Ebû Ümâme (ra) anlatıyor: ‘Mekke'nin fethi günü Resûlullah'ın (sas) bineğinin arkasındaydım. Çok güzel ve hoş sözler söyledi. Bunlardan biri de şuydu: ’Kitap ehli olan iki topluluktan kim Müslüman olursa, onun için iki kat mükâfat vardır. O, bizimle aynı haklara ve sorumluluklara sahiptir. Müşriklerden kim Müslüman olursa ona da bir mükâfat vardır ve o da bizimle aynı haklara ve sorumluluklara sahiptir.’ ’
عَنْ أَبِي أُمَامَةَ قَالَ: إِنِّي لَتَحْتَ رَاحِلَةِ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَوْمَ الْفَتْحِ فَقَالَ قَوْلاً حَسَنًا جَمِيلاً وَكَانَ فِيمَا قَالَ: ‘مَنْ أَسْلَمَ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابَيْنِ فَلَهُ أَجْرُهُ مَرَّتَيْنِ وَلَهُ مَا لَنَا وَعَلَيْهِ مَا عَلَيْنَا وَمَنْ أَسْلَمَ مِنْ الْمُشْرِكِينَ فَلَهُ أَجْرُهُ وَلَهُ مَا لَنَا وَعَلَيْهِ مَا عَلَيْنَا.’
(HM22589 İbn Hanbel, V, 259)
***
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) :… كَانَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يُحِبُّ مُوَافَقَةَ أَهْلِ الْكِتَابِ فِيمَا لَمْ يُؤْمَرْ فِيهِ بِشَيْءٍ…
İbn Abbâs'tan (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas), hakkında herhangi bir emir bulunmayan hususlarda Ehl-i kitaba uygun davranmayı severdi.
(B3558 Buhârî, Menâkıb, 23)
***
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَدِمَ الْمَدِينَةَ فَوَجَدَ الْيَهُودَ صِيَامًا يَوْمَ عَاشُورَاءَ فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : ‘مَا هَذَا الْيَوْمُ الَّذِى تَصُومُونَهُ.’ قَالُوا: هَذَا يَوْمٌ عَظِيمٌ أَنْجَى اللَّهُ فِيهِ مُوسَى وَقَوْمَهُ وَغَرَّقَ فِرْعَوْنَ وَقَوْمَهُ فَصَامَهُ مُوسَى شُكْرًا فَنَحْنُ نَصُومُهُ. فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : ‘فَنَحْنُ أَحَقُّ وَأَوْلَى بِمُوسَى مِنْكُمْ.’ فَصَامَهُ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) وَأَمَرَ بِصِيَامِهِ.
İbn Abbâs'tan (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) Medine'ye geldiği zaman, Yahudiler âşûrâ günü oruç tutuyorlardı. Resûlullah (sas) onlara, ’Oruç tuttuğunuz bugün nedir?’ diye sordu. Onlar da ‘Bugün Allah'ın (cc), Musa'yı (as) ve kavmini kurtarıp Firavun'u ve kavmini (suda) boğduğu büyük bir gündür. Musa şükretmek için bugün oruç tuttu. Biz de (bu nedenle) oruç tutuyoruz.’ dediler. Bunun üzerine Resûlullah (sas): ’Biz Musa'ya (as) sizden daha lâyık ve yakınız.’ buyurdu. Ondan sonra âşûrâ günü Resûlullah (sas) hem kendisi oruç tuttu hem de oruç tutulmasını emretti.
(M2658 Müslim, Sıyâm, 128; B2004 Buhârî, Savm, 69)
***
عَنِ ابْنِ أَبِى لَيْلَى أَنَّ قَيْسَ بْنَ سَعْدٍ وَسَهْلَ بْنَ حُنَيْفٍ كَانَا بِالْقَادِسِيَّةِ فَمَرَّتْ بِهِمَا جَنَازَةٌ فَقَامَا فَقِيلَ لَهُمَا: إِنَّهَا مِنْ أَهْلِ الأَرْضِ. فَقَالاَ:إِنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) مَرَّتْ بِهِ جَنَازَةٌ فَقَامَ فَقِيلَ لَهُ: إِنَّهُ يَهُودِيٌّ. فَقَالَ: ‘أَلَيْسَتْ نَفْسًا.’
