Aylık Dergi

Kaygan Zemin Üzerine Müslümanlık İnşası

Müslüman, dindarlığını bir paye olarak sunmaz, insanların gözüne sokmaya çalışmaz. Kaliteli insan olmaya gayret eder.

Abone Ol

Kerim Alptekin

Ordu Altınordu Yemişli Mahallesi Hasanbey Camii İmam Hatibi

Zemin kavramını, içinde bulunulan çok yönlü, çok boyutlu şartlar için kullandığımı ifade edeyim. Hızına yetişemediğimiz, şekilden şekle giren dünyanın yorgun insanları olarak şaşkınlık ve kötümserlik arasında gidip geliyoruz. Sürekli dipten gelen akıntının ayaklarımızın altını oynattığını hissediyor fakat bir şey yapamıyoruz. Durmak bilmeyen hareketlilikten toplumun her kesimi gibi dindarlar da nasibini alıyor. Bu durumda payına düşen kısmın ne kadar sorun ürettiğinin, ne kadar tahribat veya başkalaşma yaptığının dökümünü çıkarmamız gerekiyor. Zira dindar kitleleri şekillendiren çok farklı dinamiklere gözümüzü kapattığımızda dindarlık temsillerinin hangi pozisyonlara evrilebileceğini, hangi görüntülerle ekrana gireceğini kestirmek zorlaşabilir. O hâlde bizi bu anlamda körleşmeden kurtaracak, yaşadığımız değişimleri anlayabileceğimiz bir çözümlemeye ihtiyacımız var. Zira hayatın kaçınılmaz gerçekliği olan değişim gibi dinamik kavramın bize söylediği şudur; durağan olan bir şey yoktur.

Mevcut durumun neticesinde sürekli yenilenen dış etkenler yüzünden bir anlam kayması, sabitlenememe, bağlanamama gibi sorunlar ortaya çıktı. Mesela sosyal medya, yeni dindarlık tiplerinin geliştiği zemin hâline geldi. Dijital dünyanın ürettiği teknolojiler rakip bir kültür oluşturdu. Değişmemesi gereken sabiteleri yerinden oynattı. Teknolojinin nesnesi hâline gelen insanın, bu yeni kültürün çelişkilerini, farklı formlarıyla ortaya çıkardığı karmaşık sıkıntılarını, trajedilerini aşma iradesi olmalı. Ama nasıl? Sosyolog Zyngmunt Bauman, Akışkan Modernite adlı kitabında akışkanlık kavramını, modern dönemi betimlemek için kullanıyor.  “Akışkanlar çok kolay yer değiştirir; akarlar, damlarlar, dökülürler, taşarlar, fışkırırlar, sızarlar, püskürürler, süzülürler. Katıların aksine, akışkanların hareketini durdurmak kolay değildir. Bazı engellerin etrafında dolaşırlar, bazılarını
içlerinde eritirler.” Bauman, her taraftan kuşatılan insanların inançlarını, değerlerini, katı olan yanlarını açığa çıkarmakta zorlanacağını ima ediyor. Bu kuşatma psikolojisine teslim olmuş bireylerin itikatlarını, ibadetlerini teslimiyet, bağlanma, odaklanma, duygusuyla hayatına taşımasının kolay olmayacağı ortadadır.

Ülkemiz açısından sosyoekonomik ve sosyokültürel değişim, 1950’lerden sonraki hızlı şehirleşme ile başlamış, küresel kapitalizmin tüketim kültürüne eklemlenmesiyle ivme kazanmıştır. Kademeli olarak muhafazakâr dindarlıkta geleneksel kalıplar yerine kent hayatının içinde seküler, modern yorumlara geçiş başladı. Mekânsal modernliğin simgesi kabul edilen kentlerin getirdiği yeni durumların neticesinde dindarlık farklı kalıplarda şekillendi. Modern şehirlerde yaşayan insanlar için dindarlık muhtelif seçeneklerden birisi oldu. Bu büyük bir kırılma noktasıdır. Devamında gösterişçi dindarlık, burjuva dindarlığı, geleneksel halk dindarlığı, kent dindarlığı, akılcı bireyselleşmiş dindarlık gibi çoğullaşan mikro dindarlıklar ortaya çıktı. Fakat tüm bu adlandırmalar dindarlığın dışarıdan görünen zahirî boyutudur. Dış kabuğu veya elbisesidir. Aslolan özünden beslenen bir kimliğe, şahsiyete bürünmesidir. Müslüman, dindarlığını bir paye olarak sunmaz, insanların gözüne sokmaya çalışmaz. Kaliteli insan olmaya gayret eder.

