Ömer b. Hattâb (ra) anlatıyor:
“Resûlullah (sas), Hz. Ebû Bekir (ra) ile birlikte Müslümanları ilgilendiren meselelerde geceleri konuşmalar yapardı. Ben de yanlarında olurdum.”
عَنْ عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ قَالَ: كَانَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَسْمُرُ مَعَ أَبِى بَكْرٍ فِى الأَمْرِ مِنْ أَمْرِ الْمُسْلِمِينَ وَأَنَا مَعَهُمَا.
(T169 Tirmizî, Salât, 12)
***
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: مَا رَأَيْتُ أَحَدًا أَكْثَرَ مَشُورَةً لأَصْحَابِهِ مِنْ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ).
Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor:
“Resûlullah'tan (sas) daha fazla ashâbıyla istişare eden bir kimse görmedim.”
(T1714 Tirmizî, Cihâd, 35)
***
عَنِ ابْنِ عُمَرَ عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) أَنَّهُ قَالَ: “عَلَى الْمَرْءِ الْمُسْلِمِ السَّمْعُ وَالطَّاعَةُ فِيمَا أَحَبَّ وَكَرِهَ إِلاَّ أَنْ يُؤْمَرَ بِمَعْصِيَةٍ فَإِنْ أُمِرَ بِمَعْصِيَةٍ فَلاَ سَمْعَ وَلاَ طَاعَةَ.”
İbn Ömer'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Günah işlemesi emredilmedikçe, hoşlansa da hoşlanmasa da dinlemek ve itaat etmek, Müslüman bir kişinin vazifesidir. Eğer kendisine günah emredilirse dinlemek ve itaat etmek yoktur.”
(M4763 Müslim, İmâre, 38)
***
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “إِنَّمَا الإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ فَإِنْ أَمَرَ بِتَقْوَى اللَّهِ [عَزَّ وَجَلَّ] وَعَدَلَ كَانَ لَهُ بِذَلِكَ أَجْرٌ وَإِنْ يَأْمُرْ بِغَيْرِهِ كَانَ عَلَيْهِ مِنْهُ.”
Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Yönetici bir kalkandır. Onun ardında savaşılır, onunla (tehlikelerden) korunulur. Şayet o, Yüce Allah'a (cc) karşı takvayı emreder ve adaletle hükmederse bundan dolayı sevap kazanır. Bunun dışında bir şey emrederse o zaman yaptıkları kendi aleyhine olur.”
(M4772 Müslim, İmare, 43)
***
أَنَّ عُبَيْدَ اللَّهِ بْنَ زِيَادٍ عَادَ مَعْقِلَ بْنَ يَسَارٍ فِى مَرَضِهِ فَقَالَ لَهُ مَعْقِلٌ… سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: “مَا مِنْ أَمِيرٍ يَلِى أَمْرَ الْمُسْلِمِينَ ثُمَّ لاَ يَجْهَدُ لَهُمْ وَيَنْصَحُ إِلاَّ لَمْ يَدْخُلْ مَعَهُمُ الْجَنَّةَ.”
Ubeydullah b. Ziyâd, hastalığında Ma'kil b. Yesâr'ı ziyaret etti. Ma'kil ona dedi ki, “...Resûlullah'ı (sas) şöyle derken işittim:
"Müslümanların yönetimini üstlendiği hâlde onlar için çalışmayan ve samimi davranmayan yönetici, onlarla birlikte cennete giremez." ”
(M366 Müslim, Îmân, 229)
***
عَنْ يَحْيَى بْنِ حُصَيْنٍ قَالَ:سَمِعْتُ جَدَّتِى تُحَدِّثُ أَنَّهَا سَمِعَتِ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَخْطُبُ فِى حَجَّةِ الْوَدَاعِ وَهُوَ يَقُولُ: “وَلَوِ اسْتُعْمِلَ عَلَيْكُمْ عَبْدٌ يَقُودُكُمْ بِكِتَابِ اللَّهِ فَاسْمَعُوا لَهُ وَأَطِيعُوا.”
