Enes b. Mâlik'ten (ra) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Sabah ya da akşam, Allah (cc) yolunda (yapılacak) bir sefer, dünyadan ve içindekilerden daha hayırlıdır!”
عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “لَغَدْوَةٌ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَوْ رَوْحَةٌ خَيْرٌ مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا.”
(B2792 Buhârî, Cihâd, 5)
***
عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ:خَطَبَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فَقَالَ: “أَخَذَ الرَّايَةَ زَيْدٌ فَأُصِيبَ، ثُمَّ أَخَذَهَا جَعْفَرٌ فَأُصِيبَ، ثُمَّ أَخَذَهَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ رَوَاحَةَ فَأُصِيبَ، ثُمَّ أَخَذَهَا خَالِدُ بْنُ الْوَلِيدِ عَنْ غَيْرِ إِمْرَةٍ فَفُتِحَ عَلَيْهِ، وَمَا يَسُرُّنِى –أَوْ قَالَ: مَا يَسُرُّهُمْ– أَنَّهُمْ عِنْدَنَا.” وَقَالَ وَإِنَّ عَيْنَيْهِ لَتَذْرِفَانِ.
Enes b. Mâlik'in (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) hutbesinde, “Sancağı önce Zeyd (ra) aldı ve vuruldu. Ardından sancağı Ca'fer (ra) aldı o da vuruldu. Sonra Abdullah b. Revâha (ra) sancağı aldı ve o da vuruldu. Sonra Hâlid b. Velîd (ra), önceden komutan tayin edilmediği hâlde sancağı teslim aldı ve ona fetih verildi. Onların şimdi yanımda olmaları beni bundan daha çok mutlu etmezdi (ya da) şimdi aramızda olmak onları (bulundukları yerden) daha çok mutlu etmezdi.” buyurdu ve gözlerinden yaşlar süzüldü.
(B3063 Buhârî, Cihâd, 183)
***
Hicretin sekizinci senesinde bir barış elçisi, zulmün, kula kulluğun ve sömürünün hüküm sürdüğü topraklara doğru ilerliyordu. Elindeki meşaleyle karanlığı yarıyor, göklerin ve yerin nuru olan Allah’tan (cc) gelen aydınlığı diğer insanlara ulaştırmanın heyecanını yüreğinde taşıyordu. Bu barış elçisinin adı Hâris b. Umeyr (ra) idi. Diğer bir ifadeyle o, Allah’ın Elçisi’nin (sas) elçisi idi.
Medine’ye egemen olan adalet ve refahın esenliğini yaşamak, huzurun tadını çıkarmak varken yollara düşüp ıstırap içinde kıvranan civardaki mazlum insanların imdadına koşmak, herhâlde hârikulâde bir diğerkâmlık örneği olsa gerektir. Nerede olursa olsun zulme kayıtsız kalmayarak adaletin tecelli etmesi için canla başla çaba sarf etmek, Yüce Yaratan’ın (cc) müminlere yüklediği bir sorumluluktur. Kalbindeki bu duygular Hâris b. Umeyr’i (ra) sardıkça, o da atını Busrâ’ya doğru daha da bir hırsla mahmuzluyordu. Kula kulluğun pençesinde an be an ölümü tadan bu insanlara bir an önce yetişmeli, onlara hayat verecek ilâhî risâletin müjdesini bir an önce kavuşturmalıydı. O, hayat vermek için Busrâ’ya doğru koşturdukça atını, ölüm de her adımında ona daha bir yaklaşıyordu.