İbn Ebû Leylâ'nın anlattığına göre, Kays b. Sa'd ve Sehl b. Huneyf Kâdisiyye'de bulundukları bir sırada yanlarından bir cenaze geçmiş onlar da ayağa kalkmışlardı. Onlara bunun bir zimmîye (Müslüman topraklarında yaşayan anlaşmalı bir gayri müslim vatandaşa) ait olduğu söylendi. Bunun üzerine şöyle dediler: ‘Resûlullah'ın (sas) yanından bir cenaze geçti de o ayağa kalktı. Kendisine, ‘O bir Yahudi'dir.’ denilince, ’O da bir can değil mi?’ buyurdu.’
(M2225 Müslim, Cenâiz, 81; B1312 Buhârî,Cenâiz, 49)
***
Tarihler milâdî altıncı asrın başlarını gösterdiğinde Arap yarımadasının çeşitli bölgelerinde meskûn olan Yahudiler, kendi kutsal kitaplarında gönderileceği bildirilen bir peygamberin geleceği müjdesini veriyorlardı. Bu beklenti, Yahudilerde putperest Araplara karşı egemen olacakları düşüncesini yerleştirmişti. Peygamber, Arapların içinden çıkınca hayal kırıklığına uğrayan Yahudiler, gurur ve kıskançlıklarının kurbanı olmuşlar, Son Peygamber’e (sas) imana yanaşmamışlardı. Oysa onlar, kendi kutsal kitaplarında yazılı buldukları o ümmî Peygamber’i (sas) tıpkı kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanıyor, buna rağmen aralarından bir kısmı gerçeği bile bile gizliyorlardı.
Beklenen Peygamber (sas) gelmiş ve Mekkelilerin amansız muhalefetleri sonrasında Medine’ye hicret etmek zorunda kalmıştı. Bu yıllarda Allah Resûlü’nün (sas) hicret edip sığındığı Medine (Yesrib) şehrinin nüfusunun yarıya yakını Yahudilerden oluşuyordu. Neredeyse Araplaşmış durumda olan bu Yahudiler, kutsal kitapları olan Tevrat’ı İbrânîce okuyor, Müslümanlara Arapça tefsir ediyorlardı. İbrânîce yazıyor olmalarına rağmen Arapçayı ana dilleri gibi kullanıyorlardı. Çocuklarına Arap adları veriyor, kabileleri Arapça isimlerle anılıyordu. Medine Yahudilerinin hem okul hem de yargı evi olarak kullandıkları ‘Beytü’l-Midrâs’ adında bir de müesseseleri vardı. İzledikleri akıllı siyaset ve çalışkan tutumları sayesinde şehrin ticarî hayatını ele geçirmişlerdi. Ticarette elde ettikleri başarı, yüklü miktarda servet sahibi olmalarını sağlamış, önce vade ile borç para verip faizcilik yapmışlar, sonra da Arapların mülklerini ve arazilerini ele geçirmeyi başarmışlardı. Araplara nazaran daha varlıklı olan Yahudiler, düşman saldırılarına karşı koyabilmek için kaleler inşa etmişlerdi.
Allah Resûlü (sas), Mekkeli müşriklerin inatçı direnişleri karşısında on üç yıllık tebliğini Medine’ye taşımak zorunda kaldığında Medine şehri, Müslümanlarla birlikte Yahudiler, müşrikler ve az da olsa Hıristiyanların birlikte yaşadıkları renkli bir yapı sergiliyordu. Peygamber (sas), şehrin emniyeti için farklı kabile ve dinî unsurlardan oluşan bu toplumsal yapının öncelikle siyasî ve idarî açıdan belli bir düzene kavuşturulması gerektiğini düşünüyordu. Bu maksatla hicretin hemen ardından muhacirlerle ensar arasında bir kardeşlik anlaşması yaptıktan sonra Yahudilerin de taraf olduğu bir başka antlaşma yapmış ve bu antlaşmanın maddelerini yazıya geçirmiştir. Medine Vesikası olarak bilinen bu antlaşmayla Yahudiler, toplumun bir parçası kabul edilmiş, diğer unsurlarla beraber onların da dinî, toplumsal ve hukukî hakları güvence altına alınmıştır.
