Enes (b. Mâlik) (ra) tarafından rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Sizden biriniz, beni anne-babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe (tam anlamıyla) iman etmiş olmaz.”
عَنْ أَنَسٍ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “لاَ يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتَّى أَكُونَ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِنْ وَالِدِهِ وَوَلَدِهِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ.”
(B15 Buhârî, Îmân, 8)
***
عَنْ أَنَسٍ قَالَ: لَمْ يَكُنْ شَخْصٌ أَحَبَّ إِلَيْهِمْ مِنْ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) [قَالَ]: وَكَانُوا إِذَا رَأَوْهُ لَمْ يَقُومُوا لِمَا يَعْلَمُونَ مِنْ كَرَاهِيَتِهِ لِذَلِكَ.
Enes (b. Mâlik) (ra) anlatıyor:
“(Ashâbın), Resûlullah'tan (sas) daha çok sevdikleri hiç kimse yoktu. Ancak onu gördükleri zaman, onun bundan hoşlanmadığını bildikleri için, ayağa kalkmazlardı.”
(T2754 Tirmizî, Edeb, 13)
***
عَنْ أَبِي قُرَادٍ السَّلَمِيِّ قَالَ: كُنَّا عِنْدَ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فَدَعَا بِطَهُورٍ، فَغَمَسَ يَدَهُ فِيهِ، ثُمَّ تَوَضَّأَ، فَتَتَبَّعْنَاهُ، فَحَسَوْنَاهُ، فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “مَا حَمَلَكُمْ عَلَى مَا صَنَعْتُمْ؟” قُلْنَا، حُبُّ اللَّهِ وَرَسُولِهِ قَالَ: “فَإِنْ أَحْبَبْتُمْ أَنْ يُحِبَّكُمُ اللَّهُ وَرَسُولُهُ فَأَدُّوا إِذَا
ائْتُمِنْتُمْ، وَاصْدُقُوا إِذَا حَدَّثْتُمْ، وَأَحْسِنُوا جِوَارَ مَنْ جَاوَرَكُمْ.”
Ebû Kurâd es-Selemî anlatıyor: “Resûlullah'ın (sas) yanındaydık. O (abdest almak için) temiz su istedi ve elini suya daldırdı. Sonra abdest aldı. Biz onun abdest suyunu elde etmeye çalıştık, (abdest suyundan) yudumladık. Bunun üzerine Resûlullah (sas), "Sizi bunu yapmaya sevk eden şey nedir?" diye sordu. Biz,"Allah ve Resûlü'nün sevgisi." dedik. Resûlullah (sas) şöyle buyurdu:
"Eğer Allah ve Resûlü'nün de sizi sevmesini istiyorsanız size bir şey emanet edildiğinde ona riayet edin, konuştuğunuz zaman doğru söyleyin ve komşularınızla iyi geçinin." ”
(ME6517 Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, VI, 320)
***
عَنْ عَوْنِ بْنِ أَبِى جُحَيْفَةَ عَنْ أَبِيهِ قَالَ: أَتَيْتُ النَّبِيَّ(صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) وَهُوَ فِى قُبَّةٍ حَمْرَاءَ مِنْ أَدَمٍ، وَرَأَيْتُ بِلاَلاً أَخَذَ وَضُوءَ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) وَالنَّاسُ يَبْتَدِرُونَ الْوَضُوءَ، فَمَنْ أَصَابَ مِنْهُ شَيْئًا تَمَسَّحَ بِهِ، وَمَنْ لَمْ يُصِبْ مِنْهُ شَيْئًا أَخَذَ مِنْ بَلَلِ يَدِ صَاحِبِهِ.
Avn b. Ebû Cuhayfe (ra), babasından şunları naklediyor: “Peygamber'e (sas) gittim. Deriden yapılmış kızıl bir çadırın içindeydi. Bilâl'i (ra), Peygamber'in (sas) abdest suyunu taşırken gördüm. İnsanlar bu abdest suyunu alabilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Suya dokunabilen onunla yüzünü sıvazlıyordu. Sudan alamayanlar ise arkadaşının elindeki ıslaklıktan faydalanmaya çalışıyordu.”