Yahyâ b. Husayn'ın işittiğine göre, ninesi şöyle demiştir: “Veda Haccı'nda Hz. Peygamber'in (sas) hutbe verirken şöyle dediğini işittim:
"Size yönetici olarak, Allah'ın (cc) Kitabı ile yöneten bir köle dahi tayin edilse onu dinleyin ve itaat edin." ”
(M4758 Müslim, İmâre, 37)
***
Allah Resûlü'nün (sas) ilâhî vahyi tebliğ etmekle görevlendirildiği bölgede kabile esaslarına göre yaşayan bir toplum vardı. Kararların çoğunu, toplumu yönetip yönlendiren kabilelerden birer temsilcinin bulunduğu ‘nedve’ (meclis) alırdı. Burada zaman zaman insanî değerlere saygılı, hakkı savunan kararlar alınmakla birlikte, çoğu zaman sinelere yerleşen câhiliye taassubu ile savaş, intikam, baskın kararları alınırdı. Nedve üyeleri, aynı ırk ve inanca sahip olmalarına rağmen birbirleriyle de mücadele hâlindeydiler. Kabilelerin birbirine saldırısını önleyen yegâne unsur, savaşabilme kabiliyeti ve gücü idi. Zayıf olanlar her türlü haksızlığa uğralayabildikleri için varlıkları bile sürekli tehlike altındaydı. Her an malları, mülkleri talan edilebilir, kendileri ve çocukları köle olabilirlerdi. Dayandıkları, içi boşaltılmış bazı kutsal değerler bulunmakla birlikte, kuralların uygulanma şekli güçlü kabilelerin yararına göre değişebiliyordu. Netice olarak toplumsal ve ferdî hayatın hemen bütün şekillerinde koyu bir karanlık, derin bir cehalet vardı.
Allah’ın Elçisi (sas) bu şartlarda Mekke’de varlık mücadelesi veriyor, kendisine tâbi olanlara ağırlıklı olarak tevhid akidesini anlatıyordu. Daha ilk günden itibaren hiçbir ayrım yapmaksızın zengin fakir, Arap Acem, siyah beyaz demeden toplumun bütün bireylerine ulaşıyordu. Öyle ki Mekke’nin en saygın ailelerine mensup olan Sa’d b. Ebû Vakkâs (ra), Osman b. Affân (ra), Talha b. Ubeydullah (ra), Mus’ab b. Umeyr (ra) ile toplumun en alt tabakası olarak kabul edilen kölelerden Bilâl b. Rebâh (ra), Habbâb b. Eret (ra) birlikte yan yana aynı safta yer alıyorlardı. Toplum içinde neredeyse hiçbir hakka sahip olmayan kadınlara Peygamberimiz (sas) son derece değer veriyor, onları erkeklerle beraber, aynı inancın birer üyesi olarak kabul ediyordu. Mekke döneminde Hz. Peygamber’in (sas) kendisine inanan sahâbîleri sevk ve idaresi, risâlet vasfına dayalı bir cemaat liderliği şeklinde idi. Ancak Medine’den gelen insanlardan biat alındığında, dinî yönünün yanı sıra bütün Müslümanlara kefil olan, onları yöneten, idare eden siyasî bir lider olmasının da ilk adımı atılmıştı.
Hicretten sonra Medine’de ilk defa ‘biz’ olma şuurunu yakinen tatmaya ve yaşamaya başlayan Müslümanlar, kendi içlerindeki yardımlaşma ve dayanışmaya ilâveten Mekkeli müşrikler, diğer kabileler ve Yahudilerden gelebilecek saldırılara karşı koyabilmek için emniyet hissetme ihtiyacında idiler. Medine’nin kabile anlayışı içinde yetişmiş, birbirleriyle mücadele etmekten yorulmuş, bölük pörçük gruplar hâlinde yaşayan sakinlerine yapılacak en büyük iyilik; belli bir düzen çerçevesinde hayatiyetini devam ettirebilecek kuvvetli ve merkezî bir idare sistemi kurmak olacaktı. Nitekim öyle de oldu. Hz. Peygamber (sas) renk, inanç, dil ve ırk ayrımı yapmadan toplumun bütün kesimlerine aynı şeyi, eşitlik ve adaleti sunan ve bu toplumun parçası olunduğu sürece bunu garanti eden bir idare sistemi benimsedi. Bu doğrultuda öncelikle birbiriyle savaş hâlindeki Arap kabileleri barıştırdı; sonra da Yahudilerle bir antlaşma yaptı. Böylece Medine’ye ‘şehir devleti’ vasfını kazandıracak esaslar belirlendi. Toplumsal ve bireysel düzeyde önemli kararlar alındı. Öncelikle bu küçük devleti oluşturan topluluklar, bu toplulukların birbirleriyle ve yabancılarla ilişkileri, idarî ve adlî yapıları belirli esaslara bağlandı. Sonra da tek tek bütün fertlerin din ve vicdan hürriyeti güvence altına alındı. Üzerinde anlaşılan bu hususlar yazılı bir metin hâline getirildi ve böylece siyasî bir belge hüviyeti kazandı. İşte bu, Medine vesikası idi; belki de tarihin yazılı ilk anayasası... Kutlu Elçi (sas) bu şekilde yöneten, yönlendiren, anlaşma yapan ve gerektiğinde savaş kararı alan bir önder idi. O (sas), vahiy alan bir peygamber olduğu gibi, aynı zamanda bir devlet başı ve yeri geldiğinde ordu komutanı idi. Liderlik, önderlik peygamberlerin ortak özelliği idi. Nitekim Hz. Peygamber (sas), İsrâiloğulları’nı hep peygamberlerinin yönettiğini bildirmişti.