Yapılan antlaşmadan sonra Medine’de, sayıları az da olsa, din adamlarından Abdullah b. Selâm gibi kimi Yahudiler İslâm’ı kabul etmiş, kimileri çekimser kalmış, kimileri de İslâm’a karşı tavır alıp Müslümanlar aleyhine çalışmalar yapmaktan geri durmamıştı. Hicretten sonra bir süre Müslümanlar ile Yahudilerin arasında bazı tartışmalar olduysa da bu henüz silahlı bir çatışmaya dönüşmemişti. Bu arada Mekkeli müşrikler de boş durmuyor, münafıkların reisi Abdullah b. Übey’i kullanarak Medine’de kargaşa çıkarmaya çalışıyorlardı. Hatta Medineli Yahudi ve Müşrikleri kışkırtıyorlar ve Hz. Peygamber’i (sas) yurtlarından çıkarmamaları yahut da öldürmemeleri hâlinde Medine’ye saldıracakları tehdidinde bulunuyorlardı.
Müslümanların Mekkeli müşriklere karşı Bedir’de önemli bir zafer kazanması Yahudileri hareketlendirmişti. Zira bu zafer, Müslümanların Medine’de ciddi bir güç olduklarını ispatlamıştı. Biliyorlardı ki artık ekonomik güçleri ve nüfuzları tehlikeye girmiş, yıllar yılı şehir halkına reva gördükleri sömürünün sona erme vakti gelip çatmıştı. İşte bu endişeyle Kâ’b b. Eşref gibi kimseler her fırsatta Müslümanlar aleyhine tezvirat yapmaya, insanları kışkırtmaya başladılar. Onların bu rahatsızlığının farkında olan Hz. Peygamber (sas) şehirde sükûneti bozmamaları konusunda onları her fırsatta uyarıyordu. Bedir’den zaferle döndükten sonra onları Benî Kaynukâ çarşısında toplayarak kendilerini, İslâm’a davet etmişti. Fakat onlar bu davete, "Ey Muhammed! Kureyş’ten savaş bilmeyen tecrübesiz bir toplumla savaşmış olman seni aldatmasın. Eğer sen bizimle savaşsaydın, bizim nasıl bir topluluk olduğumuzu ve bizim gibi bir cemaatle hiç karşılaşmamış olduğunu anlayacaktın." diye cevap verdiler.
İlişkiler gittikçe bozuluyor ve Yahudilerin taşkınlıkları sürekli artıyordu. Bir gün Müslüman bir kadın, alışveriş yapmak üzere Kaynukâ çarşısındaki bir kuyumcu dükkânına girmişti. Burada Yahudi gençler kadına örtüsünü açması için tacizde bulundular. Kadının direnmesi üzerine de, kuyumcu ona bir oyun oynayarak örtüsünün açılmasına sebep oldu. Yahudiler bu olaya gülerken savunmasız hâldeki kadın çığlık atıyordu. Bu sesleri duyan bir sahâbî hemen olaya müdahale ederek kuyumcuyu öldürdü, kendisi de şehit edildi. Bu olay, bardağı taşıran son damla olmuştu. Kaleleri ashâb tarafından muhasara altına alınan Kaynukâlılar, on beş gün süren kuşatmanın ardından teslim oldular ve Müslümanlarla yaptıkları antlaşmaya ihanet edip kan akıttıkları için Medine’den sürüldüler.