Tam zamanlı dindarlık

Dindarlık kavramı göreceli bir kavramdır. Yani neye göre, kime göre ne kadar dindar olunabilir? Bunun ölçüleri nelerdir? Kestirmesi zordur. Bu yazıda dindarlık kavramını, vahyin insan hayatına nüfuz etme derecesi anlamında kullanıyorum. Zira Müslüman olmanın beklenen bazı sonuçları vardır. Kendine Yardım adlı kitabıyla bilinen Samuel Smiles, “Sözde ve harekette doğruluk, karakterin belkemiğidir.” der. Bir tarafta sözle ifade edilen yoğun dinî söylemler diğer yanda amelde sekülerlik. Sözde zengin ama bildiklerini hayata taşımada fukaralık. Bu ikilemin varacağı yer, Müslüman zihninin, karakterinin parçalanmasıdır. Bu parçalanma hâli ile Müslümanın; ilahi sıfatları kendinde, kimliğinde, kişiliğinde göstermesi mümkün olmayacaktır.

Meseleyi biraz irdeleyerek devam edelim. Neden hayatımızın bütününde görüntü ile içeriğin buluştuğu tam zamanlı dindarlık bilinciyle var olamıyoruz? Defalarca tekrarlanan ibadetlerin, dindar kimlikle bağdaşmayan davranışları engelleyememesinin bir izahı olmalı. Veyahut hayatı aleladelikten kurtarmak olan ibadetlerin monotonlaşmasını, sıradanlaşmasını açıklayacak bilgiye ihtiyacımız yok mu? Yüce kitabımızın mekanik ve ezberci davranışa müsaade etmediğini biliyoruz. Her daim diri bir idrak ve aktif çalışan akla vurgu yapıyor. Yapmayacağımız şeyleri söylemememiz konusunda bizleri uyarıyor. Sadece inandık demenin yeterli olmadığını, bunun sınanmayı da gerektirdiğini söylüyor (Ankebut, 29/2.) İnandığı hâlde ibadetler konusunda gevşek olanların iç dünyalarında yaşadıkları gelgitlerin, önceliklerin, içsel ve dışsal sebeplerini bilmemiz gerekir. Bunun için toplumsal özelliklerin kültürel ve ekonomik koşulların iyi analiz edilmesi lazım. Hayatın akışına teslim olmadan yaşayabilenler, her işinde olduğu gibi ibadetlerinde de farklılıklarını hissettirirler. Nereden baktığımız da önemli. Hangi ilke bizim için öncelikli ise hayatımız o ilkenin ağırlığını ve izini taşır. Müslüman birey için ibadetlerde nihai gaye güzel ahlak sahibi olmak olduğuna göre ilkelerimizin canlılığına göz atmamız gerekecektir. Tabii “ahlakla” ayağa kalkma niyetimiz varsa!

Bugün içinde bulunduğumuz koşullar mevcut ibadet anlayışımızı da başka bir karaktere büründürüyor. Yeni tip dindarlıkların türemesi de bunun göstergesi.

Okülersentrik (göz merkezci) modern zamanların inanç ve ibadete etkisi

İnsanoğlunun evrildiği tarihsel süreci şöyle sıralayabiliriz: Önce masalların, menkıbelerin, efsanelerin, destanların, ağıtların olduğu sözlü kültür vardı. Sonra sözün gücünü yazıya kaptırdığı dönem yaşandı, bugün ise görsel kültürün her ikisinin üzerindeki iktidarı söz konusu. Âdeta dilin sustuğu, görüntünün konuştuğu bir iletişim şekli oluştu. Artık birbirini anlamanın yolu göstergelerden geçiyor. Üstelik her anı paylaşmak sosyalleşmek için gerekli görülüyor. Oysa mahrem sosyalleşme üzerine düşünülmeli.

Okülersentrik dönemin iman, ibadet ve dindarlığa yönelik yan etkileri üzerine düşünmemiz gerekiyor.  İslam Can ve Ejder Ulutaş, bir duyu sosyolojisi çalışması olan Teşhir Toplumu adlı kitapta teşhir toplumunun karakteristik özelliklerini özetle şöyle açıklıyorlar: “Bugünün bilim dünyası, duyular arasında kurduğu hiyerarşik yapılanmada görme duyusunu zirveye çıkarmıştır. Kamusal alanda göz kulaktan daha belirleyicidir, en merkezî organ konumundadır. Görünmeyenin bir harbiyesi, kıymeti yoktur. Sadece görünenle amel edilir. Hakikatin işitme üzerinden inşa edilmesi geçmişte kalmıştır. Etrafımızın her türlü resim, ekran ve reklamlarla kuşatılması bunun somut örneğidir. Bu, göz referanslı modern dünyada görmenin hegomanyasıdır. Oysa sözün imgeler üzerinden iletişim gücü vardır. Görünenin arkasını da hesaba katar. İmaj ise imgenin görünen kısmıdır, sentetiktir. İmgeyi tüm çıplaklığıyla değil, bazen gizleyerek bazen de olduğundan fazlasını göstererek görünen hakkında tereddüt uyandırır. Teşhir toplumu, bir kültür değişmesiyle bedenleşmektedir. Teşhir, her şeyin sergi değeriyle ölçülmesidir. Teşhirciler için dünyanın her yeri bir sahnedir. Sokaklar, caddeler, sosyal medya, dijital platformlar… Teşhir, utanç duygusunun yitirilmesidir. Böylece voyörozim (dikizcilik) kültürü mahremiyeti sürgüne göndermiştir.” Hakikatin bilgisine, bir Müslüman, “İşittik, itaat ettik.” (Nur, 24/51.) yani duydum kabullendim teslimiyetiyle ulaşır. Batı kültüründe ise hakikatin bilgisi direkt gördüğüyle bağlantılıdır. Bu temel ontolojik bakışın yansıması sonucu İslam toplumlarında söz kendini edebiyat ve müzik üzerinden ifade etmiş, Batı kültüründe ise daha çok heykel ve resim gibi sanatlar üzerinden eşyanın, hakikatin bilgisi anlatılmaya çalışılmıştır.   

Neticede insanın ontolojik zeminde yeniden tanımlanması söz konusudur. Cemil Meriç, din bir bilgi meselesi değildir, aşk meselesidir, diyor. Görünenle yetinmenin yerine görünmeyenin varlığını hissetmek, peşine düşmektir, şeklinde aşk ile açıklıyor. Aşk, gizli bir hazine olan yaratıcıya duyulan muhabbettir. Görmek, anlamak için yeterli değildir. Eşyaya nüfuz edebilmenin yolu gören gözün arkasındaki derinliklerde saklıdır.  Artık tüm yatırımlarımızı vitrinimize yapıyoruz. İbadetlerimiz de bu vitrinin bir köşesinde yerini alıyor. Gösterime girdiği andan itibaren vitrinin teşhirciliğinde anlamını, ruhunu yitiriyor. İbadetler de şekilci anlayışla ne kadar izleniyorsak hayatın o kadar anlamlı olduğu hissiyatının kuşatması altındadır. İsrafın binbir çeşidinin sergilendiği merasimler,  aldığı kurbanın resmini sosyal medyada paylaşan, Kâbe’nin önünde selfi çekerek sizin dualarınızı burada zikrettim diyen, orucunu bulunduğu şehrin ünlü restoranında açtığını gösteren teşhirci karakterlerle sık sık karşılaşıyoruz. İslam’ın ilke ve değerlerinin araçsallaştırıldığı bu vasatın Müslümanı götüreceği yer ruhsal tatminsizliktir, boşluktur.

Ekonomi inanç ilişkisi

Modernleşme sürecinin etkisiyle hızlanan akışkan zaman, insanın ilişkilerini, yaşam tarzlarını muğlaklaştıran özel bir yapıya sahip. Bu dönemin temel karakteri ekonomik alanla metafizik olanın iç içe geçmesidir. Her ekonomik gelişmenin dindarları da dönüştürmesidir. Ekonominin, yaşamın, maneviyatın niteliğini etkilemesi kaçınılmaz bir gerçekliğe işaret ediyor. Toplumsal kurumların diğerleriyle teması olduğundan din ile ekonomi arasındaki derin bağlar, mütedeyyin kitleyi de şekillendiriyor. Dindar kesimin dini yaşama pratiklerine sirayet eden bu yeni dönemin en belirgin özelliği, dinin temel ibadetlerini yerine getirmek yerine daha kolay kabul edilebilir olan kapitalist ve seküler nimetlerin tercih edilmesidir. Bu da doğal olarak dindar insanlarda zihinsel ve ruhsal parçalanmayı, bir ikilem içerisine girmeyi getiriyor. Örneğin ibadet eden kimsenin aynı zamanda harama, günaha kolayca yönelmesi gibi… Yönelişini de çeşitli mazeretler, gerekçeler, yorumlar üzerinden meşrulaştırması. “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara, 2/85.) sorusu âdeta dinin genelinden kopan ama içindeki imandan kopamayan bir Müslüman tipini muhatap alıyor. Diğer yandan tüketimin dünyasına teslim olmuş moda ve eşya fetişizminden Müslümanlar da payını alıyor.  O zaman tüm mesele dünya ile kurduğumuz ilişkide odaklanıyor. Dünya nimetlerinden yararlanalım, mahrum kalmayalım derken nimetlerin içinde sarhoş oluyorsak din ve inanç meselelerini paranteze alıyorsak bırakmamız gereken tüketim alışkanlıklarımız var demektir. 

İsmet Özel, “Dünyaya alışan, şiir yazamaz.” demişti. Konumuzla bağdaştırırsak dünyaya alışan, ibadetin ruhunu yakalayamaz. Ya da sloganik bir ifadeyle dünyayı cebinden kavrayan, dindarlığını derinden yaşayamaz.  Ekonomik şartların kötüye gitmesi veya tersine iyileşmesi karşısında birey için iki boyutlu durum söz konusu. Genelde dindarlığı, özelde ise bütün ibadetlerdeki huzuru, huşuyu zamanında eda etmeyi baskılıyor.

Erıch From, Sahip Olmak ya da Olmak kitabında, modern toplumlarda yüzeydeki dinin arkasında büyüyen ve toplumun karakter yapısında yer eden bir gizli dinin (endüstriyel din) tanımını şöyle yapıyor: “Bu yeni din, insanları, kendi elleriyle yaratmış oldukları ekonominin ve makinelerin kölesi hâline sokmaktadır. Ve bu, gerçek dinin özü ile taban tabana zıttır.” Yeni bir sosyal karakterin ortaya çıkmasına sebep olan bu gerçeği artık Doğu-Batı ayrımı yapmaksızın tüm toplumlarda görebiliyoruz. O hâlde ayakta kalabilmek için muhtaç olduğumuz şey her durum ve şartta iç dünyamızı dinin değişmez prensipleriyle beslemektir. Dış dünyayı da tüm yönleriyle anlamaktır. Bu sayede teslimiyeti ve temsiliyeti tüm yalınlığıyla gösterebiliriz.