Aylık Dergi

Prof. Dr. Fahrettin Atar: Şehit ve gazilerimiz mukaddesatımızın koruyucularıdır

Allah yolunda öldürülenlerin “şehit” olarak isimlendirilmesinin sebebini ve yaşamlarının sürekliliğini nasıl anlamalıyız?

Abone Ol

İnsanın, Allah (c.c.) rızası uğruna canıyla, kanıyla mücadele etmek suretiyle elde edebildiği şehitlik makamı hem Hak katında hem de halk nazarında büyük bir mazhariyettir. Allah’ın pek çok ayetinde övgüsüne mazhar olan bu makamı Kur’an-ı Kerim perspektifinde açıklar mısınız?

Şehitlik ve gazilik mertebesi İslam’da yüce bir mertebe olarak kabul ediliyor. Kur’an-ı Kerim’in muhtelif yerlerinde de özellikle şehitlik makamına yönelik pek çok ayet zikredilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de biri ikil, yirmisi çoğul olmak üzere elli altı defa geçen şehit kelimesi; çoğu yerde “tanık” anlamında, bazı ayetlerde esma-i hüsnadan biri olan “her şeyi gözetlemiş gibi bilen, hiçbir şey ilminden gizli kalmayan” anlamında, bazılarında ise “Allah’ın iradesine uygun biçimde yaşayan kâmil insan, örnek kişi, önder” manasında (Bakara, 2/143; Hac, 22/78.) kullanılmıştır. Allah (c.c.) yolunda canını feda ederek şehitlik mertebesini kazanan kimseleri ifade etmek üzere üç ayette (Nisa, 4/69; Zümer, 39/69; Hadid, 57/19.) şüheda yer almakla birlikte kelimenin tekilinin bu manada kullanıldığına rastlanmaz.

Hadislerde şehit kelimesi yukarıda belirtilen anlamlarda sıkça geçmektedir. Birçok ayette şehitliğin önemine ve Allah (c.c.) katındaki değerine dikkat çekilmiştir. Mesela, “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Zira onlar diridir fakat siz farkında değilsiniz.” (Bakara, 2/154.); “Sakın Allah yolunda öldürülenlerin ölü olduklarını sanma! Onlar diridir ve Rableri katında rızıklara mazhar olmaktadır.” (Âl-i İmran, 3/169.); “Allah yolunda öldürülenlere gelince Allah onların amellerini zayi etmez (...) Allah onları kendilerine tanıtmış olduğu cennete koyacaktır.” (Muhammed, 47/4-6.) mealindeki ayetlerde bu husus vurgulanmıştır. Bunların yanı sıra  “Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir; bunlar ne güzel arkadaşlardır!” (Nisa, 4/69.) ayetinde, şehitlerin Allah katındaki derecesinin peygamberler ve sıddıklardan sonra geldiği ifade edilmiştir.

Allah (c.c.) “Siz, hacılara su dağıtma ve Mescid-i Haram’ı (Kâbe’yi) onarma işiyle Allah’a ve ahiret gününe iman edip Allah yolunda savaşanların yaptığı işi bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah katında eşit olamazlar.” (Tevbe, 9/19.) buyuruyor. Peygamberlik dışında hiçbir makama denk olmayan şehitlik makamını özel ve ayırıcı kılan özelliklerinden bahseder misiniz?

Tevbe suresinde geçen bu ayette şehitliğin peygamberlik dışında hiçbir makama denk olmaması, şehitlik mertebesinin ne derece üstün ve faziletli bir makam olduğunu bizlere göstermektedir. Allah’ın (c.c.) rızasına ve dinine yapılan pek çok hizmet vardır. Ancak insanların bu hizmetleri içerisinde en mühim olanı canını ortaya koyarak yapmış olduğu hizmettir ki bu da şehitliktir. Şehitlik makamının en özel ve ayırıcı olan yanı “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin; hayır onlar diridirler ama siz farkında olmazsınız.” (Bakara, 2/154.) ayetinden hareketle şehitlerin diri olmaları, ruhlarının da cennete varmaları ve orada kendileri için olan nimetleri görmeleridir. Şehitlerin, şehit oldukları andan itibaren ruhları cenneti gördüğü hâlde, diğer müminlerin ruhları ancak kıyamette cenneti görebilecektir. Ayrıca şehidin cennete gireceğine Allah ve melekler de şahitlik etmektedir. Yine hadislerde şehit olan kişinin acı çekmeden öldüğü, kanının ilk damlası yere düştüğü anda kul hakları dışında bütün günahlarının affedildiği, şehidin kabir azabı çekmeyeceği, cennetteki makamını göreceği anlatılmıştır. (Tirmizi, Feza’ilü’l-cihad, 25, 26.) Bunların yanı sıra akrabalarından yetmiş kişiye şefaat edebileceği ve cennete ilk girenlerden olacağı müjdelenmiştir. (Müslim, İmare, 143; Ebu Davud, Cihad, 27.) Allah katında iyi bir mertebeye erişerek ölen kullar içinden sadece şehitlerin dünyaya dönüp tekrar şehit oluncaya kadar Allah’ın dinini yüceltmek isteyeceği ifade edilmiştir. (Buhari, Cihad, 6, 21; Müslim, İmare, 109.)

Allah rızası doğrultusunda çabalayan Müslümanların bazı durumlarda vefat etmeleri hükmi şehitlik olarak değerlendirilmiştir. Başka hangi durumlarda kişi şehit sayılır?

Şimdi öncelikle şunu ifade edelim. Cenab-ı Allah (c.c.), kullarına karşı çokça merhamet, mağfiret sahibidir ve kullarını çeşitli vesilelerle de mükâfatlandırmak ister. Mesela Fahreddin Razi, suda boğulan, hastalık vb. sebeplerden ölen kimseleri şehit diye niteleyen hadislere dikkat çekerek Nisa suresinde geçen “Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir; bunlar ne güzel arkadaşlardır!” ayetindeki şüheda kelimesini Allah’ın dinine yardım amacıyla savaşta canını feda edenlerle sınırlı olarak yorumlamanın doğru olmayacağını, Allah’ın adını yüceltmek için çaba gösterip toplumda adaleti ayakta tutan ilim sahibi kimselerin de (Âl-i İmran, 3/18.) bu kapsamda düşünülmesi gerektiğini söylemiştir. Çünkü onlar insanların kargaşaya düşmemesi ve hak yolda yürümesi için mücadele ederler. Nasıl ki şehit ve gazilerimiz bizleri dışarıdaki düşmanlara karşı koruyorsa âlimlerimiz de içimizdeki manevi dinamikleri canlı tutmak, batıl inançlardan bizleri korumak için mücahede ederler. Onlar, yazdıkları ve anlattıklarıyla toplumun ilmî, irfani, ahlaki açıdan dirliğini, birliğini tesis etmeye çalışanlardır. Dolayısıyla âlimin ilim yolculuğu esnasındaki vefatı da şehitlik olarak nitelendirilebilir. 

Öte yandan bazı hadislerde Allah yolunda ölenlerin dışında da şehit sayılacak kişiler bulunduğu zikredilmiştir. Mesela canı, malı, namusu uğrunda (Ebu Davud, Sünne, 29; Tirmizi, Diyât, 21.) yahut veba, kolera gibi bulaşıcı yaygın hastalıklar sebebiyle (Buhari, Cihad, 30; Müslim, İmare, 164-165) ölenlere, şehit olmayı arzu edip de yatağında vefat edenlere (Müslim, İmare, 157.) şehit sevabı verileceği, bu arada şehitlik sevabına denk başka amellerin de bulunduğu belirtilmiştir. (Buhari, Cihad, 1; Müslim, İmare, 110, 125; Nesai, Cihad, 17; İbn Mace, Fiten, 13.) 

Allah yolunda öldürülenlerin “şehit” olarak isimlendirilmesinin sebebini ve yaşamlarının sürekliliğini nasıl anlamalıyız?

Öncelikle şehit kelimesi “bir olaya şahit olmak, bildiğini söyleyip tanıklık etmek, bir yerde hazır bulunmak” gibi anlamlara gelmektedir. Az önceki sorunuzda da bahsettiğim üzere hem cennete hem cennetteki nimete şahit oluyorlar ve görüyorlar. Bir de şehitler kendilerine Allah’ın ve meleklerin de şahitlik ettiği kimseler olması hasebiyle de şehit olarak anılırlar.

