Hadislerle İslam

İslam Ümmeti: En Hayırlı Ümmetsiniz

"Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah’a (cc) iman edersiniz." (Âl-i İmrân, 3/110)

Abone Ol

Behz b. Hakîm'in (ra), babası aracılığıyla dedesinden naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Siz, ümmetlerin sayısını yetmişe vardırdınız. Allah (cc) katında o ümmetlerin en hayırlısı ve en değerli olanı da sizsiniz.”

عَنْ بَهْزِ بْنِ حَكِيمٍ، عَنْ أَبِيهِ، عَنْ جَدِّهِ قَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: “إِنَّكُمْ وَفَّيْتُمْ سَبْعِينَ أُمَّةً. أَنْتُمْ خَيْرُهَا، وَأَكْرَمُهَا عَلَى اللَّهِ.”

(İM4288 İbn Mâce, Zühd, 34)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “نَحْنُ الْآخِرُونَ وَنَحْنُ السَّابِقُونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ.”

Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Biz (dünyaya) en son gelenleriz; kıyamet gününde ise en başa geçecek olanlarız.”

(M1979 Müslim, Cum'a, 19)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “كُلُّ أُمَّتِى يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ، إِلاَّ مَنْ أَبَى”، قَالُوا: يَا رَسُولَ اللَّهِ، وَمَنْ يَأْبَى؟ قَالَ: “مَنْ أَطَاعَنِى دَخَلَ الْجَنَّةَ، وَمَنْ عَصَانِى فَقَدْ أَبَى.”

Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas), “Diretenler hâriç bütün ümmetim cennete girecektir!” buyurunca, “Ey Allah'ın Resûlü, diretenler kim?” dediler. Resûlullah (sas) şöyle buyurdu: “Kim bana itaat ederse cennete girer. Kim de bana karşı gelirse diretiyor demektir.”

(B7280 Buhârî, İ'tisâm, 2)

***

عَنْ أَنَسٍ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “مَثَلُ أُمَّتِى مَثَلُ الْمَطَرِ لاَ يُدْرَى أَوَّلُهُ خَيْرٌ أَمْ آخِرُهُ.”

Enes (b. Mâlik)'ten (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Ümmetim yağmur gibidir; evveli mi daha hayırlı yoksa sonu mu bilinmez.”

(T2869 Tirmizî, Emsâl, 81)

***

عَنْ أَبِى مَالِكٍ يَعْنِى الأَشْعَرِيَّ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “إِنَّ اللَّهَ أَجَارَكُمْ مِنْ ثَلاَثِ خِلاَلٍ: أَنْ لاَ يَدْعُوَ عَلَيْكُمْ نَبِيُّكُمْ فَتَهْلِكُوا جَمِيعًا، وَأَنْ لاَ يَظْهَرَ أَهْلُ الْبَاطِلِ عَلَى أَهْلِ الْحَقِّ، وَأَنْ لاَ تَجْتَمِعُوا عَلَى ضَلاَلَةٍ.”

Ebû Mâlik el-Eş'arî'den nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Allah (cc) sizi şu üç husustan korudu: Peygamberinizin (sas) size bedduası sonucu topluca helâk olmaktan, bâtıl yolda olanların hak yolda olanlara üstün gelmesinden, dalâlet üzerine birleşmenizden.”

(D4253 Ebû Dâvûd, Melâhim, 1)

***

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz (sas), bu rahmetin neticesinde ashâbına daima nazik davranır onlara şefkatle yaklaşırdı. Onlara hem bu hayata dair bilmeleri gerekeni öğretir hem de âhiret hayatını tasvir eder ve kendilerini ona hazırlardı. Allah Resûlü (sas), yine bir gün ashâbıyla birlikteydi, onlara insanların mahşer günündeki hâllerini anlatmaktaydı:

"Bana bütün ümmetlerin mahşerdeki hâlleri gösterildi. Peygamberlerden biri beraberinde bir kişi ile, diğeri iki kişi ile, bir başkası da beraberinde bir topluluk ile geçmeğe başladı. Bir peygamber de yanında hiç kimse olmadan yapayalnız geçiverdi. Sonra uzakta büyük bir karaltı gördüm. Onların benim ümmetim olmasını umdum. "Onlar Musa (as) ve ümmetidir, asıl sen şu ufka bak." denildi. Orada ufku kaplamış büyük bir karaltı gördüm. Sonra, "Bir de şu taraflara bak!" denildi. O tarafa başımı çevirdiğimde ufku kaplamış çok büyük bir karaltı daha gördüm. Bana, "İşte bunlar senin ümmetindir. Bunlarla birlikte yetmiş bin kişi daha hesapsız cennete girecektir." denildi."