Allah Resûlü’nün (sas) bütün uygulamalarında olduğu gibi toplum idaresinde de hâkim olan temel belirleyici unsur, ilâhî vahyin yönlendirmesi idi. Onu temel kabul eder ve ona göre hareket ederdi. Çünkü bu prensip Kur’ân-ı Kerîm’de açık bir şekilde defalarca bildirilmişti: "Ey Muhammed! Sen Rabbinden sana vahyedilene uy. O’ndan (cc) başka hiçbir ilâh yoktur. Allah’a (cc) ortak koşanlardan yüz çevir." , "Sana vahyolunana uy ve Allah (cc) hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır." , "Rabbinden sana vahyedilene uy. Şüphesiz Allah (cc), yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır."
Hz. Peygamber’in (sas) idarî konulardaki kararlarını belirleyen diğer bir unsur da istişare idi. İstişare ile tecrübeli insanların birikiminden yararlanır, meseleyi sahiplenmelerini temin ederdi. Neticede, konuşulan konu bütün toplum tarafından kabul görürdü. Müslümanların karşılaştıkları önemli olaylardan olan Bedir Savaşı’nda, Kutlu Elçi (sas) her aşamada ashâbı ile istişare etmişti. Savaşa girme kararı alırken, askerlerin yerleşecekleri alanı belirlerken, savaş sonrasında esirlere nasıl davranılacağını tespit ederken hep ashâbının görüşlerine başvurmuştu. Savaş esirleri, savaşın nasıl olacağı gibi dünyevî hususlarda istişare ettiği gibi bazen ezanın meşru kılınması gibi hakkında vahiy gelmeyen dinî hususlarda da istişare ediyordu. Peygamber olması hasebiyle birçok bilgi ile mücehhez olmasına ve vahiy almasına rağmen Resûl-i Ekrem (sas), ashâbına danışmakla emrolunmuştu. Nitekim Hz. Ömer (ra) bu husus ile ilgili olarak şöyle demekteydi: "Resûlullah (sas), Hz. Ebû Bekir (ra) ile birlikte Müslümanları ilgilendiren meselelerde geceleri konuşmalar yapardı. Ben de yanlarında olurdum." Allah Resûlü (sas) istişareye o kadar önem vermişti ki Ebû Hüreyre (ra) onun bu özelliğini, "Resûlullah’tan (sas) daha fazla ashâbıyla istişare eden bir kimse görmedim." şeklinde dile getirmişti.
Allah Teâlâ (cc), "Onların işleri, aralarında danışma iledir." âyetinde bu yapılanmayı överek örnek göstermiştir. Hz. Peygamber (sas) de istişarenin toplum içindeki önemi ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "İdarecileriniz en hayırlılarınız, zenginleriniz en cömertleriniz olup, işleriniz de aranızda istişare ile yürütüldüğü zaman yerin üstü sizin için altından daha hayırlıdır..." İlmi ve zâhidliği ile bilinen tâbiîn büyüklerinden Hasan el-Basrî (ra) da bu anlamda, "Bir topluluk, istişare ettiği zaman mutlaka müzakere ettikleri konu hakkında en doğru karara yönlendirilirler." demiş, ardından da, "Onların işleri, aralarında danışma iledir." âyetini okumuştur.
