Aylık Dergi

Prof. Dr. Dağcı: İslam, mükellefiyeti bizzat insana yükleyerek istismar kapısını kapalı tutar

Herhangi bir meselede karara varmadan önce aceleci davranılmamalı, tek bir bakış açısına dayalı sığ yaklaşımlardan uzak durulmalı, meselenin olabildiğince tüm boyutları enine boyuna müzakere edilmeli ve ehil insanlardan oluşan bir kurul marifetiyle ortak aklın imkânları işletilerek nihai karara varılmalıdır.

Abone Ol

Söyleşi
Mustafa BERK

İslam’ın ilk günden itibaren asli kaynaklarına sımsıkı sarılı bir düşünce sistemi tesis ettiğini görüyoruz. Nüzulünden itibaren ilahi emirler, vahiy katipleri tarafından kaleme alınmış, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatının ardından mushaflaştırılmıştır. Öte yandan Allah Resulü’nün sözleri yazıya geçirilmiş ve bu alandaki çalışmalar devasa bir hadis külliyatının ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Değerli Hocam, İslam ve onun asli kaynakları arasındaki bu sıkı ilişki bize ne söyler?

İslam ve onun asli kaynakları arasındaki sıkı ilişki, İslam’ın özü itibarıyla “metin merkezli bir din” olmasıyla doğrudan alakalıdır. Vahiy kaynaklı bir hitap/kitap olarak Kur’an- ı Kerim ve Hz. Peygamber’in örnekliği temelinde varlık bulan sünneti sonraki nesillere taşıyan hadis rivayetleri, İslam tarihi boyunca Müslümanların din ve dünya görüşlerini tanzim eden kurucu metinler olarak temel bir işleve sahip olmuştur. Kur’an ayetleri ve hadis rivayetleri, Müslümanlar için bilgi, kültür, düşünce ve davranış sahalarında her zaman bir standart, ölçü ve meşruiyet temin eden bir kaynak olarak kabul edilmiş ve hayatın merkezine yerleştirilmiştir. Dinî sahada İslam toplumunu ilgilendiren bir düşünce ve değerin Müslümanlar nezdinde bir yaptırıma sahip olabilmesi için Kur’an ve sünnetten nihai bir atıf noktasına dayandırılması kaçınılmaz görülmüştür. Kur’an ve sünnette kendisine doğrudan veya dolaylı bir işaret bulunmayan hiçbir fikir, kavram ve faaliyet İslam kültür ve medeniyeti içinde kendine esaslı bir yer bulamamış, bir şekilde kültür alanının dışına itilmiştir. Ancak bu tespitler, Müslümanların her bilgi ve pratiği münhasıran iki temel metinsel kaynaktan çıkarmaları gerektiği ve tarih boyunca böyle yaptıklarını değil, herhangi bir bilgi ve pratiğin meşruiyet kazanması için bu iki kaynaktan “nihai bir atıf noktası”na sahip olması gerektiğini vurgulamaktadır. Buna göre temel dinî metinlerin gerçek önemi, müntesiplerin hayat tarzını ve pratiklerini belirlemesi kadar onların düşünce ve davranışlarına meşruiyet/şerilik temin etme fonksiyonunda açığa çıkmaktadır. Bu, sınırlı metinlerden oluşan dinî kaynakların, sınırları aşan yeni durumlar karşısında işlevselliğini sürdürebilmesinin temel saiklerinden de biridir.

