İnsanlığa tevhidi, adaleti, yaratılış gayesini, barış ve huzurun yolunu öğretmek için gönderilen yüce dinimiz İslam’ın gayesi, söz konusu değerlerin tüm insanlık tarafından bilinmesi, yaşanması ve böylece insanın dünyada ve ahirette kurtuluşa ermesidir. Bu bağlamda İslam, evrensel bir yaklaşımla tüm insanlığa hitap eder ve ırk, soy ve cinsiyete dayalı bir üstünlük ve ayrıcalığa asla yer vermez. Allah katında üstünlüğün ölçüsü, takva, güzel ahlak, sorumluluk bilinci gibi değerlerdir. Dolayısıyla insanlık ailesinin fertleri olan kadın ve erkek de evrensel değerler düzleminde, hukuk, adalet, merhamet, sorumluluk gibi ilkeler karşısında denktirler. Bu hakikat ötelendiğinde hayatın dengesi bozulacak, bireysel ve toplumsal düzeyde kargaşa ve huzursuzluklar ortaya çıkacaktır. Nitekim söz konusu durumun en açık örneklerinden biri, kadına bakış konusunda yaşanmaktadır. İlk insan ve ilk peygamberden bu yana İslam, kadın ve erkek olarak insanın değerini, konumunu, varoluş gayesini açıkça ortaya koymasına rağmen,  özellikle insanlığın vahyin ilkelerinden uzaklaştığı dönemlerde kadının yeri ve değeri tartışmaya açılmış, zaman zaman da insanlığı mahcup edecek tavır ve yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Günümüz dünyasında da maalesef kadının statüsü, hakları gibi bazı alanlarda sorunların varlığı açıktır. Bu durumda yapılması gereken, sorunları yok saymak değil, onların sebeplerini ve etkenlerini doğru tespit ederek çözüm yollarını ortaya koymaktır. 

Yanlış inanç, ön yargı ve cehalet gibi etkenler, bireysel algıları yönlendiren ve sosyal psikolojiyi etkileyen ana unsurlar olarak öne çıkmaktadır. Bunun için İslam doğru bir inanç, objektif bir bakış, akıl, hikmet ve irfana dayalı bir yaklaşımla bireysel ve toplumsal huzura rehberlik etmektedir. Kur’an’ın aydınlığında kadın olsun erkek olsun insan, şerefli bir varlık olarak görünür. Zira Allah, insanı mükerrem bir varlık olarak yaratmıştır. “Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yaratmışızdır.” (Tin, 95/4.) ayeti, bu gerçeği beyan eder. İnsan kavramı ise kadın ve erkek olarak aynı yaratılış özüne sahip eşdeğer iki unsuru içermektedir. Bu husus Kur’an’da daha açık bir şekilde şöyle belirtilmektedir: “Size kendi cinsinizden eşler yaratması, Allah’ın ayetlerindendir…” (Rum, 30/21.)

Beşerî ilişkilerin keyfiyeti bakımından İslam’ın ortaya koyduğu en önemli kavramlardan biri adalettir. Bu yaklaşımıyla yüce dinimiz, kadını erkeğin aşağısında gören her türlü anlayışı reddeder. Aralarında fark gözetmeksizin her ikisini de yüceltir ve birbirinin tamamlayıcısı olarak tanıtır. İslam’a göre insan, yaptığı işler ve ortaya koyduğu davranışlarla değer kazanır ya da kaybeder. Bu sebeple Cenab-ı Hak: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk, 67/2.) ayetiyle insanı güzel amellerle değer kazanmaya davet etmektedir.  Bu husustaki diğer bir ayet şöyledir: “Erkek olsun kadın olsun, kim inanmış bir insan olarak dünya ve ahirete yararlı işler yaparsa kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatacağız ve böylelerinin ecirlerini de muhakkak surette yapmış olduklarının daha güzeliyle vereceğiz.” (Nahl, 16/97.) Kur’an’a göre kadın da erkek de salih amel ile sorumludur ve yaptıklarının karşılığını görecektir. “Erkek olsun kadın olsun, her kim iman etmiş olarak dünya ve ahiret için yararlı iyi işler yaparsa işte onlar da cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.” (Nisa, 4/124.)

Ne var ki bazı inanç ve kültürlerde kadın, erkekten daha aşağı bir konumda görülmüştür. Çin’de, eski Roma ve İran geleneğinde kadının insan olup olmadığı tartışılabilmiştir. Yunan toplumunda Aristo’nun görüşlerine de yansıyan olumsuz algı, kadını erkeğin deforme olmuş şekli olarak tanımlar. Yahudilikte kadınlar hayatın çoğu alanında geri planda kalmış̧ ve kısıtlanmıştır. Klasik Yahudi literatüründe sabah ibadetlerinde okunan dualarda, “Rabbim, beni kadın yaratmadığın için sana şükürler olsun!” cümlesine yer verilir. Özellikle Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennetten çıkarılmalarıyla ilgili inanışlar, kadına yönelik olumsuz bir bakışı şekillendirmiştir. Buna göre kadın daimî bir kötülük kaynağı kabul edilmiştir. Orta çağ Hristiyan dünyasında, kadının insan kabul edilip edilmeyeceği ve hatta bir ruhunun olup olmadığı gibi konular tartışılagelmiştir. Böyle bir vasatta Peygamber Efendimiz, Mescid-i Nebi’de kadınlara özel mekân tahsis etmiş, onlarla istişarede bulunarak görüşlerine değer atfetmiştir. Ayrıca Resul-i Ekrem (s.a.s.), kadınlara sosyal hayatın içinde de yer vermiş ve meslek sahibi olarak çalışmalarına imkân tanımıştır. Nitekim Hz. Hatice annemiz, ticaretle uğraşan başarılı bir iş kadınıdır. Semra bt. Nuheyk, Medine pazarında denetimden sorumlu bir hanımdır. Hz. Aişe annemiz başta olmak üzere pek çok hanım sahabe, ilim ve eğitimle meşgul olmuştur. Aynı şekilde tarım, dericilik, dokumacılık gibi sanatlarla ve tabiplik, ebelik, hemşirelik gibi mesleklerle uğraşanlar olduğu gibi bazen de bizzat savaşa katılan ya da cephe gerisinde hizmet verenler olmuştur. Bu bağlamda zikredilebilecek sayısız örnekler, Hz. Peygamber’in asr-ı saadetinde yaşayan kadınların hayatın hemen hemen her alanında aktif bir şekilde yer aldıklarını ve hak ettikleri değeri elde ettiklerini göstermektedir. Esasen kadın ve erkeğin konumunu ve ilişkilerinin mahiyetini belirleyen şu ayet-i kerime, bu konudaki tüm gerçekliği olanca açıklığıyla ortaya koymaktadır: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir. Marufu emreder, münkerden alıkorlar; zekât verirler, Allah ve Peygamberine itaat ederler. İşte, Allah bunlara rahmet edecektir. Şüphesiz Allah güçlüdür, hakîmdir.” (Tevbe, 9/71.)

Prof. Dr. Ali Erbaş
Diyanet İşleri Başkanı
Diyanet Aylık Dergi Kasım 2023