Toplumu idare etmede en önemli hususlardan biri de yetki kullanımıdır. Allah Teâlâ (cc), idarecilere adaleti emrettikten hemen sonra bu kez de toplumun ona karşı sorumluluğuna dikkat çeker: "Ey iman edenler! Allah’a (cc) itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ulü’l-emre (idarecilere) de itaat edin..." Kur’an âyetlerinde, risâlet görevi ile birlikte devlet başkanlığı vasfı da bulunan Hz. Peygamber’e (sas) itaat, Allah’a (cc) itaat olarak kabul edilmiştir. Burada itaatin, iman ile bağlantılı olduğu düşünüldüğünde kâmil müminin bir vasfının da aynı zamanda bir idareci olan Allah Resûlü’ne (sas) itaat olduğu anlaşılmaktadır. Âyette ulü’l-emre itaatin, Allah (cc) ve Resûlü’ne (sas) açıkça itaat emrinden sonra ve bu ikisine bağlı olarak dile getirilmesi önem arz etmektedir.
Peki, itaatin sınırı ne olacaktır? İtaate böylesine önem veren bir din, onun sınırını da net bir şekilde tespit etmiştir. Peygamber Efendimiz (sas), "Günah işlemesi emredilmedikçe, hoşlansa da hoşlanmasa da dinlemek ve itaat etmek, Müslüman bir kişinin vazifesidir. Eğer kendisine günah emredilirse dinlemek ve itaat etmek yoktur." "Allah’a (cc) isyan hususunda itaat yoktur. İtaat, ancak iyi (ma’rûf) olan hususlardadır." buyurmuştur. Ashâbdan Ubâde b. Sâmit’in (ra) şu sözleri de itaatin ölçüsünü, sınırlarını anlatması bakımından önemlidir: "Zorluk ve kolaylık anlarında, iyi ve kötü durumlarda söz dinlemeye ve boyun eğmeye, başkalarının tercih edilmelerine ses çıkarmaksızın itaat etmeye, iş başındakilerin işlerine karışmamaya, nerede olursak olalım kınayanların kınamasından çekinmeyerek hakkı söylemeye Peygamber’e (sas) biat ederken söz verdik."
Bu konuda bir uyarı da topluma yapılmıştır: "...Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a (cc) ve âhirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a (cc) ve Resûl’e (sas) götürün. Bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir." İtaat emrinin bir uzantısı olarak Hz. Peygamber (sas), toplumda meydana gelecek anlaşmazlıkların çözüm mercii kabul edilmiştir. Onun bu vasfı o kadar önemlidir ki bu konudaki herhangi bir şüphe veya rahatsızlık, sistemin tamamına yönelik bir itiraz, onun kabul veya reddi yönünde bir ‘taraf olma’ şeklinde sunulmaktadır: "Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hüküm konusunda içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar."
Allah Resûlü’nün (sas) idaresinde çokça vurgulanan bir başka husus da toplumsal özeleştiri ve özdenetim olan ‘emir bi’l-ma’rûf ve nehiy ani’l-münker’ görevi idi. Bu sistemde artık bütün fertlere, birbirlerine iyiliği teşvik, kötülükten sakındırma gibi bir sorumluluk verilmişti. Buna göre her birey âdeta idarenin doğal bir üyesi ve ortağıydı. Kur’ân-ı Kerîm’de, "iyilik erdemine çağırmanın ve kötülüklerden sakındırmanın’ müminlerin en önemli özelliklerinden biri olduğu bildirilmişti. "Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah’a (cc) inanırsınız." âyetinde bu yönde sürekli bir çağrıda bulunulmuştu. Allah Resûlü (sas) de "Canım elinde bulunan Allah’a (cc) yemin ederim ki ya iyilikleri emreder, kötülüklerden insanları sakındırırsınız yahut Allah (cc) size öyle bir ceza gönderir ki dua edersiniz (ama) duanız kabul olunmaz." şeklinde ashâbını uyarmıştı. Hz. Nebî (sas), bu görevi bizâtihi kendisi uygulamakla birlikte Müslümanlara da görev düştüğünü şöyle anlatıyordu: "Bir kötülük gören kişi onu eli ile değiştirsin. Buna gücü yetmez ise dili ile değiştirsin. Bunu da yapamazsa kalbi ile o kötülüğe karşı tavır koysun (onu hoş görmesin) ki bu da iman eden kişinin asgarî yapması gereken şeydir." Çünkü duyarlı ve katılımcı bir toplum yapısının oluşması için bu bir gereklilikti. Toplumun ıslahı ve insanlar arasında iyiliklerin, güzelliklerin yayılması yönünde çaba göstermeyenler için de Allah Resûlü (sas), "Küçüğümüze şefkat, büyüğümüze hürmet göstermeyen, iyilikleri emredip kötülüklerden sakındırmayan bizden değildir." buyurmaktaydı.