Burada belirtilmesi gereken bir diğer husus, Kur’an ve hadis metinleriyle kurulacak diyalogla alakalıdır. Hem Kur’an-ı Kerim hem de Hz. Peygamber’in tarihüstü manevi örnekliğini (sünnet) kuşaktan kuşağa aktaran hadisler, çoğu zaman sanki okurun kendi bağlamı için söylenmiş gibi aktüel bir izlenim oluştururlar. Bu metinler Müslümanlar için zamansız bir referans seti olarak işlevlerini sürdürmektedir. Ancak on dört asır önce insanlıkla buluşan bu metinleri kendi yaşadığı çağa taşıyıp onların mesajlarını metinden hayata getirmede ve hayatın muhtelif alanlarına egemen kılmada her nesle düşen bazı görevler bulunmaktadır. İslam düşüncesinde içtihat, esas itibarıyla bu görevin yerine getirilmesi amacıyla ortaya çıkmış bir faaliyettir. İslam’ın temel metinsel kaynakları, muhatapları olan Müslümanlardan aktif ve diyalektik bir ilişki beklemektedir. Başka bir deyişle dinî metinler, Müslümanlara her durumda ne yapmalarını söyleyen, onları metin ve hayat hakkında düşünmekten alıkoyan ve onların aklî faaliyetlerini donduran bir çerçeve sunmamakta; aksine Müslümanları kendi çağlarına müdahil olma, yeryüzünde Allah’ın halifesi olduklarını unutmama ve İslam’ın insanlığa sunduğu teklifi yüceltip duyurma konusunda teşvik etmektedir. Müslümanların dinî metinlerle ilişkileri ve onlarla kuracakları diyaloğun niteliği, Müslümanların bugünkü ve gelecekteki kaderlerinin niteliğini de belirleyecektir.

Son ilahi din ve ahlak nizamı olarak İslamiyet, kıyamete kadar insanlığa rehberlik edecek açıklıkta ve sahihlikte kaynaklara sahiptir. Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de vahyi kendisinin muhafaza edeceğini bildiriyor. Kaynaklar bu denli sahih ve sabitken kendilerini İslam’a mal eden çarpık düşünce akımların ortaya çıkmasını nasıl değerlendirmek gerekir?

Din, insanlık tarihi boyunca daima var olagelmiştir. İnsanın olduğu her yerde, din de vardır. İslam, insanı kendi hür iradesiyle hayırlara sevk eden ilahi ilkeler bütünüdür. Bu anlamda din, insan içindir ve doğrudan bir araç niteliği taşımaktadır. Dinin amacı, insanın dünya ve ahirette mutlu yaşamasına yardımcı olmaktır. İslam özelinde düşündüğümüzde Hz. Peygamber’in sağlığında ortaya çıkan din anlayışı, bir bütün olarak daha sonraki dinî nitelikli oluşumların istikâmetinin belirlenmesi açısından bir kıstas özelliği taşır. İnsanlar arasındaki görüş farklılıkları ve ayrılıklarının; tabii, psikolojik, tarihsel, dinî ve sosyolojik nedenleri vardır. Allah, insanı sürekli bir olmaya, Allah’ın dini etrafında kenetlenmeye ve farklı gruplara ayrılmamaya davet etmiştir. Bununla birlikte insanlar farklı düşünceler ve inançlar etrafında bir araya gelerek gruplara, mezheplere ayrılmışlardır. Bu gruplaşmalar bir süre sonra dinî bir aidiyete ve kimliğe dönüşerek âdeta dinin önüne geçmiştir. Bir fikrin ya da düşüncenin doğru ya da yanlışlığı dinin temel kaynakları üzerinden değil, bu inançlar üzerinden teste tabi tutulmuştur. Bu durum, teorik olarak sağlıksız bir duruma tekabül eder. Ancak vakıada bunu engellemek son derece zordur. Şöyle ki insanlar dini, o dine dair sahip oldukları din anlayışlarıyla yaşarlar. Bu durumda söz konusu olan dinin bizatihi kendisinden çok, onun farklı bağlamlardaki algılanışıdır. İslam tarihinde ortaya çıkan dinî oluşumlarda, birinci derecede etkin olan unsur, insandır. Her bir insan kendine özgü bir varlıktır. Dolayısıyla farklı din anlayışlarının ortaya çıkışı, onların yorum ve yaşayış farklılığı öncelikli olarak insanlar arasındaki bireysel farklılıklarla ve insan tabiatındaki psikolojik eğilimlerle ilişkili olarak görülmelidir. İnsanların ortaya koydukları bu farklılıklar, mutlaklık iddiasında bulunmadıkça, kendisini İslam’ın temsilcisi görmedikçe, başkalarını öteki olarak algılamadıkça sorun teşkil etmez. Bu yüzden farklı mezhepleri, tarikatları, cemaatleri, hak yahut batıl, doğru yahut yanlış, sapık yahut bidat ve benzeri sınıflandırmalara tabi tutmak yerine, insan doğasından kaynaklanan ve toplumsal yapıyla kurumsallaşan farklı bilgi sistemleri veya zihniyetler olarak algılamak daha doğrudur. Bunun için Kur’an ilkeleri temel alınmalı, doğrudan Kur’an’a gidilerek ondan çözüm üretilmeli, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ortaya koyduğu din anlayışı göz önünde bulundurulmalıdır.