Kaynukâ Yahudilerinin sürgün edilmesi, Müslümanlarla Yahudiler arasındaki ilişkilerin daha da gerilmesine neden olmuş ve onların Müslümanlara karşı gösterdikleri tepki daha farklı boyutlara ulaşmıştı. Örneğin, Nadîroğulları’ndan şair Kâ’b b. Eşref, Hz. Peygamber’e (sas) ve Müslümanlara karşı duyduğu kin ve öfkeyi şiirlerinde hakaret boyutuna kadar vardırmış, iffetli Müslüman kadınları şiirleriyle rencide etmeye başlamıştı. Bununla da kalmayıp ezelî düşman Mekke müşrikleriyle işbirliğine kalkışmış ve onları Müslümanlara karşı savaşmaları için kışkırtmıştı. Bedir’de kazanılan zafer kendisine ulaştığında, "Eğer Muhammed Kureyş’ten bu kadar adam öldürmüşse, artık yerin altı üstünden yeğdir!" tepkisini vermişti. Sonuçta, Medine’de birlikte yaşadığı insanlara karşı bu denli intikam duyguları besleyen, her gün küfür ve hakaret dolu şiirler düzen, yaptıkları antlaşmayı hiçe sayan ve düşmanlık etmekten çekinmeyen Kâ’b, hicretin üçüncü yılında bir gece Muhammed b. Mesleme ile iki arkadaşı tarafından Peygamberimizin (sas) onayıyla bertaraf edildi. Hayber Yahudilerinden Ebû Râfi’ de onunla aynı kaderi paylaşmış, bulunduğu kalede haklanmıştı.
Kâ’b b. Eşref’in mensup olduğu Benî Nadîr Yahudileri de antlaşmalı olmalarına rağmen, antlaşmayı ihlâl edecek davranışlar yapmaktan kaçınmıyorlardı. Nitekim Amr b. Ümeyye ed-Damrî’nin Ebû Âmir kabilesinden iki kişiyi yanlışlıkla öldürmesi üzerine verilecek kan diyetine antlaşma gereği Nadîrlilerin de ortak olması gerekiyordu. Onlar önce bunu kabul etmiş gibi görünerek Mekkeli müşriklerin de kışkırtmasıyla Peygamber Efendimize (sas) suikast düzenlemeye kalkıştılar. Resûl-i Ekrem’e (sas) haber gönderip ashâbından otuz kişi ile kendi din adamlarından otuz kişinin bir araya gelerek konuşmasını istediler. Din adamlarının, Hz. Peygamber’in (sas) sözlerini dinledikten sonra onu tasdik etmeleri hâlinde kendilerinin de iman edeceğini bildirdiler. Fakat onların bu hain oyunu çok geçmeden ortaya çıktı. Hz. Peygamber (sas) Nadîroğulları’nın kendisini öldürmek istediklerini ashâbına bildirerek hazırlık yapmalarını söyledi. Muhammed b. Mesleme’yi de elçi olarak gönderip antlaşmaya ihanet ettiklerini, ahde vefa göstermediklerini ve on gün içerisinde Medine’yi terk etmeleri gerektiğini bildirdi. Yahudiler ihanetin bedelini ödemeye hazırlanıyorlardı ki münafıkların reisi Abdullah b. Übey onlara haber göndererek yurtlarını terk etmemelerini, savaşmaları durumunda onlarla birlikte savaşacaklarını söyledi. Bunun üzerine Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlığı ile tanınan Yahudi lideri Huyey b. Ahtab, Peygamber Efendimize (sas), "Yurdumuzu terk etmiyoruz. Elinden geleni ardına koyma!" diyerek savaşmak istediklerini bildirdi. Resûlullah (sas) de Benî Nadîr’i kuşatma altına aldı. Bir günlük kuşatma sonrasında ordusuyla Benî Kurayza Yahudilerine doğru yönelen Hz. Peygamber (sav), onlarla anlaşma sağladıktan sonra Benî Nadîr’i tekrar muhasara altına aldı. Muhasara esnasında Yahudilerin kalplerine korku salmak ve onları teslim olmaya zorlamak için bir savaş taktiği olarak, Benî Nadîr’in Büveyre’deki hurmalıklarının bir kısmını kestirip yaktırdı. Hicretin dördüncü senesinde on beş gün süren kuşatma sonrasında, Abdullah b. Übey tarafından vaat edilen yardımın gelmemesi üzerine Yahudiler teslim olmak zorunda kaldılar. Yapılan anlaşma gereğince taşınır mallarını, hanımlarını ve çocuklarını yanlarına alarak Medine’yi terk ettiler.