Nereden bilebilirdi Umeyr’in oğlu, Allah’ın (cc) bu muazzam nimetini nankörlükle karşılayacak, karanlıkları aydınlığa tercih edecek bir topluluğun kendisini beklediğini! Nereden bilebilirdi, bir tohum misali yarın toprağa verileceğini. Öyle ya, o bir elçiydi; elçiye z olmazdı. Firavun bile olanca hıncına rağmen, "Ben bir elçiyim." diyen Musa’ya dokunmamıştı. Ancak Rumların yani Bizans’ın vesayetinde Busrâ’nın valiliğini yürüten Şurahbîl b. Amr farklıydı. Hâris b. Umeyr’in kendisine takdim ettiği bu hayat iksirini elinin tersiyle itti. Hz. Peygamber’den (sas) kendisine ulaşan ve çağlar ötesine erişecek olsa milyarlarca elin uzanıp "Bana ver!" diyeceği o güzide mektubu parçalayıp yere attı. Bununla da yetinmedi, adamlarına dönerek Hâris b. Umeyr’i (ra) gösterdi ve götürüp boynunu vurmalarını emretti.
İşte o an Şam toprakları Hâris b. Umeyr’in (ra) kanıyla boyandı. Akan her damla kan, pek yakında bu topraklara atılacak Müslüman adımlarının habercisi gibiydi. Gök ehli Hâris b. Umeyr’in (ra) şehâdetini birbirlerine muştularken, yerde kara haber tez elden Medine’ye ulaştı. Elçisinin katledilmesi Hz. Peygamber’e (sas) çok ağır geldi. Bundan daha büyük bir aşağılama ve bundan daha büyük bir hakaret düşünülemezdi.
Bâtıl, kısa süreli bir üstünlük sağlamış gibi görünüyordu. Oysa sel üzerinde kabaran köpük misali gün gelip sönecekti. Rumlar ve Hıristiyan Araplar her yerde bu olayı konuşuyor, yüzlerde beliren istihza dolu gülüşlerde Hz. Peygamber’in (sas) bu defa sert bir kayaya çarptığı iması yer alıyordu.
Çok geçmeden Medine’de barış erlerinden oluşan üç bin kişilik bir ordu hazırlandı. İçlerinden birine yapılan bir haksızlığı kendilerine yapılmış sayan ve bu hususta zalimi ikaz etmek üzere yola koyulan yiğit erlerdi bunlar! Hakkın sindirilemeyeceğini haykıran bu yılmaz neferler, Şam bölgesine doğru yola koyulurken Vedâ tepesinde kendilerini uğurlayan Peygamberleri (sas), şu uyarılarda bulunuyordu: "Allah’ın (cc) adıyla savaşa çıkın. Allah’ın (cc) düşmanlarıyla ve Şam’daki düşmanlarınızla savaşın. Onların arasında manastırda insanlardan uzaklaşarak inzivaya çekilmiş kimseler bulacaksınız, bu kimselere dokunmayın. Ayrıca şeytanın kendilerini yönlendirdiği kimselerle karşılaşacaksınız. Onları kılıçtan geçirin. Sakın bir kadını, bir çocuğu veya bir ihtiyarı öldürmeyin. Tek bir ağaç bile kesmeyin. Hurmalıkları talan etmeyin. Evleri yıkmayın."
İşte bu yüzden onlara barış eri dendi. İntikam duygusuyla hareket etmek onlara yaraşmazdı. Allah Resûlü’nün (sas) elçisini öldüren Şurahbîl b. Amr bile şayet kula kulluktan vazgeçecek olursa ona dahi dokunulmayacak, intikam alınmayacaktı. Nitekim onlar ‘es-Selâm’ olan Allah’ın adıyla hareket ediyorlardı. Sahip oldukları ruh onları, sıradan bir benlik davası gütmekten men ediyordu.
Hz. Peygamber (sas), komutan olarak başlarına, Kur’an’da adı geçen yegâne sahâbî olan, çok sevdiği Zeyd b. Hârise’yi (ra) tayin etti. Şayet o şehit edilirse komutanlığı amcasının oğlu Ca’fer b. Ebû Tâlib’in (ra) devralmasını, o da şehit düşerse Abdullah b. Revâhâ’nın (ra) komutan olmasını emretti. Oldukça meşakkatli bir seferin arefesinde bulundukları her hâllerinden belliydi.
