İbn Şihâb'ın, Enes b. Mâlik'ten (ra) naklettiğine göre, (Huneyn Savaşı sonrası Hevâzin ganimetleri paylaştırılırken oluşan huzursuzluk üzerine) Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Ben küfürden yeni kurtulmuş bazı kimselere onların kalplerini (İslâm'a) ısındırmak için (ganimet mallarından) veriyorum. İnsanlar (aldıkları) mallarla dönerken siz Allah'ın Resûlü (sas) ile evlerinize dönmekten razı değil misiniz? Allah'a (cc) yemin ederim ki sizin kendisiyle döndüğünüz (Peygamber), onların yanlarına alıp döndüklerinden daha hayırlıdır.”
عَنِ ابْنِ شِهَابٍ أَخْبَرَنِى أَنَسُ بْنُ مَالِكٍ…فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “فَإِنِّى أُعْطِى رِجَالاً حَدِيثِى عَهْدٍ بِكُفْرٍ أَتَأَلَّفُهُمْ أَفَلاَ تَرْضَوْنَ أَنْ يَذْهَبَ النَّاسُ بِالأَمْوَالِ وَتَرْجِعُونَ إِلَى رِحَالِكُمْ بِرَسُولِ اللَّهِ فَوَاللَّهِ! لَمَا تَنْقَلِبُونَ بِهِ خَيْرٌ مِمَّا يَنْقَلِبُونَ بِهِ.
(M2436 Müslim, Zekât, 132)
***
عَنْ صَفْوَانَ بْنِ أُمَيَّةَ قَالَ: أَعْطَانِى رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَوْمَ حُنَيْنٍ وَإِنَّهُ لَأَبْغَضُ الْخَلْقِ إِلَيَّ فَمَا زَالَ يُعْطِينِى حَتَّى إِنَّهُ لَأَحَبُّ الْخَلْقِ إِلَيَّ.
Safvân b. Ümeyye şöyle demiştir: “Resûlullah (sas) bana Huneyn günü (ganimet mallarından) verdi. O, insanlar arasında en sevmediğim kimse idi. Fakat bana mal vermeye devam ettikçe sonunda insanlar arasında en sevdiğim kişi hâline geldi.”
(T666 Tirmizî, Zekât, 30)
***
عَنْ أَنَسٍ قَالَ: كَانَ الرَّجُلُ يَأْتِي النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فَيُسْلِمُ لِشَيْءٍ يُعْطَاهُ مِنْ الدُّنْيَا فَلَا يُمْسِي حَتَّى يَكُونَ الْإِسْلَامُ أَحَبَّ إِلَيْهِ وَأَعَزَّ عَلَيْهِ مِنْ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا.
Enes (b. Mâlik) (ra) anlatıyor: “Bir kişi Hz. Peygamber'in (sas) yanına gelir ve kendisine verilen dünyalık bir şey sebebiyle Müslüman olurdu. Fakat, İslâm kendisi için dünya ve içindekilerden daha değerli olduğu hâlde akşama ererdi.”
(HM12073 İbn Hanbel, III, 107)
***
Hicretin sekizinci yılıydı. Hevâzinlilerle yapılan Huneyn Gazvesi Müslümanların lehine sonuçlanmış ve büyük bir ganimet elde edilmişti. Hz. Peygamber (sas), Tâif kuşatması sonrasında gerekli taksimatı yapmak üzere ganimetlerin toplandığı yer olan Ci’râne’ye geldi. Ganimetlerin beşte birini Beytülmâl hissesi olarak ayırdıktan sonra geri kalanını ashâbı arasında paylaştırdı. Bu arada Allah Resûlü’nün (sas), kalplerini İslâm’a ısındırmak istediği bazı kimselere yüzer deve vermesi, ensardan bir grubun dikkatinden kaçmamış ve "Allah (cc), Resûlullah’a (sas) mağfiret eylesin! Kureyş’e veriyor da bizi bırakıyor. Halbuki kılıçlarımızdan hâlâ onların kanı damlıyor." diye serzenişte bulunmuşlardı. Ensarın bu sözleri kısa bir süre sonra Allah Resûlü’nün (sas) kulağına gitti ve onlara haber göndererek bir çadırda toplanmalarını istedi. Ensar bir araya gelince Hz. Peygamber (sas), "Kulağıma gelen sözleriniz ne demek oluyor?" diye sordu. İçlerinden anlayışlı olanları, "Yâ Resûlallah bizim aklı başında olanlarımız hiçbir şey söylemedi. Fakat yaşları küçük olanlarımız "Allah (cc), Resûlullah’a (sas) mağfiret eylesin! Kureyş’e veriyor da ensarı terk ediyor, halbuki kılıçlarımızdan hâlâ Kureyş’in kanı damlıyor." dediler." diye cevap verdi. Aslında bu durum ensardan bazı gençlerin, Resûlullah’ın (sas) taksimatında gözetmiş olduğu amacın farkına varamadıklarını gösteriyordu. Allah Resûlü (sas), ashâbının yaşadığı tereddüdü şu sözleriyle giderdi: "Ben küfürden yeni kurtulmuş bazı kimselere onların kalplerini (İslâm’a) ısındırmak için (ganimet mallarından) veriyorum. İnsanlar aldıkları mallarla evlerine dönerken siz Allah’ın Resûlü (sas) ile evlerinize dönmekten razı değil misiniz? Allah’a yemin ederim ki sizin kendisiyle döndüğünüz (Peygamber), onların yanlarına alıp döndüklerinden daha hayırlıdır." Bunun üzerine Hz. Peygamber’in (sas) maksadını anlayan ensar, "Evet yâ Resûlallah! Razıyız." dediler.
