Kudüs

Kudüs'te bize düşen

Kudüs, Hz. İbrahim ve ondan sonra gelen birçok peygamberin yaşadığı, Yüce Allah’ın pek çok vahyine ve Hz. Peygamber’in miraç mucizesine şahitlik ettiği, bir süre Müslümanlar tarafından kıble kabul edilmiş olan bir şehirdir. Ancak şehrin kutsallığını zedeleyen bu olaylar sadece Müslümanların değil tüm dünyanın vicdanını yaralıyor.

Abone Ol

Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah tarafından; mübarek (İsra, 17/1.), kutsal (Maide, 5/21.) ve seçkin/iyi/güzel/güvenilir bir yer (Yunus 10/93.) kılındığı haber verilen Mescid-i Aksa ve çevresinde üzücü olaylar cereyan ediyor. Kudüs, Hz. İbrahim ve ondan sonra gelen birçok peygamberin yaşadığı, Yüce Allah’ın pek çok vahyine ve Hz. Peygamber’in miraç mucizesine şahitlik ettiği, bir süre Müslümanlar tarafından kıble kabul edilmiş olan bir şehirdir. Ancak şehrin kutsallığını zedeleyen bu olaylar sadece Müslümanların değil tüm dünyanın vicdanını yaralıyor.

Bir bölgenin mübarek, kutsal ve seçkin kılınması, insanlara, orada merhamet, adalet, barış gibi erdemleri yaşatma görevini yükler. Çünkü dünyayı güzelleştirme sorumluluğunu üstlenmiş olan insandır. (Hud, 11/61.) Kutsal topraklarda zulüm, kan ve gözyaşına son vererek bu kutsallığı, bereket ve güzelliği yaşatması gereken de yine insandır.

Önemi, anlamı ve mazlumlar için sembolik değeri asla yadsınamaz ama Mescid-i Aksa, Kudüs ve Gazze için atılmadık slogan, söylenmedik söz neredeyse kalmamıştır. Gelinen süreçte bize düşenin ne olduğuna dair esaslı okumalar yapmak, meselenin çözümünde daha genel bir bakış açısı geliştirmek mecburiyeti hasıl olmuştur. Çünkü Kudüs sorunu Müslümanların ve insanlığın esaslı problemlerine işaret eden bir gösterge gibidir.

Bize düşenin ne olduğunu sorgulamak bir şuur ve duyarlılık hâlini gerekli kılar. Bize düşen; her şeyden önce bu şuur ve duyarlılığı kaybetmemek, farkındalıklarımızı yitirmemektir. Mescid-i Aksa’ya dair bilincimizi yıkmadan, Hz. Ömer döneminde başlayıp tarih boyunca Emevi, Abbasi ve Osmanlı dönemlerinde bugünkü şeklini alan sur içindeki binalarımızı yıkamayacaklardır. Şuur kaybedilmezse şehir asla kaybedilmeyecektir.

Hz. Âdem’le başlayan peygamberlik zincirinin son halkası Hz. Peygamber (s.a.s.) olmuştur. Hz. İbrahim de Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. İshak, Hz. Yahya ve Hz. İsa da birer İslam peygamberidirler. (Ali İmran, 3/19.) Kudüs’ün tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. Allah Resulü (s.a.s.) Mecsid-i Haram’dan sonra insanların ibadet etmeleri amacıyla yapılan en eski ikinci mabedin Mescid-i Aksa olduğunu haber vermiştir. (Buhari, Enbiya, 10.) Bu en eski ikinci mabet zaman içerisinde kaybolmuş, Hz. Süleyman tarafından ve Hz. Ömer ile beraber yeniden inşa ve ihya edilmiştir.

Hz. Ömer’den itibaren Müslümanlar tarafından idare edilirken güvenliğin, ilmin, barışın, adalet ve merhametin en güzel örneklerini ortaya koyan Kudüs, bir asrı aşkın bir süredir Siyonist, ırkçı bir emperyalizmin pençesinde kıvranmaktadır. Geçmişte farklı din, dil, ırk ve mezheplerin bir arada uyum içerisinde yaşamasının en nadide tablolarını sunduğu hâlde, ne yazık ki Birinci Dünya Savaşı’nın ardından bu özelliğini yitirmeye başlamıştır. Bilhassa Filistin topraklarının işgaliyle başlayan süreçte Müslümanlar, baskıya, zulme, işkenceye ve katliama maruz kalmış, pek çok hak ve özgürlükten mahrum bırakılmış; evleri, yurtları, malları ve mülkleri talan edilerek ellerinden alınmış; pek çoğu da Kudüs ve Filistin topraklarından göç etmek zorunda bırakılmıştır.

Bugün bütün insanlığın acı ve gözyaşı ile andığı Kudüs, Filistin ve Gazze meselesi, İslam ümmetinin ortak meselesidir. Filistin topraklarında yaşanan acı, bütün Müslümanların ortak imtihanıdır. Tarih boyunca Müslüman ülke ve topluluklar arasında işbirliği ve barış ne derece kuvvetli olmuş ise Kudüs ve çevresi o derece emniyet ve barış atmosferine bürünmüştür. Yine Müslümanlar arasında fitne ve kargaşanın alabildiğine çoğaldığı zamanlarda ise Kudüs’te işgal, kan ve gözyaşı hâkim olmuştur. Kudüs’te haçlı tasallutuna son vermek için yola çıkan Selahattin Eyyübi’nin yöntemi de bu olmuştur. Bize düşen; Müslümanlar olarak mukaddes değerlerimiz için bir araya gelebilme kabiliyetine sahip olabilmektir. Mescid-i Aksa’nın harcı İslam kardeşliğidir. Harç zayıfladığında duvar elbette çökme tehlikesine maruz kalacaktır.

Müslüman ülkeler, Mescid-i Aksa’ya yönelik din ve vicdan özgürlüğünü kısıtlayan uygulamaları, mabet masumiyetini hiçe sayan saldırıları asla kabul etmemeli, uluslararası camiayı harekete geçirme ve bölgede barışı egemen kılma hususunda işbirliği yapmalıdırlar. Mescid-i Aksa, inşa edildiği günden bu zamana kadar bir İslam mabedidir ve kıyamete kadar da öyle kalacaktır. Zira o, Resul-i Ekrem’in (s.a.s.) İslam ümmetine emaneti ve mirasıdır.

Cihat, İslam’ın barışı, adalet, emniyet, merhamet ve selameti temin için zorunlu kıldığı bir ibadettir. (Bakara, 2/216.) Mal ve can ile her türlü imkânlar kullanılarak sadece Allah rızası gözetilerek insanlığa faydalı olmak için yerine getirilir. Hz. Peygamber (s.a.s.), ümmetinden bir topluluğun kıyamet gününe kadar hakkı üstün tutmaya ve düşmanları karşısında galip gelmeye devam edeceğini, bu topluluğun da Beytü’l-Makdis’te ve Beytü’l-Makdis çevresinde bulunacağını haber vermiştir. (İbn Hanbel, V, 267.) Bize düşen; maddi manevi her türlü imkânları seferber ederek Filistinli mazlum kardeşlerimiz için gayret göstermektir. (Nisa, 4/75.)

Filistin topraklarında işgali meşrulaştırmaya yönelik küresel bir şer şebekesinin mevcudiyeti yadsınamaz. Yaşananlar sadece Müslümanların değil, insanlığın temel değerlerini savunan pek çok akil ve duyarlı insanın tepkisini de çekmektedir. Ne var ki Rachel Corrie gibi aktivistler, “Zulüm bizdense ben bizden değilim.” diyebilmiş ve Filistin’de İsrail tanklarının paletleri altında ölmeyi göze almışlardır. İnsanlık vicdanı dünya barışı için eskisinden daha fazla harekete geçmelidir. Bize düşen; bu küresel şebeke karşısında “dünyanın beşten büyük olduğunu” haykırmak ve ortak iyiye dair insanlığın sağduyusunu ön plana çıkarabilmektir.

Ekonomik açıdan güçlü, üreten ve kalkınan bir ülke olmak en büyük gayretimiz olmalıdır. Böylece kalıcı bir Filistin mücadelesi verebilmek söz konusu olabilecektir. Bize düşen; her alanda bağımsız olmak, çalışmak ve üretmek, geçmişte Selçuklu ve Osmanlı tecrübesinde olduğu gibi ekonomik ve siyasi gücü yeryüzünde iyiliğin, adaletin ve barışın egemenliği için kullanmaktır.

Tavrımız, bir din olarak Yahudiliğe yönelik bir düşmanlık değildir. Bize düşen; ırkçılık, vahşet ve zulme karşı mücadele verdiğimizi net bir şekilde ortaya koyabilmektir. Nitekim Kudüs’ün İslam hâkimiyeti altında olduğu dönemlerde Yahudi ve Hristiyanlar kendi ibadetlerini özgürce yerine getirebilmiş, şehir tam anlamıyla bir “Daru’s-Selam” (barış yurdu) olabilmiştir.

Kudüs’ün özgürlüğünü çok uzaklarda görmek büyük bir yanılgıdır. Kudüs bir heyecan, bir aşk ve umuttur. Bize düşen; bu aşk, heyecan ve umuda sahip, Kudüs sevdalısı kız ve erkek evlatlar yetiştirmektir. Gençlerin şuurlanması ise tarihe ilgileri ve kutsal beldeleri ziyaretleri ile gerçekleşebilecektir. Mescid-i Aksa’ya ziyaret organizasyonları gerçekleştirerek oradaki Türkiye sevdalısı Filistinli kardeşlerimize yalnız olmadıklarını hissettirmek temel sorumluluğumuzdur.

Bir gün Hz. Meymune annemiz Hz. Peygamber’e gelir ve: “Ya Resulüllah! Beytu’l-Makdis’e (Mescid-i Aksa’ya) gidip gitmeme hakkında bize ne buyurursunuz?” der. Allah Resulü, “Gidin ve orada namaz kılın!” diye cevap verir. Fakat o zaman orada (Bizans ile Persler arasında) savaş vardır ve bunu dikkate alan Peygamberimiz hemen şunu ilave eder: “Şayet oraya gidemez ve orada namaz kılmazsanız, bari oranın kandillerini aydınlatacak yağ gönderin!” buyurur. (Ebu Davud, Salat, 14.) Bize düşen; sadece İsrail saldırıları yoğunlaştığı zaman değil, her vesile ile Kudüs’ü gündemimizden hiç düşürmemektir.

Bize düşen bir başka sorumluluk da elbette dua etmektir. Sabır, sebat ve mücadelenin yanında dua da müminin güzel bir silahıdır. (Kenzu’l-Ummal, III/272, h.no: 6505.) Kudüs’ün özgürlüğünü, insanlığın barış, adalet ve merhamet sınavını dert edinmek, bu sıkıntıdan kurtuluş için hayırlı kapılar açması için Yüce Allah’a dua etmeyi de gerekli kılacaktır. Ayrıca dua, şuurumuzu canlı tutacak, fiilî dua sadedinde bizlere sorumluluklarımızı ve “bize düşenleri” hatırlatacaktır.

Mustafa Soykök