Kur’ân-ı Kerîm’in Haşr sûresi, Benî Nadîr Gazvesi üzerine nâzil olmuştur. Burada, Yahudilerin yurtlarından çıkarılmalarının ve Müslümanların elde ettikleri başarının Allah’ın izni ve inayetiyle gerçekleştiği, ne Müslümanların ne de Yahudilerin bunu daha önce hiç beklemedikleri belirtilirken, yaşanan olaydan mutlaka ders alınması gerektiği ifade edilmektedir. Ayrıca vefasızlık ederek yeminlerini bozmuş, inanç ve değerlerine bağlılıklarını yitirmiş böylesi bir topluluk için âhirette de ağır bir cezanın olduğu vurgulanmaktadır.
Yaşananlardan ders almak bir yana, Nadîroğulları, Müslümanlardan intikam almanın yollarını arıyorlardı. Bunun için Müslümanların azılı düşmanları olan Kureyşli müşrikleri kışkırtıyor, Hz. Muhammed’e (sas) karşı girişecekleri savaşta kendilerinin yanında olacaklarını ifade ediyorlardı. Bu teklifi memnuniyetle kabul eden müşrik kabileleri, hicretin beşinci yılında Müslümanlara karşı savaşmak üzere gruplar hâlinde toplandılar. Düşmanın gelişini haber alan Müslümanlar ise altı gün boyunca çalışarak şehrin etrafını geniş ve derin hendeklerle çevirdiler, şehre girişi oldukça zorlaştırdılar. Medinelilerin tarlalarını bir ay önceden hasat etmeleri de kısa süreli savaş için gelen düşman ordusunun kuşatma için beklemesini güçleştirecek gibi görünüyordu. Ekinlerden yararlanamayan müşrikler, hayvanlarını da besleyemeyeceklerdi.
Müslümanların lehine görünen bu tabloyu Medine şehrinde kalan tek Yahudi kabilesi olan Kurayzaoğulları’nın ihaneti bozmuştu. Kurayzalılar, Benî Nadîr kuşatması sırasında yeniledikleri antlaşmaya bağlı kalarak sulh ve sükûnet içerisinde yaşıyorlardı. Ancak müşrikleri savaşa teşvik eden Nadîroğulları reisi Huyey b. Ahtab, Kurayzaoğulları’nı kandırmayı başarmış, onlar da Müslümanlarla olan antlaşmalarını bozarak savaşa katılmaya karar vermişlerdi. Bu maksatla kalelerini güçlendiriyor, yollarını onarıp hayvanlarını topluyorlardı. Durumu öğrenen Resûlullah, kendilerine Sa’d b. Muâz, Sa’d b. Ubâde ve Üseyd b. Hudayr’ı göndermiş, ancak Kurayzaoğulları onların barış teklifine yanaşmayarak ahitlerine geri dönmemekte ısrarlı olduklarını bildirmişlerdi. Kurayzaoğulları’nın bu ihaneti müminleri, asıl düşmanları olan Kureyş’in saldırılarından daha çok endişelendirmiş, ancak Allah’ın yardımıyla Müslümanlar bunun da üstesinden gelmişler, daha önce ayak basmadıkları topraklara vâris kılınmışlardı.