Günlerden cumaydı. Ordu hareket etmiş ancak Abdullah b. Revâha (ra) Medine’de kalmıştı. Çok sevdiği Allah Resûlü (sas) ile birlikte son kez bir cuma namazı daha kılıp öyle yola çıkmak istemişti. Sevgili Peygamberimiz (sas) cemaatin arasından Abdullah b. Revâha’yı (ra) fark eder etmez ona niçin ordudan geri kaldığını sordu. O da kendisiyle cuma namazını kılıp öyle gitmek istediğini bildirdi. Abdullah b. Revâha’nın (ra) bu davranışını pek isabetli bulmamış olacak ki Hz. Peygamber (sas) ona şöyle cevap verdi: "Sabah ya da akşam, Allah (cc) yolunda (yapılacak) bir sefer, dünyadan ve içindekilerden daha hayırlıdır!"
Yola çıkan ordu Resûlullah’ın (sas) talimatı doğrultusunda kuzeye doğru ilerledi. Hâris b. Umeyr’in tek başına kat ettiği yolları adım adım onun izinden yürüdüler. Aynı heyecan ve aynı sorumlulukla bugünkü Ürdün topraklarına ulaştılar.
Müslümanların harekete geçtiğini öğrenen Bizans imparatoru Heraklius, Hıristiyan Araplardan oluşan yüz bin kişilik bir ordu hazırladı. Durumdan kaygı duyan kayser de yola çıkarak Meâb bölgesine kadar geldi. Savaşı yakından takip etmek istiyordu. Düşmanın hazırlığını haber alan İslâm ordusu ise Ma’n’da konakladı. Burada iki gece kaldılar ve ne yapılması gerektiği konusunda aralarında istişarede bulundular. İçlerinden bazıları düşmanın sayısının çok olmasından hareketle durumu Hz. Peygamber’e (sas) haber vermenin yerinde olacağını söyledi. Böylece Hz. Peygamber (sas) ya kendilerine takviye birlikler gönderecek ya da ne yapmaları gerektiği hususundaki emrini bildirecekti. Bu yöndeki görüşlerin ağırlık kazandığı bir sırada Abdullah b. Revâha (ra) söz aldı ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Vallahi, sizin şimdi istemediğiniz şey, arzulayıp elde etmek için sefere çıktığınız şehâdettir. Biz insanlarla sayı, kuvvet ya da çoklukla değil Allah’ın (cc) bizi şereflendirdiği şu din (kuvveti) ile savaşıyoruz. Gidin, çarpışın! Bunda muhakkak iki iyilikten biri, ya zafer ya da şehitlik vardır!"
Abdullah b. Revâha’nın (ra) bu sözleri ordunun savaşma arzusunu harekete geçirdi. Farklı düşünceler dağıldı ve herkes savaşa odaklandı. Zarif bir kalemle yazılmış saygı dolu bir mektupla başlayan bu iyi niyetli ve masum süreç, kula kulluğu dayatanların ihtirası, inadı ve taşkınlığı yüzünden kılıçla ve kanla yazılacak bir savaşa ve destana dönüşüyordu. İnandıkları değerlere güvenmeyenler, hakkın güçlü sesini tek çare olarak kuvvetleriyle susturmayı öngördüler. Hâl böyle olunca, İslâm erleri için savaşmaktan başka bir çare kalmamıştı. Ya yarımadaya hapsolup kalacaklar ya da diğer coğrafyalardaki kardeşlerine Hakk’ın davetini ulaştırabilmek için önlerine çıkan bu zorba engeli canları pahasına aşacaklardı.
İki ordu Mute’de karşı karşıya geldi. Kumandan Zeyd b. Hârise (ra) sancağı alıp kahramanca çarpışarak şehit düştü. Sonra Ca’fer b. Ebû Tâlib (ra) sancağı aldı. Atıyla düşman saflarına daldı. Atından indi ve düşmanların eline geçmesin diye atının ayak sinirlerini kesti. Sonra savaşmaya devam etti. Bir yandan çarpışıyor bir yandan da şöyle diyordu: "Cennete yaklaşmak ne hoş, onun içecekleri soğuktur. Rumlara gelince onlar da azaba yaklaşmaktalar; bana düşen onlardan önüme çıkanlarla vuruşmaktır." Önce sağ sonra sol kolu aldığı kılıç darbeleriyle koptu. Sancağı boynuyla muhafaza etmeye çalışırken üst üste gelen kılıç ve mızrak darbeleriyle hunharca şehit edildi. Vücudunda onlarca mızrak ve ok yarası vardı; bunlardan hiçbirisi sırtında değildi.