Sevgili Peygamberimizin (sas) kendilerine ganimetten pay ayırdığı kimseler, Kur’ân-ı Kerîm’de ‘müellefe-i kulûb’ şeklinde zikredilen, gönülleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseler idi. Allah (cc) tarafından, kendilerine zekât verilebilecek kimseler arasında zikredilen bu gruptan âyette şu şekilde bahsedilmekteydi: "Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan (cc) bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah (cc) yolunda çalışıp cihad edenlere, yolculara mahsustur. Allah (cc) bilendir, hikmet sahibidir."
Müellefe-i kulûba gerek ganimet gibi mallardan gerekse zekâttan pay ayrılmasının o günün şartlarına göre farklı sebepleri bulunmaktaydı. Bu uygulama henüz Müslüman olmamış, İslâm’a yararlı olabileceği düşünülen insanları dine ısındırmak amacıyla veya yeni Müslüman olanları dine alıştırmak maksadıyla gerçekleştirilebildiği gibi İslâm’a kötülüğü dokunabilecek insanların kötülüklerini bertaraf etmek için de kullanılabilmekteydi. Bu uygulama sonucunda kavimlerin lider konumundaki ileri gelenlerinin ve toplumda nüfuz sahibi kimselerin İslâm’a girmesiyle başkalarının Müslüman olması da kolaylaşmıştı. Zaten müellefe-i kulûbun çoğunu yeni fethedilen Mekke’nin ileri gelenleri oluşturuyordu.
Mekke’nin fethiyle birlikte, Arap kabilelerinin çoğu Müslüman olmuştu. Fetih, kavimlerin ileri gelenleri ile beraber tebaalarının da İslâm’a girmelerini sağlamıştı. Daha dün müşriklere ait olan şehir nerdeyse hiç kan dökülmeden, bir anda İslâm’la şereflenmiş insanlarla doluvermişti. Ancak Hz. Peygamber (sas), bu kimselerin kalplerine imanın tam anlamıyla yerleştiğinden henüz emin değildi. Çünkü onlar, kısa bir zaman öncesine kadar İslâm düşmanıydılar ve Müslümanlığı benimsemeleri ashâbınkinden oldukça farklı bir zeminde olmuştu. Bu durumun bilincinde olan Allah Resûlü (sas), Mekke’nin fethinin hemen sonrasında gerçekleşen Huneyn Gazvesi’nde ganimetlerin taksiminde bu insanların lehine davranarak, tebliğ konusunda yeni bir taktik geliştirmiş oluyordu.
İnsanoğlunun mala karşı düşkünlüğünün farkında olan Resûl-i Ekrem (sas), câhiliyeden yeni kurtulan Kureyşlilerin bu zaafından istifade ederek kalplerini tatmin etmeye ve Yüce Yaratan’ın (cc) sevgisine giden yolu onlar için kolaylaştırmaya çalışıyordu. Bu nedenle Huneyn’de kazanılan ganimetin büyük bölümünü, hak etmelerine rağmen ensar ve muhacirlerden cihad edenlere değil yeni Müslüman olan bu insanlara dağıtmayı uygun gördü. Böylece onların imanlarını daha da pekiştirmeyi istiyordu. Zira onların ensar ve muhacirlere tercih edilmesi, ashâbın tam olarak idrak edemediği daha büyük bir maslahata dayanıyordu. Lider konumunda olan nüfuz sahibi bu kişilere verilen mallar sayesinde kavimlerinin de kalpleri İslâm’a ısındırılmış oluyordu. Akra’ b. Hâbis, Hakîm b. Hizâm, Süheyl b. Amr, Safvân b. Ümeyye, Abbâs b. Mirdâs, Lebîd b. Rebîa, Mâlik b. Avf, Ebû Süfyân ve oğulları onlardan sadece birkaçı idi. Çoğu Mekke’nin fethi esnasında İslâm’ı kabul eden bu kişilerin hemen hepsi sonunda samimi birer Müslüman oldular.