Kurayzaoğlulları, Müslümanların en zor zamanında onlara ihanet ederek düşmanla işbirliği yapmanın cezasını çekmeliydi. Bu nedenle Resûlullah (sas), Hendek Savaşı biter bitmez herkesin hazırlanmasını isteyerek, "Hiç kimse Kurayza yurduna varmadan ikindi namazını kılmasın!" direktifini vermişti. Yahudilerin kaleleri kuşatılmış ve çok geçmeden teslim olmuşlardı. Kurayzalılar, kendilerine verilecek ceza konusunda eski müttefikleri Evs kabilesinin reisi Sa’d b. Muâz’ın (ra) belirleyeceği karara razı olacaklarını bildirdiler. Sa’d b. Muâz (ra), Hendek Savaşı’nda aldığı bir darbe ile ağır yaralanmıştı ve o sırada yarasının tedavisi ile meşgul oluyordu. Allah Resûlü’nün (sas) teklifiyle hakemliği kabul etmiş ve "Savaşçı erkeklerin öldürülmesine, kadınların ve çocukların esir alınmasına, mallarının (Müslümanlar arasında ganimet olarak) bölüştürülmesine" karar vermişti. Hz. Peygamber (sas) Sa’d’ın bu kararını, "Allah’ın hükmüne uygun karar verdin." sözleriyle takdir etmişti. Sa’d’ın Yahudiler hakkında vermiş olduğu bu karar, Tevrat’ın ilgili hükümlerine de uygun düşmekteydi. Tevrat da mağlup düşman karşısında Yahudilere aynı hakları tanımaktaydı. Bununla birlikte Yahudilerden Müslüman saflarına katılan ve bu nedenle kendilerine eman (güvence) verilenler de vardı ve bunlar Müslüman olmuşlardı.
Böylelikle Medine’de ahitlerine sadakatsizlik ederek şehrin huzur ve güvenini bozmaya çalışan unsurlar tümüyle etkisiz hâle getirilmişti. Ancak yine de Medine’de kalan ve herhangi bir siyasî eyleme katılmayan, sadece ticaretiyle uğraşıp sükûnetle yaşayan Yahudiler de vardı ki bunlar, Müslümanlarla uyum içinde kalmaya devam etmişlerdi. Onlara hiçbir şekilde baskı yapılmadığı gibi, aksine Peygamber Efendimiz (sas) her yıl elde edilen hediye ve ihsanlardan onları da faydalandırmıştı. Nitekim Medine’de yaşamaya devam eden Benî Urayz Yahudilerine Beytülmâl’den önemli miktarda hububat verileceğine dair Resûlullah’ın (sas) bir fermanı bulunmaktaydı.
Siyasî ve askerî çekişmeler bir kenara bırakılacak olursa, Medine’de birlikte yaşadıkları sürece, Müslümanlar ile Yahudiler arasında toplumsal ilişkilerin canlılıkla devam ettiği görülür. Her şeylerini Mekke’de bırakıp Medine’ye gelen muhacirlerden bazıları, Yahudilere ait Kaynukâ çarşısında ticaret yaparak geçimlerini sağlamışlardır. Müslümanlar, malî açıdan kendilerinden daha iyi durumda olan Yahudilerden kimi zaman borç almış, kimi zaman onlarla işbirliği yaparak kazanç sağlamış ve kendileriyle ticarî ilişkilerde bulunmuşlardır. Ehl-i kitaptan olmaları dolayısıyla onları kendilerine daha yakın bulmuş ve sosyal hayatta onları müşriklere tercih etmişlerdir. Zira Allah (cc), Ehl-i kitap sayıldıkları için onların kestiklerinden yemeyi ve iffetli kadınlarıyla evlenmeyi mubah kılmıştı.