Kumandanlık sırası Peygamber şairi Abdullah b. Revâha’daydı (ra). Abdullah b. Ömer’le (ra) karşılaştı. Yemesi için İbn Ömer ona kemikli bir et uzattı. "Al bunu ye, gücünü toplarsın." dedi. Önce aldı, yemek için ağzına götürür götürmez geri bıraktı, kendini kınadı. Selefleri şehit olup cennetlere kavuşmuşken o burada bir kemik parçasını kemirmekle meşgul olamazdı. Atına atladı ve sancağı eline alıp düşman saflarına daldı. Şecaatle harp edip koşar adım şehitler zümresine katıldı. Nitekim o, daha Medine’den ayrılmadan, kendisini, "Allah sizi şehrinizden uzaklaştırıp sonra sağ salim ganimetlerle dönmenizi nasip etsin." diyerek uğurlayanlara şöyle demişti: "Kanları fışkırtıp köpürten bir kılıç darbesiyle yahut ciğer ve bağırsakları kasıp kavuran bir mızrak saplanmasıyla şehit olmak isterim ki cesedimi görenler, Allah (cc) bu savaşçıya doğru yolu göstermiş, o da buna uymuş desinler!"
Abdullah b. Revâha’nın (ra) da şehit edilmesiyle ordu başsız kalmıştı. Bir nefer olarak katıldığı bu ilk savaşta usta savaşçı Hâlid b. Velîd (ra) görevi devraldı ve orduyu komuta etmeye başladı. Düşman birliklerinin sayıca orantısız bir üstünlüğe sahip olması Hâlid b. Velîd’i (ra) kaygılandırıyordu. Az sayıdaki bu orduyla taarruza devam etmek, netice elde etmek bakımından makul görünmüyordu. Bu sebeple bir yolunu bulup askeri, otuz katı büyüklüğündeki bu düşmanın elinden kurtarmayı düşündü. Gece olunca, sağ kanatta savaşanları sol kanattakilerle, ön saflardakileri de arka saflardakilerle yer değiştirdi Amacı Medine’den destek kuvvetler geldiği imajını oluşturmak ve düşman kuvvetlerini bir an için yıldırmaktı. Düşmanın içine düşeceği kısa süreli bir tereddüdü değerlendirmeyi ve savaştan vazgeçerek Medine’ye dönmeyi tasarladı. Sabah olunca tasarladığı gibi güneşin ilk ışıklarıyla taarruza geçti. Var güçleriyle düşman saflarına daldılar. Hâlid b. Velîd (ra) de bizâtihi çarpıştı. Daha sonra bizzat anlattığına göre, o gün elinde tam dokuz kılıç parçalanmıştı.