Allah Resûlü’nün (sas) idaresinde insanlara hak ve adalet ölçüleri içinde davranılması esastı. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’den (sas) adaletin gereğini yerine getirmesi emredilmiş, bütün müminlere hitaben de "Allah (cc) size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah (cc) size ne kadar güzel öğütler veriyor!" buyrulmuştu. İdarecilerin de itaate lâyık olma ve kendilerine bağlı olan insanların güvenini kazanmaları gerekmekteydi. Hz. Peygamber (sas) bir hadisinde şöyle buyurmuştu: "Yönetici, bir kalkandır. Onun ardında savaşılır, onunla (tehlikelerden) korunulur. Şayet o, Yüce Allah’a (cc) karşı takvayı emreder ve adaletle hükmederse bundan dolayı sevap kazanır. Bunun dışında bir şey emrederse o zaman yaptıkları kendi aleyhine olur."
Resûl-i Ekrem’in (sas), vefatına yakın bir zamanda, "Ey insanlar! Bilesiniz ki! Rabbiniz birdir, atanız da birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza takva dışında bir üstünlüğü yoktur." şeklinde verdiği mesaj, idarede ve sosyal hayatta eşitlik prensibine verdiği önemi göstermekteydi. Onun öğretisinde insanlara etnik köken, renk ve toplum içindeki imtiyazına bakılmaksızın adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde eşit davranılır ve "bütün insanlar tarağın dişleri gibi eşit" kabul edilirdi.
Allah Resûlü’nün (sas) idaresinde dikkat çeken bir husus da vekâlet sistemiydi. Kutlu Nebî (sas) Medine’yi askerî seferler, hac ve umre gibi nedenlerden dolayı terk ettiğinde kendi yerine bir vekil bırakırdı. Söz gelimi hicretin sekizinci yılında Hz. Ebû Bekir’i (ra) hac vekili olarak tayin etmişti. Vekillerin belirlemesinde yegâne ölçüsü de liyakat idi. Vekâlete seçilen kişi, kimi zaman Sâib b. Osman b. Maz’ûn (ra) gibi Kureyşli, kimi zaman Sa’d b. Ubâde (ra) gibi Medineli, kimi zaman Zeyd b. Hârise (ra) gibi azat edilmiş bir köle, kimi zaman da İbn Ümmü Mektûm (ra) gibi görme engelli bir sahâbî olabiliyordu.
Resûlullah (sas) Medine dışındaki insanlara İslâm’ı anlatmak, zekât toplamak, hukukî ihtilâfları çözmek gibi görevler için bazı sahâbîlerini görevlendirirdi. O dönemde bu görevi yapanlara daha çok ‘âmil’ denilirdi. Âmiller geniş yetki ile gönderildikleri için sorunların çoğunu yerinde çözerlerdi. Ancak bilemedikleri dinî ve hukukî konuları Allah Resûlü’ne (sas) danışırlardı. Çünkü Allah Resûlü’nün (sas) kendilerine tavsiyesi bu şekilde idi. Hz. Peygamber’in (sas) çeşitli hukukî ihtilâfların çözümü için bazı sahâbîleri Medine’de görevlendirdiği de olurdu. Allah Resûlü’nün (sas) yanında yetişen, nasıl hüküm verdiğine vâkıf olan, adalet ilkesine bağlılığı ile bilinen Hz. Ömer (ra), bu kişilerden birisi idi. Yine Hz. Peygamber’in (sas), Medine’de babadan kalma evlerinin paylaşımında ihtilâfa düşen kardeşlerin arasını bulması için Huzeyfe b. Yemân’ı (ra) görevlendirmesi, ashâbının özelliklerini anlatırken Hz. Ali’yi (ra) en iyi hüküm veren, Zeyd b. Sâbit’i (ra) ise miras konularını en iyi bilen kişi olarak tanıtmasından da hukukî konularda ehil, bilgili, kabiliyetli ashâbına yetki verdiği anlaşılmaktadır.