(B5859 Buhârî, Libâs, 42)
***
Hudeybiye Antlaşması öncesinde, Kureyş müşrikleri Hz. Peygamber’e (sas) elçiler gönderiyor, bu elçiler de, Mekke’ye dönüp yaptıkları görüşmeyi müşrik liderlere anlatıyorlardı. Hicretin dokuzuncu senesinde İslâm’a girecek olan Tâifli Urve b. Mes’ûd es-Sekafî de bu dönemde böyle bir elçilik yaptı. O, Mekke’nin fethinden sonra Tâif kuşatması esnasında kavmini İslâm’a davet ederken şehid edildi. Bu nedenle Allah Resûlü (sas), Urve’yi Yâsîn sûresinde hikâyesi anlatılan ve kendisiyle aynı akıbeti yaşayan kişiye benzetmişti. İşte o Urve, Hudeybiye’den döndükten sonra, Mekke müşriklerine Hz. Muhammed’le (sas) anlaşmaları tavsiyesinde bulunurken, ashâbının ona bağlılığına şahit oluşunu ve duyduğu hayranlığı şöyle dile getirmişti:
"Ey kavmim! Vallahi, ben birçok kralın huzuruna çıktım, heyet olarak Kayser’e, Kisrâ’ya ve Necâşî’ye gittim. Vallahi, Muhammed’in ashâbının ona tazim ettiği kadar hiçbir krala adamlarının tazim ettiğini görmedim... Öyle ki Muhammed sahâbîlerine bir şey emredince, o emri yerine getirmek için koşuşturuyorlar. Abdest aldığında artan abdest suyunu paylaşmak için birbirleriyle yarışıyorlar Konuştuğu zaman sahâbîleri seslerini onun yanında iyice alçaltıyorlar ve ona saygılarından dolayı gözlerini dikip yüzüne dikkatle bakamıyorlar. Şimdi, Muhammed size barış yolu gösterdi, bunu kabul edin!"
Yine benzer bir manzarayla karşı karşıya kalan Ebû Süfyân da müminlerin peygamberlerine besledikleri sevgi ve saygı karşısındaki duygularını gizleyememiş ve Hz. Muhammed’e (sas) imrenmekten kendini alamamıştı. Hicretin üçüncü yılında Uhud Savaşı’ndan sonra Hz. Peygamber’den (sas) kendilerine İslâm’ı öğretmeleri için davetçi isteyen bazı Arap kabileleri, haince bir tuzak kurarak, kendilerine gönderilen on davetçiden sekizini şehit ettiler, ikisini de esir alarak Mekkelilere sattılar. Mekke yakınlarındaki Hüzeyl kabilesine ait ‘Recî’’ kuyusu civarında gerçekleşen bu olayda esir alınan sahâbîler, Hubeyb b. Adî ile Zeyd b. Desinne idi. Yıllar sonra İslâm’ı seçecek Safvân b. Ümeyye, Bedir’de öldürülen babası Ümeyye b. Halef’e misilleme olarak öldürmek için Zeyd’i satın aldı. Ve Ebû Süfyân’ın da aralarında bulunduğu müşrikler, onu öldürmek için Mekke’nin dışına çıkardılar. Bu sırada Ebû Süfyân ona, "Allah aşkına Zeyd! İster misin şu anda yanımızda senin yerine Muhammed olsaydı, onun boynunu vursaydık, sen de ailenin yanında olsaydın!" dedi. Ebû Süfyân’ın bu sözleri karşısında Zeyd’in duruşu netti: "Vallahi ben ailemle otururken bile, şu anda bulunduğu yerde Muhammed’in (sas) canını yakacak bir dikenin batmasını dahi istemem." Bunun üzerine Ebû Süfyân, "Muhammed’in ashâbının onu sevdiği kadar sevilen hiç kimse görmedim!" diyerek Hz. Peygamber’e (sas) duyulan sevgiyi itiraf etti.
Hz. Muhammed’in (sas), düşmanlarını dahi imrendiren bu saygınlığı, ashâbından gördüğü bu ilgi ve alâka kuşkusuz tek taraflı değildi. Müminlere kendi canlarından daha yakın olduğunu söyleyen, şefkat ve merhamet kanatlarıyla onları kuşatan Rahmet Elçisi (sas), ashâbına son derece düşkündü. Aynı şekilde bu sevginin bir yansıması olarak ashâb-ı kirâm da inançları uğruna canlarını ve mallarını feda etmekten çekinmediler. Sahâbenin, Hz. Peygamber’le (sas) konuştuklarında dillerinden düşürmedikleri "Anam babam sana feda olsun!" ifadesi, aralarındaki sevgi, saygı ve bağlılığın açık bir göstergesiydi. Yeri geldiğinde kanları da buna şahitlik etmişti.
