eden Evs ve Hazrec kabileleri bir ateş çukurunun tam kenarında iken düşmekten kurtulmuş, Resûlullah (sas) ise dinini tebliğ edebileceği huzurlu bir ortama kavuşmuştu. Hz. Peygamber (sas), kendisine ve muhacirlere kucak açarak fedakârlığın en güzel örneğini ortaya koyan ve Yüce Allah (cc) tarafından ‘ensar’ diye anılan Evsliler ve Hazreclileri överek onların kabilelerini hayırla yâd etti: "Şüphesiz ensar kabilelerinin en hayırlısı, (önce Müslüman olmaları ve İslâm’a hizmetleri sebebiyle) Neccâroğulları’dır. Sonra Abdüleşheloğulları, sonra Hârisoğulları, sonra ise Saîdeoğulları’dır. Ensar kabilelerinin hepsi hayırlıdır."

Medine’de azımsanmayacak kadar Yahudi nüfusu olmasına rağmen çok geçmeden Müslümanlar şehirde söz sahibi oldular. Ardından şehrin çevresindeki çeşitli kabilelerin de İslâm’ı kabul etmeleri, kabul etmeyenlerin de destek olmaları ile birlikte Müslümanlar bölgede egemen hâle geldiler. İttifak kurulan ilk kabile Cüheyne oldu. Hz. Peygamber (sas), İslâm’a en erken giren ve müşriklere karşı kendisine destek olan bu kabileleri, "Kureyş, ensar, Cüheyne, Müzeyne, Eslem, Eşca’ ve Gıfâr benim yardımcılarımdır. Onların Allah (cc) ve Resûlü’nden (sas) başka yardımcısı yoktur." diyerek taltif etti. Hatta bir defasında Temîm kabilesi reisi Akra’ b. Hâbis, "Sana ancak Eslem, Gıfâr, Müzeyne ve Cüheyne’nin hacıları soyan hırsızlar biat etti." diyerek onu ve ona destek olan kabileleri aşağılamıştı. Peygamberimiz (sas) ise bu hakarete cevap niteliğinde şunları söyleyerek kendisine yardım edenlere sahip çıkmıştı: "Eslem, Gıfâr, Müzeyne ve Cüheyne; Benî Temîm, Benî Âmir ve iki müttefik olan Esed ile Gatafân’dan daha hayırlıdırlar." Zira Allah Resûlü’nün (sas) nezdinde önemli olan, o kabilelerin geçmişteki hataları ya da günahları değil düşmanca tavır sergileyen çoğu kabileye karşılık İslâm’ı ve Peygamberi’ni erkenden kabullenmiş olmalarıydı. Bu nedenle Gıfâr ve Eslem kabileleri için şöyle dua etmişti: "Gıfâr! Allah (cc) onlara mağfiret buyursun! Eslem! Allah (cc) onlara selâmet versin"

Medine çevresindeki kabilelerin Hz. Peygamber (sas) ile kurduğu ittifaka karşılık Mekkeli müşrikler de kendi etraflarındaki kabilelerle bir araya gelmişlerdi. Özellikle Bedir’de uğradıkları büyük hezimetin ardından sonraki savaşlarda Mekke müşrikleri Arap kabilelerini saflarına katmaya başladılar. Nitekim Hendek Savaşı’nda Gatafânlılar, Süleymoğulları, Esedoğulları, Fezâreoğulları ve Mürreoğulları gibi çok sayıda Arap kabilesi, Müslümanlara karşı onlarla birlik olmuşlardı. Bu büyük ittifaktan dolayı endişelenen Allah Resûlü (sas) şöyle dua etmişti: "Ey kitabı indiren, bulutları hareket ettiren, grupları bozguna uğratan Allah’ım! Onları bozguna uğrat ve onlara karşı bize yardım et!" Kurulan düşman birlikteliğine karşılık Mekke havalisinde Hz. Peygamber (sas) ile iyi ilişkiler içinde olan kabileler de yok değildi. Örneğin, Mekke ile yakın ilişki içinde olan Huzâa kabilesi Resûlullah’ın (sas) sır kutusu gibiydi. Hendek Savaşı ve Hudeybiye Antlaşması’nda Peygamberimize (sas) müşriklerle ilgili önemli bilgiler ulaştırmıştı.