Resûllerini sürekli sükûnetle dinleyen ashâb, konuşmanın devamını beklemekteydi. Fakat Resûlullah’ın (sas) bir ara oradan ayrılması gerekti. Herkes merak içindeydi. Müjdeli haberin heyecanıyla, hesapsız cennete gireceklerin kimler olduğunu hiçbiri sormamıştı. Resûlullah’ın (sas) kendisi de bir açıklama yapmamıştı. Bunun üzerine sahâbîler kendi aralarında konuşmaya başladılar. Bir kısmı, "Bizler şirk içinde doğduk ama Allah’a (cc) ve Resûlü’ne (sas) iman ettik. Bu sebeple cennete gireriz. Lâkin Allah Resûlü’nün (sas) işaret ettiği kimseler bizim oğullarımızdır." dediler. Bazıları ise, "Bunlar fıtrat üzere İslâm toplumu içinde doğan oğullarımızdır." diyorlardı. Devamında birçok görüş daha ortaya atıldı. Ashâbının bu şekilde konuştuğunu duyan Peygamberimiz (sas), yanlarına gelerek şöyle buyurdu: "(Hesaba çekilmeksizin cennete girecek olan) bu kimseler, uğursuzluğa inanmayan, büyü yapmayan, vücutlarını dağlamayan ve yalnızca Rablerine tevekkül eden kimselerdir."

Bunun üzerine ashâb-ı kirâmdan Ebû Mihsan künyeli Ukkâşe (ra), üstünde bulunan kaplan postu gibi siyah beyaz çizgili elbiseyi kaldırarak Resûlullah’a (sas) doğru ayağa kalktı. Belki de hicret edenlerden olup Uhud ve Hendek gibi savaşlarda Hak yolunda savaşmasının verdiği ümitle ondan şu samimi ricada bulundu: "Ey Allah’ın Resûlü! Benim de o kimselerden olmam için dua ediver." Resûlullah (sas), "Sen onlardansın." buyurdu. Bu sefer ensardan olan başka biri kalktı ve Ukkâşe’nin söylediklerini söyledi. Hz. Peygamber (sas) ona, "Ukkâşe seni geçti." buyurdu.

Bir zamanlar sayıları çok azdı. Sonra suya atılan taşın oluşturduğu halkalar misali dalga dalga çoğalan, büyük bir yüce topluluk hâline geleceklerdi. Onlar, âhirette hem nicelik hem de nitelik açısından Allah (cc) ve Resûlü’nün (sas) övgüsüne mazhar olacaklardı. Nasıl olmasınlar ki! Allah’ın (cc) davetini ihya edecek, unutulan, değiştirilen dinin üzerindeki pası temizleyerek aslına döndürecek olan onlardı. Onların üstünlüğü soya, kabileye, zenginlik veya iktidara değil Allah (cc) ve Resûlü’ne (sas) olan sadakatlerine bağlıydı. Zira diğer ümmetlerin taşıyamadıkları yükü onlar üstlenmişlerdi. Ümmetinin bu farkını Allah Resûlü (sas) bir kıssayla ne kadar da güzel resmediyordu:

"Müslümanlarla Yahudi ve Hıristiyanların hâli şuna benzer: Bir adam bazı kimseleri sabahtan geceye kadar çalışmak üzere ücretle tutar. Bu işçiler günün yarısına kadar çalıştıktan sonra, "Senin vereceğin ücrete ihtiyacımız yok. Şu âna kadar yaptığımız iş için de para istemiyoruz." derler. Adam onlara, "Böyle yapmayın! İşinizin kalanını tamamlayın ücretinizi tam olarak alın." der. Ama bunu reddederek oradan ayrılırlar. Bunun üzerine adam başkalarını ücretle tutup, "Şu günü tamamlayın da öncekilere vaad ettiğim gündeliği size tam olarak vereyim." der. Bu ikinci grup da çalışmaya koyulur. İkindi namazı vakti olunca bunlar da "İşin senin olsun, yaptığımız çalışmanın ücretini de istemiyoruz, işi bırakıyoruz!" derler. Adam onlara, "İşinizin kalanını tamamlayın. Zaten günün bitmesine çok az kaldı." dediyse de bunu reddederler. Adam geri kalan zamanda çalışmaları için yeni işçiler tutar. Onlar gün batıncaya kadar çalışırlar ve önceki iki grubun ücretini de alırlar. İşte bu, onlar ile bu nuru (hidayeti) kabul eden Müslümanların hâline benzer."