Allah Resûlü’nün (sas) görevlendirdiği kişiler sadece vekiller veya valiler değildi. Bunun yanında İslâm coğrafyasının çeşitli bölgelerine öğretmenler, komutanlar, vergi memurları, elçiler ve imamlar tayin ediyordu. Bu görevliler arasında Muâz b. Cebel (ra) gibi Araplar olduğu gibi Bâzân el-Fârisî (ra) gibi Fars kökenli sahâbîler de vardı. Hür olanların yanı sıra Zeyd b. Hârise (ra) gibi azat edilmiş köleler de vardı. Aynı şekilde yaşını almış insanlar olduğu gibi Üsâme b. Zeyd (ra) gibi çok genç olanlar da bulunmaktaydı. Toplumun en hassas noktası olan yetki ve görev dağılımında Resûlullah’ın (sas) göz önünde bulundurduğu temel husus, emanet ve liyakat idi. Çünkü ilgili sahâbîler gittikleri yerde Hz. Peygamber’i (sas) temsil edecek, toplumu idare edecek, davalara bakıp adaleti uygulayacak, emniyet ve asayişi sağlayacaklardı. Neticede İslâmî değerler en doğru biçimde tanınacak ve daha geniş coğrafyalara yayılacaktı.
Allah Resûlü’nün (sas) idaresinde emanet, ehliyet ve liyakat esas olduğu için bu nitelikleri taşımayan kimselere idarî görev verilmezdi. Bir gün Allah Resûlü’nün (sas) sevgili ashâbından olan ve hakkı çekinmeden dile getirmesiyle bilinen Ebû Zer (ra), Hz. Peygamber’e (sas), "Yâ Resûlallah! Beni âmil olarak görevlendirmiyor musun?" demişti. Onun yapısını çok yakından bilen Hz. Peygamber (sas), elini omuzuna vurarak, "Ey Ebû Zer! Zayıf bir kimsesin. Bu görev ise bir emanettir. Lâyık olduğu için onu alan ve gereğini hakkıyla yerine getirenler dışında (bu tür görevler) kıyamet günü rezillik ve pişmanlıktır." buyurmuştu. Bunun yanında, "Siz yöneticiliği çok isteyeceksiniz. (Oysa) o, kıyamet gününde pişmanlık olacaktır." hadisi de ehil olmayanlara, bu hususta kabiliyet ve birikimi olmayanlara yönelikti.
Allah Resûlü’nün (sas) anlayışında, görev alma hususunda ihtiraslı olanlara da yer verilmiyordu. Ebû Musa el-Eş’arî (ra) şöyle anlatıyor: "Amcaoğullarımdan ikisiyle birlikte Peygamber’in (sas) yanına girdim. Onlardan birisi, "Yâ Resûlallah, Yüce Allah’ın (cc) seni hâkim kıldığı yerlerden birine bizi yönetici yap." dedi. Diğeri de buna benzer bir talepte bulundu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas), "Vallahi biz, talep eden ve hırslı olan kimseye bu görevi vermiyoruz." buyurdu."
Buradan anlaşılıyor ki yönetici tayininde dikkate alınan özellikler, kişinin soyu, toplumsal mevkii değil, Allah’ın (cc) Yüce Kitabı’nda ortaya koyduğu adalet ve hakkaniyetti. Fakat bununla kalmıyor, asıl uyarı idare yetkisi olanlara yapılıyordu. Nitekim Yemen’e vali olarak atanan Muâz b. Cebel (ra) görev yerine doğru yola çıkarken Allah Resûlü (sas) ona, "Ey Muâz b. Cebel! İnsanlara güzel davran." diyerek uyarıda bulunmuştu.
Bu konuşmadan sonra Muâz (ra) yola çıkmış fakat Hz. Peygamber (sas) bir haberci göndererek onu geri çağırmış ve şöyle buyurmuştu: "Seni niçin geri çevirdiğimi biliyor musun? Benim iznim olmadan (onlardan) hiçbir şey alma, çünkü bu hıyanettir. Her kim bu dünyada hıyanet yaparsa kıyamet günü (Allah’ın (cc) huzuruna), yaptığı o hainlikle getirilir. Seni bunun için çağırmıştım, şimdi vazifene gidebilirsin."