Allah Resûlü (sas), ticarî kaygılarını her şeyin üstünde tutan bir toplumun üyesi olan, her biri çeşitli sebeplerle Müslümanlığı seçmiş olduğu hâlde henüz imanı gönüllerine tam olarak yerleştirememiş yeni mühtedileri İslâm’a ısındırmak ve onların her türlü kaygılarını gidermek istiyordu. Hz. Peygamber (sas), kalpleri kazanmaya yönelik bu yöntemle Müslümanları güçlü kişilerden gelebilecek muhtemel zararlardan da korumayı amaçlıyordu. Müellefe-i kulûb arasında bulunan Safvân b. Ümeyye’nin yaşadıkları Allah Resûlü’nün (sas) bu politikasının ne kadar isabetli olduğunu gözler önüne sermekteydi: Safvân b. Ümeyye, Mekke fethedildiği zaman oradan kaçmış ve Huneyn Savaşı’na da müşrik olarak katılmıştı. Hz. Peygamber (sas) kendisinden ödünç silah istemiş o da bunu geri çevirmemişti. Bunun üzerine Resûlullah (sas) ona Huneyn ganimetlerinden çokça vermişti. Safvân b. Ümeyye, Resûlullah’ın (sas) bu cömert davranışı karşısında yaşamış olduğu hissiyat değişikliğini, "Resûlullah (sas) Huneyn günü (ganimet mallarından) bana da verdi. O, insanlar arasında en sevmediğim kimse idi. Fakat bana mal vermeye devam ettikçe sonunda insanlar arasında en sevdiğim kişi hâline geldi." sözleriyle ifade etmiştir.
Müellefe-i kulûb uygulamasının başarı ile sonuçlandığı olaylar olduğu gibi bazen kalpleri İslâm’a ısındırma işinin ya maksadı tam olarak kavranamamış ya da bu taksim, çıkarlarına uygun düşmediği için bazı insanların Hz. Peygamber’i (sas) adaletsizlikle itham etmesine neden olmuştur. Zü’l-Huveysıra adlı Temîmli bir kişi Huneyn ganimetleri dağıtılırken, "Ey Muhammed, Allah’tan kork!" diyerek Resûlullah’ın (sas) taksimatının adaletsiz olduğunu ima etmiş ve Hz. Peygamber’in (sas) bu ithamdan dolayı sinirlenmesine ve üzülmesine sebep olmuştu. Bunun üzerine Allah Resûlü (sas), "(Yazıklar olsun!) Eğer ben Allah’a (cc) isyan edersem, kim itaat eder O’na? Yeryüzündeki insanlar bana güveniyor da siz niçin güvenmiyorsunuz?" diyerek yaptığında adaletsizlik olmadığını vurgulamıştı. Yine ganimetler dağıtılırken Muattib b. Kuşeyr adlı bir kişinin, "Vallahi, Muhammed bu taksimde Allah’ın (cc) rızasını gözetmedi." sözleriyle sergilediği saygısızlık Abdullah b. Mes’ûd (ra) tarafından Hz. Peygamber’e (sas) ulaştırılınca kızgınlıktan yüzünün rengi değişen Resûlullah (sas), "Allah (cc) Musa’ya rahmet etsin. Ona bundan da çok eziyet edildi de sabretti." buyurmuştu. Halbuki böyle bir ithamı Allah Resûlü (sas) hiçbir zaman hak etmemişti. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, haksız serzenişleri ve Allah Resûlü’ne (sas) karşı saygısız tutumları nedeniyle kınanan bu insanların Hz. Peygamber’in (sas) taksimine rıza göstermeleri istenmiştir: "Onlardan sadakaların (taksimi) hususunda seni ayıplayanlar da vardır. Sadakalardan onlara da (bir pay) verilirse razı olurlar, şayet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar. Eğer onlar Allah (cc) ve Resûlü’nün (sas) kendilerine verdiğine razı olup, "Allah (cc) bize yeter, yakında bize Allah (cc) da lütfundan verecek, Resûlü (sas) de. Biz yalnız Allah’a (cc) rağbet edenleriz." deselerdi (daha iyi olurdu)."
