Ayşe Polat
Efendim! Biliyorum, senin hakkında ne kelam etsem seni lâyık-ı vechiyle methüsena edemeyeceğim, sözlerim kifayetsiz kalacak. Benim kırık dökük cümlelerim senin kemaline, senin cemaline ne katabilir ki! Ben, senin ismini satırlarıma nakşederek sözlerimi tezyin etme derdindeyim. Tıpkı, Hassan b. Sabit’in dediği gibi…
Ya Habiballah! Sen, kâinatın yaratıcısının “habibim” hitabına mazhar iken; ben seni nasıl övebilirim? Hira’da ilahi vahye muhatap ve Hâtemül-enbiyâ iken seni nasıl methedebilirim? Sen ki Kur’an’ın ifadesiyle “yüce bir ahlak üzeresin” (Kalem, 68/4). Bizzat Allah tarafından terbiye edildin (Süyûtî, Câmiu’s-sağîr, I, 12). Sen ki, kıyamete kadar bütün insanlığa numune-i imtisal, her hâlinle hüsnü misal (Ahzâb, 33/21) olarak geldin. İyi ki geldin!
Ya gelmeseydin… Cahiliyenin hayâsızlık, cehalet ve vahşet girdabında boğuluyor olacaktık. Gelmeseydin, kendilerine bile faydası olmayan ilahlardan medet umacak, “Lâ ilâhe illallah” sözüyle bütün cihana meydan okunabileceğini öğrenemeyecektik.
Şimdi… Tebliğimiz insanların gönlünde makes bulmazsa senin tek başına yola çıkıp 10 bin kişiyle Mekke’yi fethettiğini düşünüyor teselli buluyoruz. Hakkı anlattıklarımız burun bükerse Kâbe’de secde ederken üzerine deve işkembesi konulduğunu hatırlayarak sabrediyoruz.
Gelmeseydin kim bilir babalarımız hangi karanlık çukura gömmüştü kız doğduk diye. Doğumumuz utanca sebep olacak, annelerimiz doğduğumuza sevinemeyecekti bile…
Şimdi… Babalarımız bizi her omuzuna aldığında, kendimizi Ümame’nin yerine koyup seviniyoruz. Kendimizi ne zaman değersiz hissetsek, ayaklarımızın altına cennet gelip yerleşiveriyor, rahatlıyoruz. Ne zaman Allah’ın emaneti olduğumuzu hatırlasak, düştüğümüz yerden yeniden kalkıyoruz.
Ah Efendim! Keşke her erkek, eşini kördüğüm gibi sevebilse… Keşke eşimize “Kördüğüm ne durumda?” diye sorduğumuzda biz de “İlk günkü gibi…” cevabıyla sevinsek…
Biz, Allah katında en değerli kişinin, O’na karşı gelmekten en çok sakınan kişi (Hucurât, 49/13) olduğunu, nesebin üstünlük sebebi olmadığını yaramadığını senden öğrendik. Köle ile efendinin, zengin ile fakirin huzurda saf tutarken yan yana durduğunu, insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduğunu öğrendik.
Gelmeseydin ey Resul, kuşu ölen çocuk mahzun kalacak, İslam'a girmeden önce ezanla alay eden Ebu Mahzûre Mescid-i Haram’a müezzin olamayacaktı. Sokakta bayram günü ağlayan yetim kızı sevindiren bulunmayacaktı.
Eğer gelmeseydin, miraca kullukla çıkılabileceğini öğrenemeyecektik. Namaz gözümüze nur, oruç kalkan olmayacaktı. Secdenin kurbiyeti sağladığını bilmeyecek, zekâtla malın temizlendiğinden haberimiz bile olmayacaktı. Cennet ve cehenneme giden yolların parke taşlarını bilmeyecektik.
“Ben Kureyşli, kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” (Hakim, Müstedrek, H/4366) sözünle tevazunu sevdik. “Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı, mutlaka onun da elini keserdim.” (Tirmizî, Hudûd, 6) sözünle adaletini sevdik. "Ya Aişe, Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?" sözünle şükrünü sevdik. “İstemez misin ey Ömer? Dünya onların olsun, ahiret de bizim!” (M.Yusuf Kandehlevi, Hayatü's- Sahâbe, II/412) sözünle kanaatini sevdik. “Melik bir peygamber mi, yoksa kul bir peygamber mi olmak istersin?” sorusuna, “Kul bir peygamber olmayı isterim!” (Müsned, II/231) cevabını verirken kulluğunu sevdik. Gelmiş geçmiş bütün günahların affedildiği hâlde, sabahlara kadar namaz kılmaktan şişen ayaklarınla takvanı sevdik.
“Anam babam sana feda olsun.” diyen sahabe kadar sevemedik belki, ama biz de sevdik. Cahiliyeden saadet asrına döndüremedik gönlümüzü, ama yine de sevdik. Bazen ayağımız takıldı, bazen sendeledik. Bazen düştük ama doğrulmayı da bildik. Ümmetin olmayı en büyük şeref, şefaatini en büyük nimet bildik. Ne olur Efendim! “Ümmetim” diyerek taltif eyle ve sev hepimizi…