İster devlet başkanlığı, ister valilik, ister komutanlık, isterse öğretmenlik veya vergi toplama memurluğu... İdareci, idare adına halka hizmet amacıyla yetkilendirildiği için görev süresince daima ‘insanı’ öncelemek durumundadır. Yani yönetici vasfıyla çalışan kişi,’velisi olmayanın velisi’ olmak zorundadır.
Allah Resûlü (sas) Muâz’ın (ra) şahsında, vasfı ve görevi ne olursa olsun devleti temsil eden kişilere şu uyarıyı yapmaktadır: "...Bir de (haksızlık yapıp) mazlumun bedduasını almaktan sakın. Zira gerçek şudur ki Allah (cc) ile mazlumun bedduası arasında hiçbir perde yoktur."
Başta devlet başı olmak üzere, vasfı ve vazifesi ne olursa olsun onun adına hareket eden bütün görevliler, idare ile ilgili olarak yapılacak bir düzenlemenin ilk muhataplarıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ (cc) bu kesime, Hz. Peygamber’in (sas) şahsında çeşitli uyarılarda bulunarak; her şeyden önce yönetilene karşı yumuşak davranıp affetmeyi ve iyiliği tavsiyeyi her zaman önde tutmalarını istemiştir.
Yönetici, yetkilerini kötüye kullanmadan, idaresi altındaki kimselere zulmetmeden, kendisine verilen görevin bir emanet olduğu bilinciyle hareket ederek, âdil bir yönetici olmaya çalışmalıdır. Bırakın rüşvet almayı, kendisine sırf yetkili olduğu için takdim edilen hediyeleri dahi kabul etmekten kaçınmalıdır. Devlet görevlisi, şahsı adına değil temsil ettiği değerleri önceleyerek hareket etmelidir. Devlet görevlisi temsil ettiği değerlerin büyüklüğünü bilmeli fakat bunu şahsı adına bir övünç ve gurur vesilesi yapmamalı, kibrine yenik düşmemelidir. Nitekim Resûlullah (sas), kral peygamber mi yoksa kul peygamber mi olmak istediği sorulduğunda kul peygamber olmayı tercih ederek tevazu göstermişti.
Hangi görevde olursa olsun Müslümanlar sorumluluklarını yerine getirmeli, ahitlerine riayet etmelidir. Allah Resûlü’nün (sas) idare anlayışında, yönetici halkıyla ilgilenir, sorunlarını çözer, onlara herhangi bir baskı uygulamadan hizmet eder. Nitekim o bir hadisinde, "Yöneticilerin en kötüsü zorba olanlardır." buyurur. Nebî (sas), "Müslümanların yönetimini üstlendiği hâlde onlar için çalışmayan ve samimi davranmayan yönetici, onlarla birlikte cennete giremez." buyururken de yöneticiliğin ilâve bir sorumluluk taşımak anlamına geldiğine işaret etmiştir. İdarecilerin âhiret gününde karşılaşacakları durumu ise şöyle anlatmıştır: "Allah Teâlâ (cc) birini Müslümanların başına idareci yapar da, o kimse Müslümanların ihtiyaçları, talepleri ve fakirlikleriyle ilgilenmezse Allah Teâlâ (cc) da kıyamet gününde onun ihtiyacı, talebi ve fakirliğiyle ilgilenmez." Hz. Peygamber (sas) zorlu bir görevde bulunan yöneticiler için de şöyle dua etmiştir: "Allah’ım, kim ümmetimin yönetimi konusunda bir işi üstlenir de onları sıkıntıya sokarsa sen de onu sıkıntıya sok! Kim de ümmetimin yönetiminde bir işi üstlenir de onlara yumuşak davranırsa sen de ona yumuşak davran!"
İdare eden ile idare edilen, birbirine kenetlenmiş bir bütünün parçalarıydı. Toplum, ‘devlet’ için ve onun adına idareciyi korur; idareci de hakkın, adalet ve eşitliğin hâkimiyeti için çalışırdı. Allah Resûlü (sas) bu doğrultuda, İslâm’ı ve kendisini temsil görevi için seçtiği görevlilere karşı öncelikle halkı şöyle uyarırdı: "Size yönetici olarak, Allah’ın (cc) Kitabı ile yöneten bir köle dahi tayin edilse onu dinleyin ve itaat edin."