İnsanların en cömerdi olan Sevgili Peygamberimiz (sas) kalplerini kazanmak ve insanları İslâm’a alıştırmak için maddî ve manevî hiçbir fedakârlıktan kaçınmamış, İslâm’ı gönüllere nakşedebilmek adına kimseyi kapısından geri çevirmemişti. Bir defasında huzuruna gelerek bir şeyler isteyen adama iki dağ arasında bulunan zekâtlık koyunlardan çoğunun verilmesini emretmişti. Peygamber’in (sas) ihsanından çok etkilenen adam kavmine dönünce, "Ey kavmim! Müslüman olun! Vallahi, Muhammed öyle ihsanda bulunuyor ki fakirlikten korkmadan dağıtıyor." diyerek hayretini dile getirmişti. Bu olaya şahit olan Enes b. Mâlik (ra), "Bir kişi Hz. Peygamber’in (sas) yanına gelir ve kendisine verilen dünyalık bir şey sebebiyle Müslüman olurdu. Ama akşam olunca ise İslâm kendisi için dünya ve içindekilerden daha sevimli ve daha değerli olarak Allah Resûlü’nün (sas) yanından ayrılırdı." demişti.
Gönülleri İslâm ile yeni tanışanlar arasında bulunan ve Mekke fethedildiğinde Müslüman olan Hakîm b. Hizâm ise Resûlullah’tan (sas) kendisine mal vermesini talep etmiş, verilen develerle yetinmeyerek talebini tekrarlamış, sonunda Hz. Peygamber’in (sas), "Ey Hakîm! Bu dünya malı göz alıcı ve tatlıdır. Kim bu mala cömert bir gönülle sahip olursa, kendisi için malı bereketlenir. Ama kim de hırs ve tamahla dolu bir kalple bu malı arzularsa, onun için malın bereketi kaçar." şeklindeki uyarısına muhatap olmuştu. Bu uyarının etkisini ömür boyunca üzerinden atamayan Hakîm, "Yâ Resûlallah! Seni hak dinle gönderen Allah’a (cc) yemin ederim ki bundan sonra ölene kadar kimseden hiçbir şey almayacağım." diye yemin etmiş, Hz. Peygamber’in (sas) vefatından sonra kendisine Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) tarafından verilmek istenenleri de kabul etmemişti.
Allah Resûlü (sas) kimi zaman sevdiği ve ganimeti diğerlerinden daha fazla hak ettiğini düşündüğü bazı kimseleri başkalarının hidayeti uğruna ganimetten mahrum bırakmıştır. Huneyn Savaşı sonrasında Sa’d b. Ebû Vakkâs (ra), Hz. Peygamber’e (sas), neden müellefe-i kulûb arasında olan Akra’ b. Hâbis ve Uyeyne b. Hısn’a Huneyn ganimetlerinden bolca verip de iyi bir mümin olarak bilinen Cuayl b. Sürâka’ya vermediğini sorunca, Resûlullah (sas) bu davranışının gerekçesini şu şekilde izah etmiştir: "Ey Sa’d, birini daha çok sevdiğim hâlde bir başkasına, sırf Allah (cc) onu yüzükoyun ateşe atmasın diye ihsanda bulunduğum olur." Görüldüğü üzere, insanların beklentilerinin ve ihtiyaçlarının farkında olan Allah Resûlü’nün (sas) duyarlılıkla uygulamaya koyduğu müellefe-i kulûb anlayışı, gerek fert olarak gerekse nüfuz sahibi insanların hidayete ermesi ile toplu olarak insanların İslâm’ı seçmelerinde etkin bir rol oynamıştır.
Kalpleri İslâm’a ısındırma, dinin yayılması, yeni Müslüman olanların dinde sebat etmeleri ya da Müslümanların kâfirlerin kötülüklerinden korunması gibi bazı temel ihtiyaçlar nedeniyle uygulanan mühim bir stratejidir. Özellikle insanların dine alışma sürecinde etkili olan bu uygulama, yalnız maddî yardım anlamında değil mühtedilerin davranışlarının pekiştirilmesi ve dinî konularda sağlanan kolaylıklar ile de desteklenebilir. Allah Resûlü’nün (sas) tebliğ uygulamalarında bunun örneklerini görmek mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber (sas), Müslüman olmak üzere kendisine gelen Sakîf heyetinin kalplerinin daha da yumuşaması için öne sürdükleri cihad, öşür ve namazla mükellef tutulmama şartlarını, namaz hâriç kabul etmiştir. Namaz muafiyetini kabul etmemesinin sebebini ise namaz bulunmayan dinde hayır olmayacağı şeklinde ifade etmiştir.