Düşman askerleri, karşılarında önceki gün savaştıklarından farklı simalar görünce Müslümanlara yardım gelmiş olabileceği endişesine kapıldılar. Bunu fırsat bilen Hâlid b. Velîd (ra) ani bir hücum yaptıktan sonra hızlı davranarak savaştan çekildi ve askerlerini toparlayıp çabucak Medine’ye geri döndü. Mutlak bir zafer elde etmeden ordunun Medine’ye geri dönmesi bazı kimseler tarafından tepkiyle karşılandı. Düşmanı tümüyle mağlup etmiş, ganimetlerle yüklü bir ordu bekleyenler hayal kırıklığı yaşadı. Onlara göre böylesi bir geri çekilme kaçmakla eş anlamlıydı. Halbuki bu savaş, galibiyetin, başarının kesin bir koşulu olmadığını, taktik davranmanın gerekliliğini, tedbirin esas olduğunu, savaşın bir amaç değil en son başvurulan bir araç olduğunu, şayet netice almak mümkün değilse bunu da başka bir zamana ertelemek gerektiğini öğreten müstesna bir harp idi. Elbette ki Yüce Yaratan (cc) nice az grupların kalabalık yığınlara galebe çalabileceğini kitabında haber vermekteydi. Ancak buradaki azlık ve çokluk göreceydi ve asla ucu açık bir oran değildi. Zira orantısız bir gücün karşısına hesapsız ve tedbirsiz olarak atılmak, Kur’an’da geçen ve savaşa hazırlık bağlamında anılan pek çok emre aykırı davranmak olurdu. Nitekim Cenâb-ı Hak (cc), sabreden müminlerin on katı kadar kişiyle savaşarak onlara galip gelebileceklerini zikretmişti. Ardından ise insanın zayıflığını göz önünde bulundurarak bu oranı daha da hafifletmişti: "Şimdi Allah (cc) yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O hâlde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) iki yüz kişiye galip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah’ın (cc) izniyle (onlardan) iki bin kişiye galip gelirler."
Duruma bu çerçeveden bakıldığında Hâlid b. Velîd’in (ra) orduyu ustaca bir manevrayla otuz katı büyüklüğündeki bir düşman kuvvetinin elinden sağ salim kurtarıp Medine’ye geri getirebilmesi büyük bir başarı idi. Zira amaç, nasıl olursa olsun bir yolunu bulup Allah (cc) yolunda ölmek değil İslâm’ı barış içerisinde yaşamak, bu barış ve esenliği de elden geldiğince yaymaktı. Nitekim Hâlid b. Velîd’in (ra) düşmanın pençesinden ustalıkla kurtarıp Medine’ye getirdiği askerler, bir yıl sonra Tebük Seferi’nde Allah’ın Elçisi’nin (sas) kumandasında daha teçhizatlı ve daha kalabalık bir ordu olarak düşman üzerinde caydırıcı bir etki oluşturmuştu.
Sevgili Peygamberimizin (sas) sağlığında henüz vahiy kesilmemişken gerçekleşen bu olayla alâkalı olarak Cenâb-ı Hakk’ın (cc) Kur’an’da herhangi bir kınama veya uyarıda bulunmadığı herkesçe bilinmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber’in (sas) de Hâlid b. Velîd’in (ra) bu davranışını beğenmediğine dair kaynaklarda herhangi bir bilgi yoktur. Aksine Müslüman olduktan sonra katıldığı bu ilk savaşta, komutansız kalan ordunun başına geçmesi ve böyle hayatî bir karara imza atmasından dolayı Hâlid b. Velîd (ra), Peygamberimiz tarafından, "Allah’ın (cc) kılıçlarından bir kılıç" sözüyle onurlandırılmıştır.
Müslümanlar, böyle büyük bir düşman gücüyle ilk defa karşılaşmalarına rağmen sabır, cesaret ve komutanlarının taktiğiyle savaşta büyük bir zayiat vermeden geri çekilmeyi başararak önemli bir tecrübe kazanmışlardır. Ayrıca kendilerinden daha güçlü olan dış düşmanlara karşı savaşabileceklerinin sınavını vermişlerdir. Bu bakımdan Mute Savaşı ilk tecrübe olmuş ve artık Bizanslıların askerî gücünü tanıma fırsatı bulan Müslümanların daha donanımlı olmalarını sağlamıştır. Onların bu geri çekilmesini ise bir kaçış değil, Kur’an’ın ifadesiyle taktik gereği gerideki bir gruba katılma şeklinde görmek daha doğru olacaktır. Unutulmamalıdır ki harp, sadece diyalogdan kaçan zorbaların dayattığı arızî bir süreçtir. Dolayısıyla Sevgili Peygamberimizin (sas) "Harp hiledir." sözünü dikkate alarak stratejik davranmak ve mümkün olan en küçük zarar ile büyük bir tehlikeden kurtulmak en doğru olanıdır. Zira asıl olan, vahyin hayat dolu esenliğini yaşamak ve yaşatmaktır.