Allah Resûlü (sas), Medine’ye gelişinden büyük rahatsızlık duyan, hatta kendisine suikastlar düzenleyen Yahudilere karşı gayet iyi davranmış ve uzlaşmacı tutumuyla onlarla anlaşma arzusunda olduğunu göstermiştir. Onlara her fırsatta İslâm’ı tebliğ etmiş ve kendilerine şu müjdeyi vermiştir: "Kitap ehli olan iki topluluktan kim Müslüman olursa, onun için iki kat mükâfat vardır. O, bizimle aynı haklara ve sorumluluklara sahiptir. Müşriklerden kim Müslüman olursa ona da bir mükâfat vardır ve o da bizimle aynı haklara ve sorumluluklara sahiptir." Onları dinî alanda ‘ortak bir söz’e, yalnızca Allah’a (cc) ibadet ederek O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaya çağırmış, hakkında herhangi bir şeyle emrolunmadığı hususlarda onlara uygun davranmaktan hoşnutluk duymuştur.
Peygamber Efendimiz (sas) kıblenin Kâbe’ye çevrilmesinden önce bir müddet namazlarında Beytü’l-Makdis’e doğru yönelmiştir. Ayrıca Yahudilerin âşûrâ günü oruç tuttuklarını görünce onlara, "Oruç tuttuğunuz bugün nedir?" diye sormuş, onlar da, "Bugün Allah’ın (cc), Musa’yı (as) ve kavmini kurtarıp Firavun’u ve kavmini (suda) boğduğu büyük bir gündür. Musa şükretmek için bugün oruç tuttu. Biz de (bu nedenle) oruç tutuyoruz." demişlerdir. Bunun üzerine Resûlullah (sas), "Biz Musa’ya sizden daha lâyık ve yakınız." buyurarak ondan sonra âşûrâ günü hem kendisi oruç tutmuş hem de oruç tutulmasını emretmiştir. Müslümanların, İsrâiloğulları’ndan tarihî olaylara dair nakilde bulunmasına müsaade etmiş, ancak "Ehl-i kitabı ne doğrulayın ne de yalanlayın..." ve "Ehl-i kitaba bir şey sormayın..." buyurarak bu konuda ihtiyatlı davranılmasını emretmiştir. Diğer yandan Yahudilerin kınanmalarına ve lânetlenmelerine sebep olan tutum ve davranışları dile getirerek bunlardan kaçınmaları için ashâbını sık sık uyarmıştır. Bu bağlamda Yahudilerin yaptığı gibi peygamber kabirlerinin ibadethaneye çevrilmesini ve Yahudilerce kutsal sayılan cumartesi günü oruç tutulmasını yasaklamış, Yahudilere has olan saç sakal görüntüsü ve selâmlaşma şekli gibi hususlarda onlara muhalefet etmeyi emretmiştir.
Allah Resûlü (sas), Medine’de bulundukları sürece Yahudilere din ve vicdan hürriyeti tanımış, kamu hukukunu ilgilendirmediği sürece hukukî davalarının çözümünü kendilerine bırakmıştır. Kendisine getirilen Yahudilerle ilgili davalarda ise uygulayacağı cezaya karar verirken Tevrat hükümlerine başvurmuş, dolayısıyla Kurayzaoğulları örneğinde görüldüğü gibi onlara kendi kitaplarının öngördüğü cezaları uygulamaktan yana tavır koymuştur. Yahudilerin, kendi istekleriyle, hukukî konularda Allah Resûlü’ne (sas) başvurdukları da olmuştur. Nitekim Nadîroğulları, kendilerini Kurayzaoğulları’ndan üstün saydıkları için onlar Benî Kurayza’dan birini öldürdüklerinde yarım diyet ödüyorlar, ancak Kurayzalılardan biri bir Nadîrliyi öldürürse tam diyet ödemek zorunda kalıyordu. Bu konuda anlaşmazlık yaşayan Yahudiler Hz. Peygamber’in (sas) hakemliğine başvurmaya karar vermiş, Allah Resûlü (sas) de kendisine arz edilen bu davada, Kur’an çerçevesinde adaletten ayrılmayarak, her iki kabilenin eş değerde diyet ödemesi gerektiğine hükmetmiştir.