İşte şahit olan, şahit olunan, nimetlendirilen ve o nimetleri bizatihi gören kimsenin nasıl olması gerekir? Elbette diri olması gerekir. O yüzden Allah (c.c.) yolunda şehit olanların “ölü” olduklarını düşünmek doğru değildir. Çünkü ölü olarak nitelendirilen kişi, hayatı sona ermiş, duyuları yok olmuş, bu nedenle de hiçbir şeyi algılayamaz durumdadır. Ancak Allah yolunda öldürülenler için bu durum söz konusu değildir. Onlar zahirde ölmüş olsalar dahi Allah’ın kendilerine bahşettiği özel bir hayatla diridirler. Onlar, mutlu ve sürur dolu bir hayat sürdürmekteyken dünyadaki insanlar bunu fark edemezler. Çünkü şehitlerin yaşamları mahiyet ve boyut bakımından dünyadakilerden farklılık arz etmektedir.

Müfessirler, bu tür ayetlerdeki ölümsüzlüğü genellikle ruhun ölümsüzlüğü olarak ifade etmişlerdir. Onların zaviyesinden ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Hâlbuki ölen ruh değil bedendir. Dolayısıyla ölüm sonrası hayatta Allah’ın rızasına uygun, iyilik ve hasenatla dolu bir hayat sürenlerin ruhları ahiretteki güzel akıbetlerini görerek onunla mutlu olur; bu hayatta Allah’ın rızasını kazanamamış ve iyilik namına bir şey yapmamış kimselerin ruhları da cehennemdeki yerlerini görüp pişmanlık ve ıstırap içinde olur.

Tarih boyunca Müslümanları bir gazadan diğerine koşturan ve tarih sayfalarının kahramanlık destanlarıyla süslenmesine vesile olan o şuur nasıl oluştu? Özellikle bizim tarihimize bakacak olursak bu şuurun canlı tutulması adına neler yapıldığını görürüz?

İslam güneşi, Efendimiz (s.a.s.) zamanında Mekke’de doğdu. Bu güneşin ışınları Arabistan Yarımadası’nda yavaş yavaş hissedilmeye başladı. Peygamber Efendimizin darü’l-bekâya intikal etmesinden sonra orada yine Hulefa-i Raşidin dediğimiz dört halife zamanında Suriye ve Irak’tan Azerbaycan’a, İran’a, Mısır’a ve hatta İspanya’ya kadar fütuhat devam etti. Müslümanlar Kıbrıs’a, Anadolu’ya kadar geldiler. İşte bunca fütuhat hep bir inanç uğrunaydı ve inançtı işte o şuuru meydana getiren. Allah’ın dininin ve tevhid inancının yüceltilip yaygınlaştırılması yolunda gösterilen gayret ve faaliyetler, Müslümanların tarihinin hep kahramanlık destanlarıyla süslenmesine vesile oldu. 
Müslümanlar ilerledikçe Orta Asya’ya doğru geldiler ve burada Türkleri çok etkilediler. Sonrasında Türkler topluca Müslüman oldu ve İslam’a büyük hizmetlerde bulundular. İslam onları sadece şereflendirmedi aynı zamanda da büyük bir heyecana gark etti. Çünkü İslam, insanı heyecanlandırır ve insanda müthiş derecede bir hizmet hissi uyandırır. Karahanlılar ve Gazneliler de bu anlamda çok güzel örneklerdir. Bu devletlerin zamanında çok büyük hizmetlerin, çok önemli İslam âlimlerinin bu bölgeden yetiştiğini görürüz. İşte o aşkla, şuurla yetiştiler ve orada neşvünema buldular. Dinin hadimi olmak, onlarda o şuuru hep canlı tuttu aslında. Kendilerini hep hadimü’l-harameyn olarak gördüler. 

Hz. Peygamberimizin (s.a.s.), “Kim de Allah yolunda savaşa çıkan gazinin arkasından ailesine iyi bir şekilde göz kulak olursa o da savaşmış gibi olur.” (Müslim, İmare, 135.) hadisinden yola çıkarak hem gazilere hem de şehit ve gazi yakınlarına karşı toplum olarak bize düşen ödevlerden kısaca söz edebilir misiniz? 