Müşriklerin bütün engelleme çabalarına rağmen İslâm, Arap kabileleri arasında dalga dalga yayılmaya devam ediyordu. Müslüman olmak isteyenler Peygamberimize (sas) gelerek kendilerine yeni dini öğretecek kimseler gönderilmesini talep ediyorlardı. Fakat bu tebliğ faaliyetlerini sırf intikam almak amacıyla suistimal eden bazı kabileler oldu. Recî’ ve Bi’r-i Maûne faciaları olarak İslâm tarihinde yankı bulan olayların faillerine Allah Resûlü (sas) bir ay boyunca beddua etti. "Allah’ım! Mudar kabilesine şiddetli bir baskı uygula! Bunu onlara Yusuf’un kıtlık yılları gibi yap! Allah’ım! Lihyân, Ri’l ve Zekvân ile Allah (cc) ve Resûlü’ne (sas) isyan eden Usayye kabilelerine lânet eyle!"

Kureyşliler, Hz. Peygamber’in (sas) Medine’de kurduğu yeni devleti uzun bir süre siyasî açıdan tanımadılar. Fakat sonunda Hudeybiye Antlaşması’na taraf olarak İslâm devletini resmen tanımış oldular. Antlaşma ile ilk kırılmayı yaşayan müşrikler iki yıl sonra Mekke’nin fethi sonucunda İslâm’ın üstünlüğünü kabul ettiler. İlerleyen süreçte Huneyn Savaşı’nda yenilen Hevâzin ve Tâif’te kuşatılan Sakîf kabileleri İslâm’ı kabul ettiler. Arap yarımadasının bu en güçlü kabilelerinin İslâm’a girmeleri diğerleri üzerinde büyük bir tesir oluşturdu. Özellikle de Kureyş’in Müslüman olduğunu gören kabileler, bölük bölük Allah’ın (cc) dinine girdiler.

Allah Resûlü’nün (sas) müşrik Arap kabileleriyle ilişkileri uzun yıllar boyu mücadele ve savaş hâlinde geçmişti. Fakat ‘Heyetler Yılı’ olarak adlandırılan hicretin dokuzuncu yılından itibaren ilişkiler farklı bir zemine taşındı. Zira Mekke’nin fethi sayesinde Hz. Peygamber (sas) artık hem dinî hem de siyasî bir otorite olmuştu. Bu nedenle İslâm’ı merak eden onlarca kabile, Medine’ye kendilerini temsilen heyetler gönderdiler. Çoğu İslâm’ı kabul ettiklerini bildirmek ve biat etmek üzere geliyordu. Bazıları Resûlullah’tan (sas) İslâm’ı öğrenmek ya da Müslüman olmasalar da İslâm’ın hâkimiyetini kabul ettiklerini bildirmek üzere gelirken, kimileri de sırf dünyalık menfaatler elde etmek için geliyordu. Ancak sebep her ne olursa olsun Arap kabileleri artık İslâm’ın üstünlüğünü kabul etmişler ve ona boyun eğmeye mecbur kalmışlardı.

Arap kabileleri bazı öne çıkan vasıfları nedeniyle Peygamberimizin (sas) övgüsüne mazhar olmuşlardır. Yeryüzünde Allah’ın (cc) aslanları olarak nitelenen Ezd kabilesi, ağızlarının temizliği, yeminlerine olan sadakatleri ve kalplerinin halisliği sebebiyle methedilmiştir. Geceleyin Kur’an okumalarıyla Allah Resûlü’nün (sas) dikkatini çeken Eş’ar kabilesi, yardımseverlikleri nedeniyle şöyle övülmüştür: "Eş’arîler, savaşta yiyecekleri bittiğinde veya Medine’deki çoluk çocuklarının yiyecekleri azaldığında ellerinde olanı bir yaygının içine toplar, sonra onu aralarında bir kabın içinde (ölçerek) eşit olarak taksim ederler. Onlar bendendir; ben de onlardanım." Yemenli kabileler ise heyetler yılında çok sayıda heyet göndermeleri ve nezaketli tutumlarından dolayı, "İman, Yemenlidir, hikmet Yemenlidir." şeklinde Resûlullah (sas) tarafından taltif edilmişlerdir.

Hz. Peygamber (sas), yirmi üç yıllık zorlu risâlet görevinin sonunda zihinlere kabile birliği yerine inanç birliği esasını yerleştirmeyi önemli ölçüde başarmıştır. Nitekim Mekke’yi fethettiği gün irad ettiği hutbesinde, insanların kabilelere, gruplara ya da milletlere ayrılmasının hikmetini veciz bir şekilde şöyle açıklamıştır:

"Ey İnsanlar! Allah sizden câhiliye gururunu ve atalarla övünme âdetini gidermiştir. İnsanlar iki gruptur: İyi, takva sahibi, Allah (cc) katında değerli kişi ve günahkâr, bedbaht, Allah (cc) katında değersiz kişi. İnsanlar Âdem’in (as) çocuklarıdır. Ve Allah (cc) Âdem’i (as) topraktan yaratmıştır."

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam