Safvân b. Süleym'in (ra) bildirdiğine göre, sahâbe çocuklarından birkaçı, kendi babalarından nakille Resûlullah'ın (sas) şöyle buyurduğunu rivayet emişlerdir:

“Bilesiniz ki! Kim bir zimmîye (anlaşmalı bir gayri müslim vatandaşa) haksızlık ederse, onun hakkını eksik verirse, ona gücünün üstünde şeyler yüklerse veya gönülsüz olarak ondan bir şey alırsa, ben kıyamet gününde o kişinin hasmıyım.”

أَنَّ صَفْوَانَ بْنَ سُلَيْمٍ أَخْبَرَهُ عَنْ عِدَّةٍ مِنْ أَبْنَاءِ أَصْحَابِ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) عَنْ آبَائِهِمْ دِنْيَةً عَنْ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “أَلاَ مَنْ ظَلَمَ مُعَاهِدًا أَوِ انْتَقَصَهُ أَوْ كَلَّفَهُ فَوْقَ طَاقَتِهِ أَوْ أَخَذَ مِنْهُ شَيْئًا بِغَيْرِ طِيبِ نَفْسٍ فَأَنَا حَجِيجُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ.”

(D3052 Ebû Dâvûd, İmâre, 31, 33)

***

عَنْ أَبِي أُمَامَةَ قَالَ: إِنِّي لَتَحْتَ رَاحِلَةِ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَوْمَ الْفَتْحِ فَقَالَ قَوْلًا حَسَنًا جَمِيلًا وَكَانَ فِيمَا قَالَ: “مَنْ أَسْلَمَ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابَيْنِ فَلَهُ أَجْرُهُ مَرَّتَيْنِ وَلَهُ مَا لَنَا وَعَلَيْهِ مَا عَلَيْنَا وَمَنْ أَسْلَمَ مِنْ الْمُشْرِكِينَ فَلَهُ أَجْرُهُ وَلَهُ مَا لَنَا وَعَلَيْهِ مَا عَلَيْنَا.”

Ebû Ümâme (ra) anlatıyor: Mekke'nin fethi günü Resûlullah'ın (sas) bineğinin yanında duruyordum. Çok güzel ve hoş sözler söyledi. Bunlardan birisi de şuydu: “Kitap ehli olan iki topluluktan kim Müslüman olursa, onun için iki kat mükâfat vardır. O, bizimle aynı haklara ve sorumluluklara sahiptir. Müşriklerden kim Müslüman olursa ona da bir mükâfat vardır ve o da bizimle aynı haklara ve sorumluluklara sahiptir.”

(HM22589 İbn Hanbel, V, 259)

***

عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) لِمُعَاذِ بْنِ جَبَلٍ حِينَ بَعَثَهُ إِلَى الْيَمَنِ: إِنَّكَ سَتَأْتِى قَوْمًا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ، فَإِذَا جِئْتَهُمْ فَادْعُهُمْ إِلَى أَنْ يَشْهَدُوا أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ، وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ، فَإِنْ هُمْ طَاعُوا لَكَ بِذَلِكَ فَأَخْبِرْهُمْ أَنَّ اللَّهَ قَدْ فَرَضَ عَلَيْهِمْ خَمْسَ صَلَوَاتٍ فِى كُلِّ يَوْمٍ وَلَيْلَةٍ، فَإِنْ هُمْ طَاعُوا لَكَ بِذَلِكَ، فَأَخْبِرْهُمْ أَنَّ اللَّهَ قَدْ فَرَضَ عَلَيْكُمْ صَدَقَةً، تُؤْخَذُ مِنْ أَغْنِيَائِهِمْ، فَتُرَدُّ عَلَى فُقَرَائِهِمْ…”

İbn Abbâs'ın (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) Muâz b. Cebel'i Yemen'e (elçi olarak) gönderirken ona şöyle demişti:

“Sen Kitap ehli bir topluluğa (Hıristiyanlara) gideceksin. Oraya vardığında onları önce, "Allah'tan (cc) başka ilâh olmadığı, Muhammed'in (sas) de Allah'ın Resûlü olduğuna" şehâdet etmeye çağır. Eğer onlar senin bu davetine uyarlarsa onlara Allah'ın (cc) kendilerine her gün ve gece içinde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Eğer onlar buna da uyarlarsa bu defa da kendilerine, Allah'ın (cc) onlara zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek olan zekâtı farz kıldığını bildir...”

(B4347 Buhârî, Meğâzî, 61)

***

عَنْ عَائِشَةَ قَالَتْ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فِى مَرَضِهِ الَّذِى لَمْ يَقُمْ مِنْهُ: “لَعَنَ اللَّهُ الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى اتَّخَذُوا قُبُورَ أَنْبِيَائِهِمْ مَسَاجِدَ.”

Hz. Âişe'nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) vefatından önceki son hastalığı esnasında şöyle buyurmuştu:

“Allah (cc), peygamberlerinin kabirlerini mescit (tapınak) hâline getiren Yahudi ve Hıristiyanları rahmetinden uzaklaştırmıştır!”

(M1184 Müslim, Mesâcid, 19)

***

Allah Resûlü (sas), daha önce pek çok kez yaptığı gibi ibadet maksadıyla Hira mağarasına çekilmişti. Ruhunun derinliklerine kulak verdiği bu mekânda, nihayet Cebrail (as) gelmiş, kutlu ve müjdeli haberi kendisine ulaştırmıştı. Cebrail’le (as) ilk kez karşılaştığı bu olay, onu korku ve endişeye sevk etmiş, yaşadıklarını eşi Hz. Hatice (ra) ile paylaşmıştı. Birlikte Varaka b. Nevfel’in yanına gittiler. Varaka, Mekke’de önce hanîf olarak yaşayan daha sonra ise Hristiyanlığı seçen birisiydi ve ilerleyen yaşına rağmen İncil’i okuyup yazıyordu. Varaka, Resûl-i Ekrem’in (sas) başından geçen olayları dinledi ve hiç tereddüt etmeden, "Ona gelen, vaktiyle Musa’ya da gönderilmiş olan melektir." dedi. Halkını dine davet ederken yaşayacağı zorluklarda onun yanında olmayı çok arzuladığını ifade etti. Ancak çok geçmeden bu yaşlı zât vefat etti ve Allah Resûlü’nün (sas) tebliğ günlerine yetişemedi.

Mekke toplumunda Varaka’nın dışında da Hristiyanlar vardı. Mekkeli müşrikler, Peygamber’le (sas) tartışmalarında Kur’an’ın Allah kelâmı olmadığını ve Ehl-i kitabın Kur’an’ı yazmasında ona yardımcı olduğunu iddia ederlerdi. Kur’ân-ı Kerîm bu duruma şöyle işaret etmekte ve ardından da iddialarının ne kadar yersiz olduğunu vurgulamaktadır: "Şüphesiz biz onların, "Kur’an’ı ona ancak bir insan öğretiyor." dediklerini biliyoruz. Kendisine nispet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Halbuki bu (Kur’an) apaçık bir Arapçadır."

Allah Resûlü (sas) ve ashâbı, Mekkeli inkârcıların yıllarca süren baskı ve zulümleri karşısında artık inandıkları dini serbestçe yaşayabilecekleri huzurlu bir ortamın özlemini duyuyorlardı. Necâşî’nin ülkesi Habeşistan ilk planda hicret için düşünülen yer oldu. Necâşî Ashame, adaletiyle ün salmış Hristiyan bir hükümdardı. Resûlullah (sas) ashâbıyla yaptığı istişare sonrasında onlara şu tavsiyede bulundu: "Habeşistan’a giderseniz orada, ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir kral yönetimdedir. Allah (cc) size içinde bulunduğunuz durumdan bir çıkış ve kurtuluş yolu gösterinceye kadar orada kalın."

Resûl-i Ekrem’in (sas) bu tavsiyesi üzerine on beş kişiden oluşan ilk kafile 615 yılında Mekke’den Şuaybe Limanı’na, oradan da Habeşistan’a geçti. Kafilenin Habeşistan’da iyi karşılandığı haberi Mekke’ye ulaştığında, Hristiyanların yaşadığı bu ülkeye, yüzden fazla kişiden oluşan ikinci bir topluluğun hicreti gerçekleşti. Mekkeliler bu Hristiyan kralın Müslümanlara kucak açmasından rahatsız oldular. Ona bir heyet göndererek ülkesine sığınan Müslümanları teslim etmesini istediler. O gün muhacirler arasında bulunan Ümmü Seleme validemiz yaşanan olaylara bizzat şahitlik etmiştir. Onun tanıklığına göre, Hristiyan kral önce Mekkelileri dinledi ve ardından Müslümanlara söz hakkı verdi. Müslümanlar adına Resûlullah’ın (sas) amcazadesi Ca’fer b. Ebû Tâlib (ra) etkili bir konuşma yaptı. Konuşmasında, Allah Resûlü’nün (sas) kendilerini putperestlik, kötülük, ahlâksızlık ve zulüm gibi câhiliyenin insanlık dışı uygulamalarından İslâm’ın aydınlığına nasıl çıkardığını dile getirdi. Kralın isteği üzerine Meryem sûresinden bir bölüm okudu, Necâşî bütün bunları dinledikten sonra Müslümanlara şöyle seslenmiştir: "Gidin, artık bu topraklarda serbestsiniz! Kim size kötü bir söz söylerse zarar görür. Bana dağlar kadar altın bağışlasalar sizin en ufak bir zarar dahi görmenize izin vermeyeceğim..." Bu sözlerden sonra Müslümanlar Afrika’nın bu şefkatli ülkesinde yıllarca huzur içinde yaşamışlar ve İslâm’ı bu ülke insanlarına tebliğ etmişlerdi.

Habeşistan hicreti, İslâmî tebliğin, henüz ilk yıllarında iken Afrika’da yaşayan Hristiyan bir topluluğa ulaştığını göstermektedir. Din farkı olmasına rağmen seviyeli ve erdemli bir ilişkinin toplumsal yaşamı nasıl huzurlu bir ortama dönüştürdüğünü göstermesi bakımından, ilk Müslümanların bu tecrübeleri oldukça dikkat çekicidir. Bu olayın bir başka kesitine Ümmü Seleme validemiz şöyle işaret etmektedir: "Bizler bu Hristiyan kralın düşmanlarına galip gelmesi ve hükümranlığını sürdürmesi için Allah’a (cc) dua ederdik. Necâşî bu süre içerisinde yönetimi elden bırakmadı ve biz de Allah Resûlü’nün (sas) yanına dönünceye kadar orada huzur içerisinde yaşadık." Habeşistan’ın bu âdil hükümdarın vefatını Allah Resûlü (sas), "Bugün güzel bir insan hayata veda etti, kalkın da kardeşinizin namazını kılın!" sözleriyle duyurdu. Sonrasında da bizzat kendisi, Necâşî için gıyabî cenaze namazı kıldırdı.

616 yılında İranlı Mecûsîler, ezelî rakipleri olan Hristiyan Rumları mağlup etmişlerdi. Bu galibiyetle, Anadolu başta olmak üzere Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’ı ele geçiren İran orduları, her yeri yağmalayıp kutsal mekânları ve kiliseleri ateşe veriyor, şehirleri harabeye çeviriyorlardı. Girdikleri her yerde ateş tapınakları inşa ediyorlar ve Hristiyanlara yaşama hakkı tanımıyorlardı. İşte bu haber Mekkeli müşrikleri memnun etmiş, Müslümanlarda ise üzüntüye neden olmuştu. Zira onlar ilâhî bir kitabın (İncil’in) takipçileri olan Hristiyanları, diğerlerine nispetle kendilerine daha yakın hissediyorlardı.

Müşrikler bu mağlubiyeti her fırsatta dile getirip, "Siz de kitap ehlisiniz, Hristiyanlar da! Biz de (İranlı Mecûsîler gibi) ümmîyiz. Nasıl İranlı kardeşlerimiz sizin gibi kitap ehli olan Hristiyanlara galip geldilerse, şayet günün birinde bizimle savaşacak olursanız biz de size öyle galip geleceğiz!" diye tehdit etmeye başlamışlardı. Ancak çok geçmeden müminleri rahatlatan ve onları zaferle müjdeleyen ilâhî beyan geldi: "Elif lâm mîm. Rumlar, (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Halbuki onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Eninde sonunda emir Allah’ındır. O gün müminler de Allah’ın (cc) yardımıyla sevineceklerdir. Allah (cc) dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok esirgeyicidir." Bu olayın üzerinden yedi yıl gibi bir süre geçmişti ki peygamberliğin on beşinci, hicretin ikinci yılında (623) Rumlar İranlıları mağlup etmişlerdi. Aynı yıl müminler de Bedir’de müşriklere karşı zafer kazanmışlardı. Dolayısıyla Kur’an’ın önceden haber verdiği bir mucizenin gerçekleşmiş olduğuna herkes şahitlik etmişti.

Henüz Mekke dönemindeyken yaşanan bu gibi olaylar da gösteriyor ki Hz. Peygamber (sas) ve ashâbı, müşriklerle mukayese edildiğinde Ehl-i kitabın kendileri gibi ortak bir vahiy diline sahip olmaları dolayısıyla onları kendilerine yakın buluyor ve beşerî münasebetlerinde de müşriklere tercih ediyorlardı. Nitekim daha sonra inen âyetlerde Ehl-i kitabın yiyeceklerinden yemenin ve iffetli kadınlarıyla evlenmenin meşru olduğunun bildirilmesi onların bu tavrını desteklemekteydi. Zira müminlerle Ehl-i kitabın ortak bir noktada buluşmaları mümkündü ve Kur’an’ın Mekke dönemi sonlarına doğru inen bir âyetinde bu çağrı şöyle ifade edilmişti: "İçlerinden zulmedenleri bir yana, Ehl-i kitapla ancak en güzel şekilde mücadele edin ve deyin ki, "Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.""

628 yılında, Mekkelilerle yapılan savaşlar sona ermiş, Hudeybiye barışıyla yeni bir sayfa açılmıştı. Allah Resûlü (sas) aynı yıl, dönemin hükümdarlarını İslâm’a davet etmek maksadıyla davet mektupları göndermişti. Ashâbdan Dıhye b. Halîfe el-Kelbî bu maksatla Bizans imparatoru Heraklius’a gönderilmişti. İmparator, elçinin geldiğini haber alınca elçiyi huzuruna kabul etti. Kral, mektubu okumadan önce o sırada ticaret maksadıyla Şam’a gelmiş bulunan Ebû Süfyân’dan kavminde peygamberlik iddia eden kişi hakkında bilgi almak istedi. Ebû Süfyân’ın İslâm ile ilgili aktardığı doğru bilgilerden etkilenen kral mektubu istedi ve okudu.

Peygamber Efendimizin (sas) imparatora gönderdiği mektupta şöyle deniliyordu: "(Söze) bağışlaması bol ve merhameti çok olan Allah’ın adıyla başlarım. Allah’ın (cc) kulu ve Resûlü Muhammed’den (sas) Bizans’ın lideri Hirakl’e! Hidayete tâbi olanlara selâm olsun. Seni İslâm’a davet ediyorum. Müslüman olursan barış ve esenlik bulursun ve Allah ödülünü iki kat verir. Eğer İslâm’ı kabul etmezsen Bizans halkının günahı senin boynunadır. "Ey kitap ehli! Sizin ve bizim aramızda bir olan bir sözde buluşalım. Allah’tan (cc) başkasına tapmayalım, O’na (cc) hiçbir şeyi eş tutmayalım, Allah’ı (cc) bırakıp da birbirimizi tanrılaştırmayalım. Eğer yüz çevirirlerse deyiniz ki, "Şahit olun, biz Müslümanlarız."

Hristiyanların lideri konumundaki Bizans imparatoru, yeni din ve peygamber hakkındaki bilgilerin doğruluğunu araştırmak üzere yakın bir arkadaşına mektup yazmış, ondan da durumu onaylayan bir cevap almıştı. Bunun üzerine din adamlarını toplayarak onların görüşünü almaya karar verdi. Ancak yerleşik dinî geleneği temsil eden bu insanlar memnuniyetsizliklerini derhâl izhar etmeye başlamışlardı ki Heraklius, "Bu sözlerim sizin dininizde samimi olup olmadığınızı denemek içindi, bunu da görmüş oldum." diyerek onların tepkilerini geçiştirmişti.

Bu arada etraftaki Hristiyan kabileleri İslâm’a davet edilmişlerdi. Çoğu, cizye karşılığında İslâm otoritesine boyun eğmişti. Bu noktada, İslâm devletindeki cizye uygulamasından kısaca bahsetmek yerinde olacaktır.

Hudeybiye Antlaşması’yla birlikte Medine Şehir Devleti’nin bağımsızlığını ve gücünü daha da artıran Allah Resûlü (sas), komşu kabilelerle antlaşmalar yapmış ve bu antlaşmalarda siyasî ve hukukî himaye anlamına gelen ‘zimmet’ sözleşmesinin bağlayıcılığına vurgu yapmıştı. Mekke’nin fethinden önce gayri müslimlerle yapılan yazışmalar ve antlaşmalarda, İslâm’ın tevhid ilkesine vurgu yapılarak ihtida teklif edilmekte fakat bunun dışında cizye gibi bir vergi yükümlülüğüne işaret edilmemekteydi. Ancak Mekke’nin fethi ve özellikle de Tebük Seferi sonrasında, yani hicrî dokuzuncu yıldan itibaren İslâm topraklarında Müslümanlarla birlikte güven içinde yaşamak isteyen Hristiyanlara ve diğer gayri müslimlere cizye yükümlülüğünün konulduğu şu âyetle tescil edilmişti: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a (cc) ve âhiret gününe inanmayan, Allah (cc) ve Resûlü’nün (sas) haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın."

Allah Resûlü (sas), bu âyetin nüzûlüyle birlikte İslâm’ı kabul etmedikleri hâlde Müslümanların himayesini kabul eden gayri müslimlerden cizye tahsil etti. Sefere gönderdiği komutanlara da savaşmadan önce karşı tarafı İslâm’a davet etmelerini, bunu kabul etmedikleri takdirde cizye vermek suretiyle kendi dinlerinde bırakmalarını, ancak bunu da kabul etmemeleri durumunda savaşmaları talimatını verdi. Dolayısıyla cizye, Müslüman olmayanların İslâm devletine itaat ve bağlılığının bir sembolü, aynı zamanda askerlik hizmetinden muaf olan bu kimselerin can ve mal güvenliklerinin sağlanmasının bir bedeliydi.

Zimmîlerin hak ve yükümlülükleri hususunda oldukça titiz davranan Allah Resûlü (sas), ashâbından da aynı tavrı benimsemelerini istemiş ve onlara şu sözlerle uyarıda bulunmuştu: "Bilesiniz ki! Kim bir zimmîye (anlaşmalı bir gayri müslim vatandaşa) haksızlık ederse, onun hakkını eksik verirse, ona gücünün üstünde şeyler yüklerse veya gönülsüz olarak ondan bir şey alırsa, ben kıyamet gününde o kişinin hasmıyım." Bu ikaz, sahâbenin cizye konusunda daha itinalı davranmalarına sebep olmuştur. Nitekim Allah Resûlü’nün (sas) bütün seferlerine iştirak etmiş ve vefatından sonra da pek çok sefere komutanlık etmiş olan meşhur sahâbî İyâz b. Ganem, cizye toplanırken kendilerine eziyet edilen bir topluluğu görünce onlara eziyet edenleri sert bir dille uyararak Resûlullah’ın (sas) şu sözlerini hatırlatmıştır: "Yüce Allah (cc), dünyada insanlara eziyet ve işkence edenlere (kıyamet gününde) mutlaka azap eder."

Bir başka örnekte ise Hişâm b. Hakîm b. Hizâm’ın benzer tepkiler verdiği görülür. Şam bölgesini ziyaretinde güneşe karşı dikilmiş ve başlarına zeytinyağı dökülmüş insanlara rastlayınca "Bu ne hâl?" diye soran Hişâm, "Vergi için cezalandırılıyorlar." denilince, "Haberiniz olsun! Ben Allah Resûlü’nü (sas) şöyle derken işittim: "Bu dünyada (insanlara) işkence edenlere şüphesiz Allah (cc) da azap edecektir." demiştir.

Cizye tahsilinde müsamahalı olan Müslüman yöneticiler, onları koruyamaz durumda olduklarında ise topladıkları cizyeleri gayri müslimlere iade etmişlerdir. Zira cizye, ‘zimmî’diye bilinen ve yaptıkları anlaşma gereği vatandaşlık statüsü kazanan gayri müslimlerin can ve mal güvenliğine kavuşturulmasının karşılığıydı. Örneğin Müslümanlar Yermük Savaşı’nda Rumlara karşı büyük bir ordu toplayınca, kuvvetlerini aynı noktada bir araya getirebilmek için Şam’da fethedilen bütün şehirlerin savunmasını bırakmak zorunda kalmışlardı. Bunun üzerine Allah Resûlü’nün (sas) ashâbından meşhur komutan Ebû Ubeyde b. Cerrâh (ra), birliklerine gönderdiği mektupta, zimmîlerden aldıkları cizye ve haracın geri verilmesini ve onlara şöyle denilmesini emretmişti: "Bu savaş gailesinden dolayı sizlere yardım edemeyeceğiz ve sizleri koruyamayacağız. İşte bu nedenle sizden aldığımız malları da geri veriyoruz." Bunun üzerine ordu komutanları topladıkları vergilerin tamamını gayri müslimlere geri vermişlerdir.

Müslümanların Hıms’tan alınan cizye mallarını geri verdikleri sırada, Müslüman olmayan tebaa, gönüllerinde oluşan sevgi ve merhamet duygularını şöyle izhar etmişlerdi: "Tanrıya yemin olsun ki sizlerin yönetim ve adaleti, daha önce içinde bulunduğumuz zulüm ve zorbalıktan bize daha iyi geliyor. Şunu iyi bilin ki Herakl’in ordusu bizler burada olduğumuz sürece Hıms şehrine giremeyecektir." Cizye vergisi, Müslümanlarla birlikte yaşama iradesi gösteren gayri müslimlerin dokunulmaz hak ve hürriyetlerini güvence altına almak maksadıyla ödedikleri bir vergidir.

Allah Resûlü (sas) kendileriyle yaptığı barış antlaşmaları sonucu Eyle, Ezruh, Dûmetü’l-cendel Hristiyanlarından cizye almıştır. Resûlullah’a (sas) cizye vermeye razı olan Hristiyanlardan Necrânlılar ile Müslümanların görüşmeleri ise üzerinde ayrıca durmaya değer bir konudur.

Medine’ye hicretin üzerinden dokuz yıl geçmişti. Arap Yarımadası’nın her tarafından insanlar, kabileler hâlinde Medine’ye akın etmişlerdi. Çeşitli maksatlarla Medine’yi ziyaret eden bu heyetler nedeniyle bu yıla ‘Senetü’l-Vüfûd’ (Heyetler Yılı) denilmişti. Görünen o ki Medine, farklı inanç ve kültürlere mensup insanları ağırlamaktaydı. Hristiyan Belhâris kabilesi (Benu’l-Hâris) mensubu ‘Necrân’ heyeti de bunlardan birisiydi. Hz. Peygamber (sas), Necrânlıların reisi Ebû Hârise ile Abdülmesih’i İslâm’a davet etti. Onlar, bu daveti kabul etmeyip çeşitli sorular sorarak tartışma başlattılar. Tartışma uzadıkça uzadı; bu esnada Hz. Meryem’in (ra) durumu, Hz. İsa’nın (as) şahsiyeti ve Hristiyan öğretisine dair pek çok mesele tartışmaya konu oldu. Necrânlılar bir türlü ikna olmuyorlardı. Bunun üzerine Allah Resûlü (sas) yalan söyleyenlerin lânete müstahak hâle geleceğini söyledi ve bu hususta onları karşılıklı yemin etmeye davet etti. Fakat Hristiyanlar buna yanaşmadılar. Necrânlılar Müslüman olmadılar, cizye vermeye razı oldular ve bu görüşmeler sonrasında Resûl-i Ekrem’le (sas) bir barış antlaşması yaparak Medine’den ayrıldılar.

Allah Resûlü (sas), Necrân Hristiyanlarına din ve vicdan hürriyeti tanımıştır. Antlaşmalarına sadakat gösterip yükümlülüklerini yerine getirdikleri sürece barış antlaşması yürürlükte kalmış, sulh ve sükûnet içerisinde yaşamışlardır. Ahitlerine sadakat gösterenlere dokunulmamış, onlarla ilişkiler devam etmiş, Allah Resûlü (sas) sahâbeden Amr b. Hazm vasıtasıyla onlara mektuplar göndermiş ve ahitlerine bağlılıktan ayrılmamaları tavsiyesinde bulunmuştur. Resûl-i Ekrem (sas) vefat ettiğinde Necrân kumaşıyla kefenlenmiş olması da ilişkilerin devam ettiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Resûlullah (sas) tebliğinin ilk yıllarında, müşriklerin amansız muhalefeti karşısında sosyal hayatın birçok alanında Ehl-i kitaptan yana tavır koymuştu. Ehl-i kitabın vahiy dili ve risâlet geleneğine sahip olması, Müslümanlar arasında onlarla daha kolay ilişki kurabileceğine dair bir beklenti doğurmuştu. Ancak Medine’de Ehl-i kitapla yaşanan olumsuz gelişmeler bu beklentinin karşılıksız kalmasına yol açmıştı. Zira yaşananlar açıkça göstermişti ki ne Yahudiler ne de Hristiyanlar, kendi dinlerine tâbi olmadıkça Müslümanlardan razı olmaya yanaşmıyorlardı. Bununla birlikte yine de Ehl-i kitabın hepsi bir değildi; içlerinde Allah’ın âyetlerine kulak veren, istikamet sahibi iyilik timsali kimseler de vardı ve bu açıdan Yahudilere nazaran Hristiyanların durumu daha olumlu sayılabilirdi: "İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın. Onlar arasında iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da "Biz Hristiyanlarız." diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar."

Resûlullah (sas), İslâm’a davette teşvik edici olması bakımından, "Kitap ehli olan iki topluluktan kim Müslüman olursa, onun için iki kat mükâfat vardır. O, bizimle aynı haklara ve sorumluluklara sahiptir. Müşriklerden kim Müslüman olursa ona da bir mükâfat vardır ve o da bizimle aynı haklara ve sorumluluklara sahiptir." buyurmuştur. Hristiyan beldelere gönderdiği görevlilere de halka karşı kolaylaştırıcı ve müjdeleyici olmalarını emretmiş, zorlaştırıcı ve insanları, dinden nefret ettirecek söz ve fiillerden kaçınmalarını istemiştir. Müslümanlığı kabul etmeleri hâlinde beş vakit namazı, buna da riayet etmeleri hâlinde zekâtı emretmelerini tavsiye etmiştir. Böylece İslâm dinine girme hususunda zorlamayla karşılaşmayan Hristiyanlara dine girdikten sonra da kolaylıklar sunulmuş,dinî emir ve yasaklar kendilerine aşama aşama bildirilmiştir.

Hristiyan toplumunun, peygamberlerine ve rahiplerine karşı gösterdikleri aşırı tazim (yüceltme) hisleri, zamanla onların ilâhlık mertebesine çıkarılmalarına yol açmıştı. Bu durum Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır: "(Yahudiler) Allah’ı (cc) bırakıp hahamlarını, (Hristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa bunlar da ancak bir olan Allah’a (cc) ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O (cc), onların ortak koştukları her şeyden uzaktır." Hristiyanlıktan İslâm’a ihtida etmiş olan Adî b. Hâtim, boynunda altından bir haç ile Allah Resûlü’nün (sas) yanına geldiğinde Peygamberimiz (sas) ona, "Ey Adî! Bu putu boynundan at!" buyurduktan sonra bu âyeti okumuş ve şöyle açıklamıştı: "Evet onlar (görünürde) rahiplerine ve hahamlarına tapınmıyorlardı fakat (onları Allah’ın (cc) yerine koyarak) helâl kıldıklarını helâl, haram kıldıklarını da haram sayıyorlardı (ki bu da Allah’ı (cc) bırakıp başkalarını ilâh tanımaktan farksızdı)." Ayrıca Resûlullah (sas) ruhunu teslim etmeden önce de bu hususa dikkat çekmiş ve geçmiş toplumların peygamber kabirlerini mescit edinmek suretiyle onları ilâhlaştırdıklarını ifade ederek ashâbını şöyle uyarmıştı: "Allah (cc), peygamberlerinin kabirlerini mescit (tapınak) hâline getiren Yahudi ve Hristiyanları rahmetinden uzaklaştırmıştır."

Allah Resûlü (sas), yeni bir toplum vücuda getirirken Yahudi ve Hristiyanlara benzememeye, inanç, ibadet, muâmelât, âdâb gibi hayatın her alanında özgün bir toplum oluşturmaya özen göstermiştir. İslâm toplumunun kendi öz benliğini kazanması gerektiğine işaretle, "Kim bir kavme benzerse o da onlardan sayılır." diyerek bu konuda ümmetini uyarmıştır. Ancak bununla birlikte ümmetinin zamanla kendi özgün kimliklerinden uzaklaşarak Yahudi ve Hristiyan milletlerinin yoluna uyacağına da dikkat çekmiştir.

Allah’ın Resûlü (sas), yeni oluşan İslâm toplumunun özgün kimliğini korumak için diğer toplumlara benzememeleri uyarısında bulunmuştur. Bu bağlamda namaza çağrı için ateş yakmak ve çan sesi kullanmak yerine ezanı meşru kılmış, sabah namazının vaktini tayin konusunda Hristiyanlara muhalefeti öngörerek namazı yıldızların kaybolma vaktine kadar geciktirmemeyi tavsiye etmiştir. Peygamber Efendimiz (sas) saçların boyanması, selâmlaşma ve yemeğe karşı takınılan tavır gibi sosyal hayatın pek çok alanında özgün olmak ve başkalarına benzememek gerektiğini açıkça ifade etmiştir. Görülüyor ki Allah’ın Resûlü (sas) gayri müslimlerle aşırılıktan uzak, karşılıklı anlayış ve hoşgörüye dayalı, dengeli bir ilişki kurmayı hedeflemiştir.

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam