Doç. Dr. Ahmet Mekin KANDEMİR
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi
İçinde yaşadığı evreni anlama ve anlamlandırma çabası, ister inançlı olsun ister ateist, bütün toplumların en kadim arayışlarından biridir. Evrene dair açıklamaların ilk örnekleri olarak karşımıza çıkan mitolojik anlatımlarda, evrenin bir kaplumbağanın sırtında veya bir öküzün boynuzları üzerinde olduğuna inanılmıştır. Aristoteles kozmolojisi ve onun bilimsel yorumu olan Batlamyus modelinde ise evren, yer merkezli (jeosantrik) ve statik bir yapı olarak tasvir edilmiştir. Kopernik devrimiyle birlikte merkezde güneşin olduğu (heliosentrik), diğer gezegenlerin ise onun etrafında döndüğü bir model benimsenmiştir. Diğer taraftan XIX. yüzyılın sonlarına kadar yaşadığımız fiziksel evrenin Samanyolu galaksisinin görünen yıldızları, güneş sistemi ve içindeki gezegenlerden ibaret olduğu sanılıyordu. Fakat XX. yüzyılın başlarında dev teleskoplarla yapılan gözlemler sonucu güneş sistemi ve galaksimizin dışında birçok galaksi ve bunların da içinde yıldız ve gezegen sistemleri olduğu keşfedilmiştir. Günümüzde evrenimizin 93 milyar ışık yılı (1 ışık yılı yaklaşık 9 trilyon kilometredir.) çapında, her biri 200 milyar civarında yıldız ihtiva eden 100 milyardan fazla galaksiden müteşekkil muazzam bir büyüklüğe sahip olduğu öngörülmektedir.
Evreni anlamaya ilişkin çabaların toplamı olarak niteleyebileceğimiz ve evreni bir bütün olarak inceleyen kozmoloji yakın zamana kadar felsefenin bir alt disiplini olarak görülüyor ve daha çok spekülatif bilgilerle anılıyordu. Ancak son birkaç yüzyılda yaşanan bilimsel gelişmeler kozmolojide de radikal değişimler meydana getirmiş, bu da evren tasavvurumuzu büyük ölçüde değiştirmiştir. Modern kozmolojinin önemli dayanaklarından olan Görelilik, Big Bang ve Quantum teorileri, evrenin mevcut durumuna, başlangıç anına ve evreni meydana getiren nesnelerin yapısına dair klasik bilimin birçok kabulünü değiştirmiştir.
Einstein’ın Görelilik teorisi klasik fizikteki mutlak uzay ve zaman anlayışının geçersizliğini ortaya koymuş; bunların izafi olduğunu ispat etmiştir. Yine klasik fizikte evrenin statik bir yapıya sahip olduğu, örneğin yıldızların uzayda belli bir noktada sabit durduğu düşüncesi, 1929 yılında Edwin Hubble’ın yaptığı gözlemlerle çürütülmüştür. Onun gözlemleri, bütün yıldız kümelerinin uzaklıklarıyla doğru orantılı olarak artan bir hızla birbirinden uzaklaştığını, dolayısıyla bir bütün olarak evrenin genişlediğini ortaya koymuştur. Buna dayanarak geliştirilen Big Bang (Büyük Patlama) kuramı evrenimizin yaklaşık olarak 13,8 milyar yıl önce sonsuz yoğun, küçük ve sıcak bir durumdan (tekillik) ani bir patlamayla (açılma=genişleme) oluşmaya başladığını göstermiştir. Bu durum Aristo kozmolojisindeki ayaltı-ayüstü âlem ayrımının ve ayrıca evrenin sonsuzdan gelip sonsuza gittiği yönündeki kabulün geçersizliğini ortaya koymuş; aksine evrenin zamanda bir başlangıç anı olduğunu ispat etmiştir.
Kuantum teorisi ise klasik fiziğin evren tasavvurunun temelden sorgulanmasına neden olmuştur. Newton mekaniğinde tüm evrende geçerli bir neden sonuç ilişkisi olduğu, en küçük molekülün hareketinden en büyük galaksinin patlamasına kadar her şeyin önceden en ince ayrıntısına kadar belirlendiği kabul ediliyordu. Laplace’ın (1749-1827) tabiriyle evrendeki bütün parçacıkların konum ve hareketleri tam olarak bilindiği takdirde, en büyük cisimlerden en ufak atomlara kadar her şeyin hareketinin hesaplanabileceği, evrendeki her olayın önceden bilinebileceği savunuluyordu. Kuantum teorisiyle birlikte hem maddenin yapısının hem de en küçük parçacıklarına varıncaya kadar atomun incelenmesi mümkün hâle gelmiş, bu da tıpkı güneş sistemimiz gibi merkezinde çekirdek ve onun etrafında döndüğü varsayılan elektrondan ibaret sanılan atom modelini kökten değiştirmiştir. Zira yapılan gözlemler atomun çekirdeğinin de protonlardan ve nötronlardan meydana geldiğini, onların da ‘kuark’ adı verilen çok daha küçük parçacıklardan oluştuğunu ortaya koymuştur. Bundan da önemlisi atomun yapısındaki işleyişe dair gözlemlerdir. Klasik atom modelinde elektronun çekirdeğin etrafında belli bir düzen içinde döndüğü varsayılıyordu. Ancak Werner Heisenberg tarafından ortaya konan belirsizlik ilkesine göre gözlem yapılıncaya kadar elektronun belli bir konumu yoktur. Çünkü madde hem parçacık hem de dalga gibi davranmaktadır. Bundan dolayı aynı anda hem momentumunu hem de hızını tespit etmenin imkânı yoktur. Başka bir deyişle gözlem yapılıncaya kadar elektronun, çekirdeğin etrafında herhangi bir yerde olması ihtimal dâhilindedir. Ancak gözlem yapıldığında bu ihtimallerden biri gerçekleşir ve elektron belli bir konumda tespit edilebilir. Bu durum, yapılan çift yarık deneyleri ile teyit edilmiştir.
Kuantumla birlikte atomaltı dünyada belirsizlik ilkesinin yanı sıra olasılık, dolaşıklık, uzaktan etki, üst üste binme (süperpozisyon) gibi maddenin klasik fiziğe ve sağduyuya aykırı birçok davranışı gözlenmiştir. Bunlar klasik fiziğin dev bir saat gibi mekanik bir şekilde işlediği düşünülen evren tasavvuru ile determinist, belirlenimci, kesinlikçi ve indirgemeci bilim anlayışının ciddi anlamda sorgulanmasına neden olmuştur. Çünkü belirsizlik ilkesine göre bir parçacık birden fazla yol izleyebilir, bu sebeple onun hangi yolu izleyeceğini önceden bilmek imkânsızdır. Bilinebilecek tek şey, parçacığın şu ya da bu yoldan gitme ihtimalidir. Bu da göstermektedir ki eğer evrenin şu andaki durumu bile kesin bir biçimde ölçülemiyorsa gelecekteki olayları kestirmek pek de mümkün değildir. Sonuç olarak bugünün ve geleceğin bütünüyle öngörülebileceğini savunan belirlenimci ve determinist bilim anlayışı yerini uzay ve zamanın izafî olduğu, sürekliliğin yerine süreksizliğin geçtiği, gözlemcinin maddenin hareketini etkilediği, atomaltı parçacıkların belli olasılıklar dâhilinde hareket ettiği ve birbirini uzaktan etkilediği, doğada belirsizlik ve olasılığa dayalı bir yapının hâkim olduğu bir bilim anlayışına bırakmıştır.
Kozmolojide yaşanan bu paradigma değişimi evren hakkındaki dinî önermelerin ve inanışların ne ölçüde geçerli ve/veya gerekli olduğuna dair tartışmalara neden olmuştur. Bazı bilim insanları, bilimin geldiği bu son noktada evrenin açıklanması ve anlaşılması sürecinde artık tanrı fikrine ve dinsel öğretilere ihtiyaç kalmadığını ileri sürmüştür. Onlara göre mevcut fiziksel ve matematiksel teoriler evrenin nasıl oluştuğunu, nasıl işlediğini ve nihai sonunun nasıl olacağını yeterli düzeyde açıklamaktadır. Bu tarz bir yaklaşım, genel manada fiziği metafizikten arındırmak gibi ciddi bir meydan okumayı içermesinin yanı sıra İbrahimî dinlerin yoktan ve sonradan yaratılmış (hâdis) evren tasavvurunu, bu evreni her an idare eden, yöneten ve dilediğinde müdahalede bulunan (mucize) ilim, irade ve kudret sahibi tanrı anlayışını tehdit eden bir muhtevaya da sahiptir.
Bu iddiaları değerlendirdiğimiz zaman durumun böyle olmadığı anlaşılacaktır. Örneğin Big Bang teorisinin, evrenin 13.8 milyar yıl önce büyük bir patlamayla var olmaya başladığı yönündeki tezi bugün genel kabul görmektedir. Ancak bu teori evreni 10-43 saniyeden (Planck zamanı) itibaren açıklayabilmektedir. Bu andan sonra mevcut fizik yasaları geçerliğini yitirdiği için patlamaya neyin yol açtığı ve patlama anından önce ne olduğu konusunda tatmin edici bir açıklama yapılamamaktadır. Mevcut bilimsel imkânlarla açıklanamadığı için tekillik durumunu mutlak yokluk olarak kabul etmek, buradan hareketle de patlamaya bir kuantum dalgalanmasının neden olduğunu, varlığın bu şekilde kendiliğinden ve sebepsiz bir şekilde ortaya çıktığını, var oluşu açıklamak için metafizik bir nedene ihtiyaç olmadığını ileri sürmek tutarlı bir yaklaşım değildir. Zira kuantum teorisi nedensellik ilkesini bütünüyle dışlamadığı gibi patlamanın harici bir nedeni olmadığını da göstermez. Çünkü bir şeyin “nedensiz” olması, başka hiçbir şeye bağlı olmaksızın ilk defa ortaya çıkışını ifade etmektedir. Kuantum fiziği ise sadece sonuçların önceden kesin olarak öngörülemeyeceğini ve nedenlerin sonuçlar tarafından zorunlu olarak belirlenmediğini ortaya koymaktadır. Oysaki atomaltı dünyadaki olaylar belli olasılıklar çerçevesinde meydana gelmekte ve bu olasılıklar da kendisinden önceki dalga fonksiyonları tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla evreni meydana getirdiği düşünülen kuantum dalgalanmasının da bir sebebi olduğu pekâlâ savunulabilir.
Bilim, “var olan”ı araştırma konusu yapar. Öncesinde hiçbir şeyin olmadığı yaratılış anını fizik ve kozmolojinin idrak etmesi beklenemez. Çünkü bunun yapılabilmesi için zamanın, yasanın, enerjinin ve kuantum dalgalanmalarının olmadığı mutlak bir hiçlik durumunun gösterilmesi gerekmektedir. Oysa bilimin, varlığın izini sürüp oradan yokluğa sıçraması mümkün değildir. Bilimsel gelişmeler evrenin yapısına ve işleyişine dair birçok sorunun cevabını sağlayabilir, insanın hayatını kolaylaştırabilir ancak anlamlı kılmaz. Bilimin yokluk yerine niçin bir şeylerin var olduğu, evrende geçerli olan tabiat kanunlarının neden böyle olduğu, bütün olası ihtimaller arasında evrenimizin neden yaşam koşullarına son derece uygun olduğu sorularına verebileceği bir cevabı yoktur. En nihayetinde hayatın anlamını ve amacını bize verecek olan şey yine dindir. Başka bir deyişle bilim evrene dair “nasıl” sorusunun cevabını verebilir, ancak “niçin” sorusu hâlâ teolojinin ve inancın konusu olmaya devam etmektedir. Dolayısıyla bütün bilimsel ilerlemelere rağmen evrenin var oluşunu açıklayan en tutarlı model evrenin yoktan yaratıldığını savunan dinî ve metafiziksel açıklamalardır. Modern kozmolojinin işaret ettiği patlamadaki hassas denge, evrenin muazzam büyüklüğü, atomaltı dünyanın hayret verici yapısı, tüm maddi yapıların yaşam için mükemmel bir formda gerçekleşmesi gibi durumlar ilim, irade ve kudret sahibi bir yaratıcının varlığına ve onun evrende her an fail olduğuna dair inancı daha da güçlendirmektedir.