Müslümanlar içinde farklı din anlayışları ve gruplaşmaların ortaya çıkmasında etkili olan bir diğer husus, Kur’an ayetleri ve hadislerin nasıl anlaşılması gerektiği sorunudur. Kur’an’da, çok açık ve sarih olup herkesin rahat bir şekilde anlayabileceği muhkem ayetlerin yanı sıra herkesin kolayca anlayamayacağı müteşabih ayetler de bulunmaktadır. Hz. Peygamber hayatta iken anlaşılmayan konular ondan soruluyordu. Onun verdiği cevaplar her Müslümanı tatmin ediyordu. Ancak, Hz. Peygamber’den sonra insanlar, doğal olarak bu metinleri anlamada ve Allah’ın muradını tespitte farklı metotlar ve anlayışlar doğrultusunda Kur’an’a yaklaşmışlardır. Bu da doğal olarak farklı eğilimlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

Sonuç olarak insanın olduğu yerde farklı düşünceleri önlemek mümkün değildir. Bu bir vakıadır. Dolayısıyla tekçi bir din anlayışı bir ideal olarak talep edilebilir ancak pratikte söz konusu olan çoklu din/İslam anlayışlarıdır. Burada önemli olan bu din anlayışlarının Kur’an ve sünnetin özünden uzaklaşmadan kalabilmeleridir. Temel referans Kur’an ve sünnet olmalıdır. Aksi takdirde yukarıda zikredilen hususlar bağlamında farklılaşmanın, sapmanın ya da sapkınlığın ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Dinin geçmişte nasıl istismar edildiğini bilmek, bugün ve yarın karşımıza çıkabilecek istismar ve tahrif hareketlerini anlamamıza yardımcı olacaktır. İslam tarihinde dünden bugüne dinin istismarı nasıl olmuş, ne gibi kılıklara girmiş, hangi sonuçları doğurmuştur?

Dinî duyguların istismar girişimlerine Müslümanların penceresinden bakıldığında farklı tanımlama ve anlatılar bağlamında istismar yöntemlerinin türevleri olmakla birlikte genel anlamda iki paydada toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi ve aslında tarihî bağlamda ilk görüneni dinî ifadelerin anlam dünyasına giremeyen ve literal okuma yapmakla yetinenlerin söylemleridir. Bu tarz istismar, Kur’an-ı Kerim’de geçen bir ifadeyi bağlamından kopararak; nüzul sebebini, öncesini veya sonrasını dikkate almaksızın gündeme getirmek suretiyle gerçekleşir.

Dini duyguların istismar girişimlerinde ikinci metot, birinci yolun tam zıddı bir uygulamadır. Nasıl ki literal okuma bir istismara dönüşebilmekteyse anlam içeriğinde olmayan bir yorum yüklemek de bir istismar faaliyeti olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tarzda Kur’an-ı Kerim’in ifadelerine veya Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sözlerine bağlamında olmayan yeni anlamlar yüklenerek içerik manipülasyonu gerçekleştirilmekte ve istismar girişiminde bulunulmaktadır.