Bununla birlikte, maddî olarak destek olma veya ibadetler konusunda kolaylık gösterme gibi davranışların yanında yeni Müslüman olanlara gösterilen samimiyet ve hoşgörü de kalplerin kazanılmasında oldukça etkili olmaktadır. Bunun en güzel örneğini Peygamberimizin (sas) müezzini Ebû Mahzûre’nin İslâm’la tanışma tecrübesinde görmek mümkündür. Allah Resûlü (sas), Huneyn Seferi’nden döndüğü sırada ashâbına namaz için ezan okumalarını emretmişti. Bu sırada orada bulunan Ebû Mahzûre, Kureyşli genç arkadaşlarıyla birlikte bağıra bağıra alay ederek okunan ezanı taklit etmeye başladı. Henüz Müslüman olmadığı için Allah Resûlü’ne (sas) karşı düşmanlık besleyen Ebû Mahzûre’nin güzel sesi Hz. Peygamber’in (sas) dikkatinden kaçmamış olacak ki onu yanına çağırarak kendisine ezan okumasını istedi. Ezan okurken sesini makamlı bir şekilde yükseltmesi gerektiğini söyleyerek ona ezan okumayı bizzat öğretti. Sonrasında bir miktar gümüş para verip yüzünü okşayarak, "Allah (cc) seni mübarek kılsın, bereket üzerinden eksik olmasın." diyerek ona dua etti. Ve bundan sonra başlangıçta Allah Resûlü’nden (sas) ve ezandan nefret eden bu güzel sesli genç, Hz. Peygamber’den(sas) izin isteyerek Mescid-i Harâm’ın seçkin müezzinlerinden birisi oldu. Sevgili Peygamberimizin (sas) yakın ilgisi ve duası sayesinde mi, verilen küçük hediyenin vesilesiyle mi yoksa bu zarif davetin tesiriyle mi bilinmez, Allah (cc) bu gencin kalbinden nefreti söküp oraya imanı yerleştirivermişti.
Hz. Peygamber’in (sas) vefatından sonra müellefe-i kulûbe pay ayrılıp ayrılmayacağı tartışma konusu olmuştur. Hz. Ömer (ra), Resûlullah (sas) zamanında Müslümanlar azınlıkta olduğu için böyle bir uygulamaya gidildiğini fakat artık İslâm dininin ve Müslümanların güçlenmesiyle buna gerek kalmadığını ifade ederek Hz. Ebû Bekir (ra) döneminde bu uygulamanın devamını doğru bulmamış, kendi halifeliği döneminde müellefe-i kulûbe zekât vermemiştir. Hz. Osman (ra) ve Hz. Ali’nin (ra) hilâfetleri sırasında da müellefe-i kulûbe pay ayrıldığına dair bir bilgi yoktur. Ancak Ömer b. Abdülazîz’in bazı insanları İslâm’a ısındırmak için ihsanda bulunduğu hatta bunun için bir patriğe bin dinar verdiğine dair bir rivayet kaynaklarımızda bulunmaktadır. Bu da kalpleri İslâm’a ısındırma ihtiyacının devirden devire değiştiğini göstermektedir.
Âyette belirtildiği üzere, müellefe-i kulûb, kendilerine zekât verilebilen sekiz gruptan biriydi. Zekâtın toplanması ve ihtiyaç sahiplerine sarf edilmesi, Hz. Peygamber (sas) döneminde devletin tasarrufunda idi. Yetkili memurlar aracılığıyla toplanan zekât, belirlenen ihtiyaç sahiplerine yine devlet eliyle dağıtılmaktaydı.
Müellefe-i kulûb uygulaması, Allah Resûlü (sas) döneminde uygulanmış ve başarı sağlanmış önemli bir yaklaşımdır. Esasında her dönemde dinden uzaklaşmış insanların ilgisini kazanarak onları dine yaklaştırma veya düşmanların kötülüklerini engelleme adına bu tür faaliyetlere ihtiyaç duyulmaktadır. Bu kabil faaliyetler, Müslümanların gerek dinî gerekse toplumsal dayanışmasına önemli ölçüde katkı sağlayacaktır. İnsanların yalnız maddî ihtiyaçlarını gidermek amacıyla değil bu vesileyle katılaşan kalpleri biraz da olsa yumuşatmak ve İslâm’a olan sevgilerini tazelemek amacıyla Allah Resûlü’nün (sas) sevgi, şefkat ve hoşgörüyle gerçekleştirdiği bu yaklaşımdan ilham alınmaya devam edilmelidir. Müellefe-i kulûb anlayışı ile geçmişte olduğu gibi bugün de gönüller kazanılabilir. Zira İslâm, insanların hem aklına hem de gönlüne hitap eden bir dindir.