Gazi, savaşa katılan demektir ve savaşa katılmakla kazanılmış bir unvandır. Eğer birileri sizin dininize, mukaddesatınıza tasallut ediyorsa siz bunları görmezlikten gelemezsiniz ki. Gazilerimiz de şehitlerimiz gibi mukaddesatımızın koruyucularıdır. O yüzden onlara karşı ve ailelerine karşı özel bir ihtimam göstermemiz gerekmektedir. Peygamber Efendimiz de sorunuzdaki hadisiyle bize gerek şehit yakınlarının gerekse gazi yakınlarının gözetilmesini salık veriyor. Bizler de ila-yı kelimetullah için savaş meydanında bulunup canını ortaya koyan bu insanların bizlere bıraktığı emanetlerine sahip çıkmakla mükellefiz. Şehit ve gazilerimizin yakınlarına gereken saygıyı, yardımı ve hizmeti millet olarak, devlet olarak yapmalıyız ki onların üzerimizdeki haklarına bir nebze de olsa karşılık olsun. 

Göğüs göğüse çarpışmanın çokça yaşanmadığı, daha çok siber ve biyolojik savaşların yapıldığı bir devirde yaşamaktayız. Böyle bir devirde Allah rızası uğruna mücadele ve mücahede nasıl olmalı ve bu hususlar günümüz insanına nasıl anlatılmalı? 

Teknolojik gelişmeler baş döndürücü seviyede. Günümüz Müslümanlarının ve âlimlerinin bu gelişmelerden haberdar olması ve bunları çok iyi derecede kullanabilme kabiliyetine sahip olması gerekmektedir. Çünkü yeri geldiğinde kendini savunabilmesi ya da kendisine yapılabilecek bir saldırıyı öngörüp daha o saldırı gerçekleşmeden onu bertaraf edebilecek hamleler geliştirmelidir. Hz. Ali der ki: “Ben şerri öğreniyorum şerden kaçınmak için.” Buradan şunu anlıyoruz: Müslümanın şerle, zulümle işi yoktur. Müslüman her ne yapıyorsa onu insanlık için insanların huzuru için yapmaktadır, asla kargaşa için, öldürmek için değil. Allah (c.c.), Maide suresinde “Kim bir insanı ihya ederse bütün insanlığı ihya etmiş olur.” buyuruyor. Dolayısıyla İslam insanı yaşatmak, korumak ve ihya etmek üzeredir. İnsana kastedilen her türlü saldırıya karşı da Müslümanların uyanık, teyakkuz hâlinde ve donanımlı olması gerekmektedir. Müslüman devletler de kendilerini korumak adına her türlü teçhizatı yapmak üzere çalışmalıdır. Âlimlerimiz de bu konuda gerek Müslümanları gerek devlet erkânındaki insanları uyarmalıdır. Devletler de bu gelişmelere uygun işler yapabilecek bilim adamlarının yetişmesini sağlamalıdır. Hülasa, Müslümanlar teknolojik gelişmelere kayıtsız kalmadan onu Allah (c.c.) rızasına ve insanların hizmetine uygun bir şekilde kullanılabilir hâle getirmelidir.        

Özellikle son yarım asır içinde İslam dünyasının kaosa sürüklenmesi noktasında birtakım radikal grupların, şehitlik ve gazilik gibi yüce değerleri istismar ederek insanları aldattığını görüyoruz. Müslüman toplumlarda bu değerlerin istismarının önüne nasıl geçilebilir?
İslam yaşatmak için vardır, öldürmek için değil. Kim ki insanları yaşatmak, İslam’a kazandırmak yerine öldürmeyi tercih ediyorsa bu, İslam’dan değildir. Dolayısıyla insanları öldürerek İslam’a hizmet edildiği anlayışı radikal grupların işidir. İnsanlara öncelikle biz bunu âlimler olarak anlatmalıyız ve özellikle gençlerimizi iyi eğitmemiz lazım. İnsanlarımızı aslına uygun, doğru bir din anlayışına uygun şekilde, hem sözlü hem yazılı hem görsel araçları kullanarak yönlendirmemiz gerekmektedir. Çünkü radikal insanlar ve gruplar dediğimiz kişiler yanlış bir din algısıyla buna yöneldiler. Biz, bu eğitim öğretim çerçevesinde insan hayatının ne olduğunu, insanların bu hayata ne amaçla gönderildiğini anlatmalıyız ki insanların, İslam’ın asıl amacına uygun bir yaşamları olsun. Müslümanların şiddetin, nefretin, öfkenin, savaşın değil sevginin, merhametin, hoşgörünün ve barışın bulunduğu bir dinin mensubu kimseler olduğu hakikati, herkesçe anlaşılsın.