1400 yılı aşkın bir süreci ve dünyanın hemen hemen her coğrafyasını kapsayan bir yapı incelendiğinde elbette farklı dönem ve coğrafyalarda dinî duygular ve inanışlar üzerinden menfaat devşirmeye çalışanların olduğunu görmek doğaldır. Burada aslolan sonuçları doğru okuyabilmektir. Genele teşmil edilebilecek ve İslam’ın özünü tehlikeye atacak bir durumun olmadığı aşikârdır. Bunun en önemli sebebi de İslam dininin insana yüklediği anlamdır. İslam, mükellefiyeti bizatihi insanın kendisine yükleyerek bilgi, anlama ve yorum faaliyetlerinde insanın özne olmasını istemiştir. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim’in; “oku”, “düşün”, “aklını kullan” ve “ibret al” tavsiyelerine uyarak kendisini nesneleşmeden ve nesneleştirmeden koruyan insanın istismar faaliyetleri karşısında çekineceği bir durum yoktur.

Kur’an-ı Kerim’de de buyrulduğu şekliyle “doğru yol üzere kalmak” istikamet üzere olmak bir Müslüman için çokça ehemmiyet taşıyan ve son nefesi verinceye kadar muhafaza edilmesi gereken bir dikkati gerektiriyor. Zamanın, kültürün ve alışkanlıkların mütemadiyen değiştiği bir dünyada o değişmeyen öz; doğru istikametin zaman ve mekânlar boyunca değişmeyen mahiyeti nedir?

Bu soruyu cevaplarken öncelikle Yüce Allah’ın “doğru yol” vurgusuna dikkat çekmek gerekir. Bilindiği üzere İslam’ın ilk muhatabı olan Mekkeliler, geçimlerini ticaretle sağlıyorlardı. Bir tacir için hele ki çöller aşan bir tacir için yol bilgisi son derece önemlidir. Çölde yolun kaybedilmesi hâlinde geri dönüşü olmayan bir son ile karşılaşılması ihtimali çok kuvvetlidir. Doğru yolda kalmanın birinci şartı izleri/işaretleri doğru okuyabilmekten geçer. Bu sebeptendir ki Arap Yarımadası’ndaki insanlar iyi iz sürerlerdi. Yüce Allah’ın henüz daha İslam’ın erken döneminde Mekkelileri “sırat-ı müstakim” üzerinden İslam’a çağırması son derece önemli bir vurgudur. Ancak günümüzde yolunu gps cihazı ile bulan ve gittiği yolun kontrolünü uydulara bırakıp özgür iradesiyle kendini nesneleştiren birisi için “sırat-ı müstakim” ifadesini anlamak kolay değildir.

Statikliğin getirdiği durağanlık, insanın aynı şeyi sürekli tekrar etmesi sebebiyle zihni, bedeni ve refleksleri köreltici bir etkiye sahiptir. Durağan, sabit kalan ve sürekli tekrarlanan bir yolculukta zaman içerisinde yol anlamını ve değerini kaybedecektir. Ancak varılması hedeflenen amaca götüren, doğru yoldur. Doğru yolda olunmadan hedefe varılması mümkün değildir. Yolun anlamını bilen insan, bir an bile olsa konsantrasyon kaybına uğramayacaktır.

İslam’da yolun bizatihi kendisi özdür. Maharet, her türlü uyarıcıya ve değişkene rağmen yolda kalabilmektir. Asıl odaklanılması gereken, yoldur. İnsan kendisine doğru bir istikamet belirler ve doğru bir yolda yürürse hareket noktasında belirlenen varış noktasına ulaşacaktır. Bununla birlikte konsantrasyonunu kaybeden ve doğru yoldan uzaklaşan insan için nihai hedef olarak gösterilen “mükemmel insan” olma hedefi hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir.

Bireysel özgürlüğü önemseyen ve hesap gününde insanın herhangi bir mazerete sığınma ihtimalini ortadan kaldıran her türlü uyarıyı en başta yapan Yüce Allah’ın “doğru yol” vurgusunu da bu bağlamda okumak gerekir. Yola odaklanan bir insan için yolda karşılaştığı değişiklikler karşılıklı ilişkiyi güçlü tutan ve farkındalık düzeyini arttıran olumlu değişimlerdir. Ancak insan, “doğru yolda kalmak” gibi bir arzu içerisinde değilse bu sefer değişimler onun için güçlü çeldiricilere dönüşecektir.

Dijital bir çağda yaşıyoruz. Bilgi ve bilgi paylaşımı noktasında iletişim teknolojileri insanlığa büyük imkânlar, yepyeni olanaklar sağlıyor. Bu avantajlar bilgi kirliliği gibi pek çok sorunu da beraberinde getiriyor. Herkesin her konuda konuşabildiği, bunun gittikçe bir geleneğe dönüştüğü modern toplumda birey, sahih kaynaklarla arasındaki ilişkiyi nasıl muhafaza etmelidir?

Son yüzyılın en önemli süreçlerinden biri olan dijitalleşme, muhtemelen gelecekte bu yüzyılı nitelemek için kullanılacak en temel kavram olarak tarihin hafızasındaki yerini alacaktır. Nasıl ki geçmiş yüzyılları nitelemek için modernleşme, postmodernleşme ve küreselleşme gibi toplumsal süreçlerden bahsediyorsak, XXI. yüzyıl için de dijital çağın başlangıcı diyeceğiz. Bu dönemin en önemli karakteristiği, bir taraftan hayata yön veren her türden bilginin gittikçe dijital mecralara taşınması, diğer taraftan ise bu mecralarda üretilen bilgilerin her geçen gün hayata daha çok yön verir hâle gelmesidir. Bilginin bu kadar etkin bir yönlendirici olduğu bu bilgi/bilişim çağında, onun üretimi kadar dağıtımının ya da paylaşımının da denetlenebilirliği giderek zorlaşmaktadır. Çünkü söz konusu mecralarda akışkanlık kazanan bilginin zaman ve mekânla kayıtlı, kontrol edilebilir niteliği gittikçe kaybolmaktadır. Bu durum, bir taraftan internet tabanlı yeni medya ortamlarının kitleler üzerindeki etkisini artırırken diğer taraftan üretilen ve geniş kitlelerin albenisine sunulan kirli bilginin de dolaşımını kolaylaştırarak gerçeklik algımızı tersyüz etmektedir. Böyle bir vasatta gerçek ile kurgu birbirine karışmakta ve gerçek bilgiye ulaşmak her geçen gün daha da zorlaşmaktadır.

Bu tablo karşısında ne yapmalıyız? Elbette küresel bir meydan okumayı ifade eden böyle bir ortamda üretilecek lokal çözümler yeterli olmayacaktır. Bu nedenle yaşlı dünyamızın küresel bir bilinçlenmeye ve farkındalığa ihtiyacı vardır. Söz konusu bilinçlenmenin öncelikle bireylerin bilincinde başlaması bir tercih değil, dünya genelinde bir zorunluluk hâline gelmiş durumdadır. Çünkü sahih kaynaklara erişimin önündeki en büyük engel, erişimi her zamankinden kolay hâle gelen bilginin niteliğinin daha az sorgulanmasıdır. Sorgusuz sualsiz kabul edilen ya da kaynağı ile sahih bağlantısı kurul(a)mayan dinî bilginin ise sahibini manipüle etmesi kaçınılmazdır. Bu riskler karşısında günümüz Müslümanının dijital platformlarda dolaşan dinî bilgiye ilişkin okuryazarlığını geliştirmekten başka bir seçeneği görünmemektedir.

Modern zamanlarda insanlar zannedildiğinin aksine kutsaldan, manevi olandan uzaklaşmadı; sadece kutsalın yerine başka alışkanlıklar icat etti ve ruhsal ihtiyaçlarını bu alışkanlıklarla ikame etmeye çalıştı. Dinin ve inancın rolü gittikçe daha da önem kazanıyor. Tam bu noktada iki soruyu iç içe sormak istiyorum. İslam adına konuşanların nelere dikkat etmesi gerekir? Bu kimselerin asli kaynaklardan nasıl istifade etmesi gerekir?

Modern dünyanın inanca yönelik ürettiği riskler ve tehditler karşısında kutsal olanın farklı biçimler aldığı, geleneksel toplum tipinde algılanma ve anlaşılma biçimlerinden farklı yorumlara konu olduğu bilinmektedir. Son üç yüzyıldır öncelikle Batı toplumlarında ortaya çıkan ve kısa süre içerisinde tüm dünyaya yayılan teknolojik ve bilimsel devrimler neticesinde etkisi her geçen gün artan hızlı bir sekülerleşme süreci yaşanmıştır. Söz konusu süreç 1950’lere kadar devam etmiştir. Bu tarihten sonra İngiltere ve ABD başta olmak üzere Batı toplumlarında ortaya çıkmaya başlayan yeni dinî hareketlerle birlikte kutsalın yeniden tarih sahnesine dönüşüne ilişkin tartışmalar da başlamıştır.

Yeni çağ akımları olarak da ifade edilen maneviyat arayışlarının günümüzde de faaliyet alanlarını genişlettiği görülmektedir. Günümüz tekno-bilişim toplumunun sunduğu dijital platformları da etkin biçimde kullanan söz konusu hareketlerin yeni bir maneviyat arayışının sonucu olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir durumda İslam’ın sahih mesajının ve kadim öğretilerinin çağın dili ve üslubunu da dikkate alarak yeni iletişim araçlarının sunduğu imkânlarla buluşturulması gerekmektedir. Tam bu noktada İslam adına konuşanların manipülatif söylemlerden uzak durması, İslam’ın Kur’an ve sünnetten oluşan ana kaynaklarındaki temel referanslara, güvenilir kaynakların ve kişilerin yaklaşımlarına riayet etmekle birlikte, günümüz insanının ihtiyaçlarını gözeterek, içinde yaşanan kültürün hassasiyetleri de dikkate alınarak akl-ı selim ile hareket etmesi elzemdir. Söz söyleme yetkisine sahip olan ehliyetli kişilerin özellikle çağın iletişim teknolojilerinden haberdar olması, onları etkin bir şekilde kullanma becerisine, başka bir ifadeyle dinî meselelerde dijital medya okuryazarlığına sahip olması gerekmektedir.

Herhangi bir meselede karara varmadan önce aceleci davranılmamalı, tek bir bakış açısına dayalı sığ yaklaşımlardan uzak durulmalı, meselenin olabildiğince tüm boyutları enine boyuna müzakere edilmeli ve ehil insanlardan oluşan bir kurul marifetiyle ortak aklın imkânları işletilerek nihai karara varılmalıdır. Varılan karar(lar)ın kamuoyu ile paylaşılmasında dikkatli davranılmalı, cari iletişim araçlarının sunduğu imkânlar kadar ortaya çıkarması muhtemel riskler de gözetilmelidir.

Prof. Dr. Şamil Dağcı, kimdir?

1955 yılında Erzurum’da doğdu. İmam Hatip Lisesi (1974) ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden (1981) mezun oldu. Askerlik (1982-1983) ve bir süre Diyanet bünyesindeki Müftülük (1983-1986) görevinden sonra 1987 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Hukuku Anabilim Dalı’na Araştırma Görevlisi olarak atanmış, Mısır’da uzmanlık alanı ile ilgili araştırmalarda bulunmak üzere bir süre (1990-1991) kalmıştır. 1992’de Doktor, 1997’de Doçent, 2004’te de Profesör unvanı aldı.2001-2003 yılları arası Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı olarak görev yapmış olan Dağcı’nın ulusal ve uluslararası düzeyde yayımlanmış kitap, makale ve tebliğleri bulunmaktadır. Halen Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı olarak görev yapmakta olup evli ve altı çocuk babasıdır.