Müslümanlar, hicretin dokuzuncu yılından itibaren uygulamaya koyulan antlaşma gereği, vatandaşlık payesi kazanmış gayri müslimlerin can ve mal güvenliğine kavuşturulmalarına karşılık alınan cizye vergisini anlaşmaya varılan Yahudi kabilelerinden de almıştır. Resûlullah, Teymâ’da yaşayan Yahudilerle yaptığı antlaşmada koyduğu "Zimmet (himaye etmek) bizim görevimiz, cizye ödemek de onların görevidir." maddesiyle, bunun bir tür güvenlik vergisi olduğunu ifade etmiştir. "Şunu iyi bilin ki! Kim bir zimmîye haksızlık ederse, onun hakkını eksik verirse, ona gücünün üstünde şeyler yüklerse veya gönülsüz olarak ondan bir şey alırsa ben kıyamet gününde o kişinin düşmanıyım." sözüyle de inananlara, Müslüman olmayan vatandaşların haklarına saygı göstermelerini emretmiştir. Bu doğrultuda Müslümanlar da cizye tahsilinde müsamahalı davranmışlar, yoksul ve çalışıp kazanmaktan âciz kimseleri vergiden muaf tutmuşlardır.
Yahudilerin haklarına riayet konusunda titiz davranan Resûlullah (sas), onlarla medenî ilişkilerin geliştirilmesine imkân sağlayacak örnek davranışlarda bulunmaya da özen göstermiştir. Nitekim bir gün ashâbıyla birlikte oturuyorken yanından bir cenaze geçmiş, o da hürmeten hemen ayağa kalkmıştı. Sahâbîler, Peygamber Efendimizin (sas) bu davranışına bir anlam veremeyip, "O bir Yahudi’dir." deyince, Allah Resûlü (sas) "O da bir can değil mi?" diye cevap vermişti. Onun bu tavrı, insanlık onuruna saygı göstermenin en güzel ifadesi olsa gerektir.
Resûlullah (sas), Yahudilerin can sıkıcı tavırları karşısında alttan almayı tercih etmiş, kendisine beddua etmelerine rağmen sükûnetini bozmamış, hatta böyle bir olaya hiddetlenen Hz. Âişe’yi (ra) yatıştırarak ona yumuşak huylulukla hareket etmeyi telkin etmiştir. Kendisine hizmet eden bir Yahudi çocuk hastalanınca onu ziyarete gitmesi, kendisini yemeğe çağıran bir Yahudi’nin davetine icabet etmesi, Resûl-i Ekrem’in (sas) Yahudilerle yürüttüğü doğal insanî ilişkilerin örnekleridir. Hayber’in fethini müteakip evlendiği, Nadîroğulları reisi Huyey b. Ahtab’ın kızı Hz. Safiyye’yi, Yahudi olmasından dolayı kendisini incitenlere karşı daima korumuş, üstün meziyetlerini dile getirerek teselli etmiştir. Sevgili Peygamberimiz (sas) hayata gözlerini yumduğunda da zırhının, Medine’de ticaretle uğraşan Ebu’ş-Şehm adındaki bir Yahudi’den aldığı borca karşılık rehin olarak muhafaza edilmekte olduğu nakledilmektedir.
Görüldüğü üzere Yahudilerle ilişkilerini kin ve hırs üzerine bina etmeyen Hz. Peygamber (sas), onları hiçbir gerekçe göstermeden topraklarından sürebilecek kadar güçlü olduğu bir durumda bile kendileriyle iyi geçinmek istemişti. Zorlu bir kuşatma sonrası yapılan anlaşma gereği, Hayber Yahudilerinin canlarına dokunmayarak onların şehri terk etmelerine izin vermesi, hatta ürünlerini bölüşmek kaydıyla topraklarını kendilerinin işletmesine müsaade etmesi bu tavrın en belirgin örneklerindendi. Ancak Allah Resûlü (sas), son derece iyi niyetli ve hoşgörülü tutumuna rağmen, Yahudilerden aynı karşılığı görememişti. Medine Şehir Devleti’nde huzur ve sükûnet ancak ihanet eden ve düşmanlıkta ısrarcı olan Yahudilerin sürgün edilmesiyle sağlanabilmişti.