Peygamberimizin (sas) bir başka benzetmesi ise şöyleydi: "Geçmiş toplumlara nazaran sizin bu dünyadaki yaşama süreniz ikindi namazı ile güneş batması arasındaki zaman kadardır. Sizinle Yahudi ve Hıristiyanların durumu, işçi çalıştıran şu kimsenin hâline benzer: Bu işveren, "Bir kîrat ücret karşılığında günün yarısına kadar kim bana çalışır?" der. Yahudiler birer kîrat karşılığında çalışırlar. Sonra, "Günün yarısından, ikindi namazına kadar bir kîrat ücret karşılığında kim bana çalışır?" der. Bu defa da Hıristiyanlar birer kîrat ücret karşılığında çalışırlar. Sonra sizler ikindi namazından sonra gün batımına kadar ikişer kîrat karşılığında çalışırsınız. Bunun üzerine Yahudi ve Hıristiyanlar kızarlar ve "Bizim işimiz daha çok ama ücretimiz daha az!" derler. İşveren de "Ben sizin hakkınızdan herhangi bir şey kestim mi?" der. Onlar, "Hayır!" derler. Bunun üzerine o, "O hâlde bu benim ikramımdır, onu dilediğime veririm!" buyurur."

Yüce Allah (cc) önceki ümmetlere birçok peygamber göndermişti. Ancak Yahudiler peygamberlerine muhalefet ederek onu yalanlamışlar, Hıristiyanlar da aynı şekilde Hz. İsa’ya (as) sadık kalmayarak onun getirdiği dini tahrif etmişler, peygamberlerini ilâhlaştırmışlardı. Semavî birer din olan Yahudilik ve Hıristiyanlıktan sonra risâlet sancağı bu defa İslâm Peygamberi’ne (sas) ve onun ümmetine devredilmişti. Tevhide inanma ve bu uğurda yaşama görevi Muhammed ümmetine verilmiş, Peygamberlerinin tebliğ ettiği dine inanıp iman eden İslâm ümmeti, diğer ümmetlerin aksine dinin aslını korumuş ve böylece Allah’ın (cc) lütfuna ve keremine mazhar olmuştu. Aslında farklı zamanlarda farklı milletlere gönderilmiş olsalar da bütün ilâhî dinlerin kaynağı birdi. Her biri aynı vahiyden beslenmekte, aynı ilâhî bildiriye muhatap olmakta, inanç esasları Hz. İbrâhim’e (as) dayanmaktaydı. Üç dinin mensupları da Hz. İbrâhim’i (as) sahiplenmekteydi. Oysa "İbrâhim, ne Yahudi ne de Hıristiyan idi. Fakat o, Allah’ı (cc) bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman’dı. O, müşriklerden de değildi." ilâhî kelâmın açık ifadesiyle, "Şüphesiz, insanların İbrâhim’e en yakın olanı, elbette ona uyanlar, bir de bu Peygamber (Muhammed) ve müminlerdir. Allah da müminlerin dostudur."

Kur’ân-ı Kerîm, emanete ehil olarak görülüp seçilen bu ümmetin iyilikleri yayıp kötülükten nehyettiğini, hayra davet ettiğini, hak ve adaleti yerine getirerek örnek bir ümmet olduğunu bildiriyordu. "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah’a (cc) iman edersiniz." şeklindeki ilâhî buyrukla örnek ve önder bir nesil olduklarını haber veriyordu. Bu ümmet, Yüce Allah (cc) tarafından ’vasat bir ümmet’ olarak takdim ediliyordu. Yani ifrat ve tefritten uzak, inancında, ahlâkında, her davranışında orta yolu tutturan, doğruluk, denge, sağduyu ve adalet timsali bir ümmet idi. Aşırılıktan uzak duruşları, uyumlu ve mutedil tavırlarıyla diğer toplumlar için ’şahit’ yani örnek olma vasfını kazanmışlardı. Her ümmetten bir şahit getirileceği, Hz. Peygamber’in (sas) ise onların hepsine şahitlik yapacağı günde Muhammed ümmeti, iyiler için bir örnek ve delil olacaktı.

Hz. Peygamber’in (sas), "Allah (cc) katında ümmetlerin en hayırlısı ve en değerli olanı’ şeklinde nitelediği insanlık için örnek olan Muhammed ümmeti, üzerindeki sorumluluğu yerine getirerek âhirette de önde gidecekti.

Ümmetinin diğer ümmetlere üstün kılındığını haber veren Peygamberimiz (sas), "Biz (dünyaya) en son gelenleriz; kıyamet gününde ise en başa geçecek olanlarız. Cennete de ilk giren biz olacağız. Şu kadar var ki onlara bizden önce, bize ise onlardan sonra kitap verilmiştir..." buyurarak son ilâhî kitabın gönderildiği ümmetini övüyor ve onlara müjde veriyordu. Âhirette suyu baldan tatlı ve kardan beyaz, kaplarının sayısı yıldızlar kadar çok olan havuzundan nasiplenen ümmetinin çokluğu bu övgüye bir sebepti: "Her Peygamber’in (kıyamet gününde) bir havuzu vardır ve peygamberler havuzlarına gelenlerin fazlalığıyla birbirlerine karşı övünürler. Ben, havuzuna gelenleri en fazla olan peygamber olmayı diliyorum."

Cennete girenler arasında ümmetinin sayısının fazla olması bir peygamber için nasıl bir mutluluk sebebi olmasın! Oysa davetin ilk zamanlarında sayıları o kadar azdı ki Bedir Savaşı’nda bin kişilik müşrik ordusunu karşısında gördüğünde Peygamberimiz kıbleye dönüp ellerini açarak yalvarmaya başlamıştı: "Allah’ım! Senden ahdini ve vaadini (yerine getirmeni) istiyorum. Allah’ım! Şu bir avuç İslâm toplumunu helâk edersen (korkarım) yeryüzünde sana ibadet eden kimse kalmayacak."

İşte ashâb-ı güzînin sadakat ve samimiyetle attığı tohumlar yeşermiş, çağlar ötesinde meyvelerini vermeye devam etmişti. Ümmetinin dünyada ilâhî davete icabeti âhiret nimetleriyle taçlandırılıyordu. O, ümmetine dünyada kılavuzluk ediyor ve kendisine uyan ümmetini, "Kim bana itaat ederse cennete girer." sözleriyle müjdeliyordu. Bir seferinde Allah Resûlü (sas), ashâbından kırk kadar kişiyle birlikteyken onlara şöyle seslenmişti: "Cennete girenlerin dörtte biri olmaya razı mısınız?" Bunun üzerine ashâb, "Allâhü ekber!" diyerek sevinçlerini ifade ettiler. Resûlullah (sas) yine, "Peki cennete girenlerin üçte biri olmaya razı mısınız?" diye sordu. Ashâb yine coşkuyla tekbir getirdiler. Ardından Resûlullah (sas) şöyle buyurdu: "Ben sizin cennetliklerin yarısı olmanızı gönülden dilerim. Allah’ı (cc) inkâr edenler arasında inananların durumu, ancak siyah bir öküzün sırtındaki beyaz bir kıl veya kızıl bir öküzün sırtındaki siyah bir kıl gibidir."

Peygamberimizin (sas) diğer ümmetler içinde kendi ümmetini fark etmesi hiç de zor değildi. Allah Resûlü (sas), âhirette havuzunun başında beklerken hiç görmediği, kendisinden sonra gelen ümmetini nasıl tanıyacağı sorusuna şöyle cevap vermişti: "Düşünün bakalım, bir adamın siyah atlar arasında alnı beyaz, ayakları beyaz sekili bir atı olsa onu tanımaz mı?" Oradakilerin, "Evet, tanır." diyerek karşılık vermeleri üzerine de Resûlullah (sas), "Onlar kıyamet günü aldıkları abdestten dolayı yüzleri pırıl pırıl parlayarak, abdest uzuvları ışıldayarak geleceklerdir. Ben de onları kevser havuzu başında karşılayacağım." buyurmuştu.

Rahmet Elçisi (sas), ilk İslâm nesli olan dostlarına ’ashâbım’ derken, ümmetinden kendisinden sonra gelenleri ise ’kardeşlerimiz’ şeklinde tanımlamaktaydı. Onunla birlikte yaşayamasalar da onu görmeden seven ve ümmetinden olma şerefine eren müminler hakkında Allah Resûlü’nün (sas) ifadeleri ne kadar da güzeldi: "Ümmetimden beni öyle çok seven kimseler vardır ki onlar benden sonra gelecekler ve her biri ailesini ve malını feda ederek beni görmüş olmayı arzu edecektir." Onun ümmeti farklı zaman ve mekânlarda yaşasalar da hepsi aynı ruhu taşımaktaydılar. Sahâbe-i kirâmın, Allah Resûlü (sas) ile birlikte yaşama şerefi gibi bir bahtiyarlığı var idiyse de aslında aynı değerlere inanan bütün ümmet fazilet sahibiydi. Allah Resûlü (sas), ümmetinin tümünün faziletini şu güzel benzetmesiyle ifade etmekteydi: "Ümmetim yağmur gibidir; evveli mi daha hayırlı yoksa sonu mu bilinmez."

Hâtemü’l-enbiyâ olan Sevgili Peygamberimizin (sas) önceki peygamberlerin hiçbirine verilmemiş bazı özellikleri olduğu gibi onun ümmetine ait de bazı ayrıcalıklar söz konusu idi. Resûl-i Ekrem’in (sas) ifade ettiği üzere, Yüce Allah (cc) kendisini diğer peygamberlerden ya da ümmetini diğer ümmetlerden üstün kılmıştı. Önceki ümmetler ibadetlerini ancak belirli mekânlarda yapabilirlerken Peygamberimiz (sas) ve ümmetine toprak temiz kılınmış ve tüm genişliğiyle yeryüzü mescit olarak verilmişti. Savaş sonrası elde edilen ganimetler önceki ümmetlere yasaklanmışken Muhammed ümmetine helâl kılınmıştı. Topluca ibadet edecekleri mübarek gün olarak Yahudiler cumartesiyi, Hıristiyanlar ise pazar gününü seçmişken sonradan gelen Müslümanlar mübarek gün olarak cumayı seçmek suretiyle isabet etmişler ve onların önüne geçmişlerdi. Tıpkı bu durumda olduğu gibi en son gönderilen İslâm ümmeti, âhirette de onların önüne geçecek ve Müslümanlar hakkında herkesten önce hüküm verilecekti. Ayrıca Peygamberimiz (sas) dünyada büyük günah işlemiş olsalar dahi Allah’ın (cc) varlığına ve birliğine inanan ve bu şekilde ölen ümmetini de cennetle müjdeliyordu.

Yeryüzündeki en hayırlı topluluk övgüsüne mazhar olan İslâm toplumu, aldığı sorumluluğu yerine getirerek kıyamete dek varlığını devam ettirecekti. Nitekim Allah Resûlü (sas), "Ümmetimden Allah’ın (cc) emirlerini daima yerine getirecek, kendilerini yalanlayanların ve muhaliflerinin zarar veremeyeceği bir grup var olacaktır. Allah’ın (cc) emri (olan kıyamet) gelinceye kadar onlar hep bu doğru yol üzerinde sabit kalacaklardır." buyurmaktaydı.

Ümmetine çok düşkün, inananlara karşı şefkat ve merhamet sahibi olan Resûl-i Ekrem (sas), her fırsatta ümmeti için dua ediyordu. Bir defasında Rabbinden onların kıtlıkla helâk edilmemesini istemişti. Muhammed ümmeti, Allah’ın rahmet ve lütfuyla geçmiş ümmetlerin başına gelen bazı sıkıntılardan da korunmuştu. Nitekim Peygamber Efendimizin (sas) belirttiğine göre önceki ümmetler gibi peygamberlerinin bedduasıyla helâk olmayacak, bâtıl yolda olanlar hak üzere olanlara galip gelmeyecek ve sapıklık üzere birleşmeyecek, suda topluca boğularak yok olmayacaklardı. Ancak İslâm ümmetinin yaşayacağı en ciddi sınav, birlik ve beraberlikten koparak fitneye düşmekti. Bu tuzaktan korunmanın yolu ise ümmet ruhu ve bilinciyle yoğrulan, Allah ve Resûlü’nün (sas) teşvik ettiği İslâm kardeşliğiydi.

İslâm’ın ilk yıllarında Allah Resûlü’nün (sas) yaktığı meşale tutuşup öyle büyüdü ki tüm zamanları aydınlatmaya yetti. İmanla tutuşan gönüller birbirlerine ısındı; ırk, renk, dil, mevki farkları gibi engeller aşıldı, Müslümanlar kardeş oldu, tek vücut oldu. Tek bir öze, inanca bağlı bir ümmet olmanın hazzına ulaşıldı. Namazda kıbleye dönerken, Kâbe’de tavaf ederken bir olmanın en zevkli örneklerini sergilediler. Örnek Peygamber’in (sas) örnek ümmeti, kendilerine yüklenen bu ilâhî yükü omuzlayarak övgüye mazhar olurken müjde niteliğindeki duaya da nail oldu:

"Her peygamberin kabul edilen bir duası vardır ve her peygamber duasını evvelce yapmıştır. Fakat ben duamı ümmetime şefaat etmek için kıyamet gününe sakladım. Şefaatime ümmetimden Allah’a (cc) hiçbir şeyi ortak koşmadan ölenler erişecektir.