Diğer milletler, dinler ve kabilelerle ilişkiler Hz. Peygamber’i (sas) idari açıdan önemli oranda meşgul eden faaliyetler arasında yer almıştır. Bu unsurların hemen hepsiyle yazışmış, onlarla antlaşmalar yapmıştır. Nitekim Medine şehir devletinin kuruluşu, böyle görüşme ve antlaşmalar üzerine bina edilmiştir. Devletler adına yürütülen bu görüşmeler şüphesiz elçiler eliyle yürütülmüştür. Allah Resûlü (sas) hicretin altıncı ve yedinci yılında, yakın çevredeki büyük devletlerin idarecilerine meselâ, Bizans ve Sâsânî imparatorlarına, Mısır hükümdarına, Yemâme ve Uman hâkimine, Gassân ve Busrâ meliklerine, Belkâ ve Bahreyn valilerine birer elçi ve mektup göndermiş, onları ve halklarını İslâm’a davet etmiştir.
Bu ilişkilerin bir boyutu da gelen elçilerin kabulüdür. Nitekim İslâmiyet’i kabul ettiklerini bildirmek üzere Medine’ye akın akın gelen elçilerden dolayı hicretin dokuzuncu yılı ‘Elçiler Yılı’ olarak adlandırılmıştır. Hz. Peygamber (sas) kendisine gelen elçileri oldukça iyi karşılamış, en iyi şekilde ağırlamaya gayret etmiştir. Temsil ettiği dinin ve devletin temel ilkelerine tamamen zıt durumlarla karşılaşsa bile Allah Resûlü’nün (sas) elçilere muamelesinde değişiklik yoktur. Nitekim Resûl-i Ekrem (sas), peygamberlik iddiasında bulunan Müseylime’nin elçileri gelip mektubunu okuyunca, "Benim, Allah’ın Resûlü olduğuma inanıyor musunuz?" diye sormuştu. Onlar da, "Biz Müseylime’nin, Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet ediyoruz!" cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine Resûlullah (sas), "Şayet bir elçiyi öldürseydim sizin boynunuzu vururdum." buyurmuştu. Hadisi rivayet eden Abdullah b. Mes’ûd (ra), "Bundan sonra elçilerin öldürülmemesi sünneti devam etti." demiştir.
Sonuç olarak ilâhî vahyi tebliğ eden Hz. Peygamber’in (sas) bir diğer büyük görevi de insanları yönetmek ve yönlendirmek idi. O, peygamber olduğu gibi aynı zamanda devletin baş idarecisi idi. Mescitte imam olduğu gibi savaş meydanında da komutan idi. O, ömrünün sonuna kadar toplumsal ve siyasal hayatın içinde kalmaya devam etti. İbadet ettiği cami, aynı zamanda toplumu ilgilendiren kararların alındığı bir meclis idi. Kendisine iman eden sahâbîler, aynı zamanda danıştığı, konuştuğu kimseler idi. Onun idaresinde hareket noktası, vahiy idi. Vahiy ile bildirilmeyen konuları, ashâbı ile istişare etmek, kararların her aşamasında görüşlerini almak âdeti idi. İtaati tavsiye ettiği gibi yeri geldiğinde itiraz etmeyi, doğruları sonuna kadar haykırmayı da öğretmişti. Yakın çevresini idare ettiği gibi uzak memleketlere de yöneticiler tayin etmişti. Onları ırk, renk, mal sahibi olma gibi özellikleriyle değil, liyakat ve hakkaniyet esaslarına göre belirlemişti. O (sas), bütün bu vasıflarıyla birlikte tevazudan, sadelikten, iyi bir kul olmaktan hiç ayrılmamıştı.
O dönemde bütün kurumlarıyla teşkilatlanmış, olgunlaşmış bir devlet yapısının olduğunu söylemek mümkün değildi. Ancak bu yapının temel esasları olan biat, meşveret, hakkaniyet, âdil paylaşım ve liyakat gibi esaslar söz konusu idi. Bu anlamda idarî yapı ancak Hz. Ömer (ra) ve sonrasında düzenli teşkilata kavuşabilmiştir.