Yukarıda zikri geçen Medineli sahâbî Zeyd b. Desinne olayının da işaret ettiği gibi sahâbenin peygamber sevgisi imanla doğrudan ilişkiliydi. Müminlerin birbirlerini sevmeleriyle, iman arasında bir bağlantı olduğuna dikkat çeken Allah Resûlü (sas), "Sizden biriniz, beni anne-babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe (tam anlamıyla) iman etmiş olmaz." buyurmuştu. O yüzden bir mümine, Resûlullah’ın (sas) canından önce, kendi canını düşünmesi yaraşmazdı. Nitekim bir gün Hz. Ömer (ra), kendisinin elinden tutmuş olan Resûlullah’a (sas), "Ey Allah’ın Resûlü, muhakkak ki seni canımdan başka her şeyden daha çok seviyorum!" demişti. Hz. Peygamber (sas), "Canımı elinde bulundurana yemin ederim ki beni canından da çok sevmedikçe olmaz!" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra), "Vallahi, şu andan itibaren seni canımdan daha çok seviyorum!" dedi. Bu söz üzerine Sevgili Resûl (sas), "İşte şimdi oldu ey Ömer." buyurdu.
Resûlullah’a (sas) olan bu sevgisi ve gönülden bağlılığı nedeniyledir ki onu (sas) ansızın kaybetmesi Hz. Ömer’i (ra) bir hayli sarsacaktı. İslâm’a girişinden itibaren kalan ömrünün neredeyse tamamını Peygamber Efendimiz (sas) ile birlikte geçiren Hz. Ömer’in (ra) onsuz yaşadığı yıllar kendisine zor gelecek ve ölmeden önceki son isteği de Allah Resûlü’nün (sas) ve yakın dostu Hz. Ebû Bekir’in (ra) yanına gömülmek olacaktı.
Hz. Peygamber’i (sas) sevmenin dünya ile olduğu gibi âhiret ile ilgili de bir boyutu vardı. Müminin dünyada Rahmet Elçisi’ne (sas) duyduğu sevgisi ve gönülden bağlılığı, onun âhirette de en büyük kazançlarından ve hazırlıklarından olacaktı. Nitekim bir gün Peygamber Efendimiz (sas) insanlara bazı konularda uyarılarda bulunmaktaydı. Bir adam kalkarak, "Kıyamet ne zaman?" diye sorunca Hz. Peygamber’in (sas) yüzünde bir hoşnutsuzluk belirdi. O sırada ashâb, Hz. Peygamber’e (sas) hoşlanmadığı bir şey sorduğunu söyleyerek adamdan oturmasını istediler. Ancak o ikinci kez kalktı ve aynı soruyu tekrar etti. Adamın bu tavrı Resûlullah’ı (sas) biraz daha rahatsız etmişti. Sahâbîler kendisini uyararak oturmasını sağlasalar da üçüncü kez kalkan adam aynı şekilde, "Kıyamet ne zaman?" diye sorunca, Hz. Peygamber (sas) ona şöyle seslendi: "Yazıklar olsun! Kıyamet için sen ne hazırladın?" Bunun üzerine adam başını önüne eğdi ve "Yâ Resûlallah, çok fazla orucum, namazım ve sadakam yok. Fakat ben Allah’ı ve Resûlü’nü seviyorum." dedi. Bedevînin bu sözü üzerine Resûlullah (sas), "Sen sevdiklerinle berabersin." buyurarak ona müjde verdi. Ardından oradaki sahâbîler bu müjdenin kendileri için de geçerli olup olmadığını merak ederek, "Bizler de böyle miyiz?" diye sordular ve Hz. Peygamber (sas), "Evet." diyerek onları da mutlu etti. Olanları anlatan Enes b. Mâlik (ra), ashâbın Müslüman olmalarından sonra bu kadar sevindiklerini hiç görmediğini söyleyerek o ânı resmettikten sonra şöyle demişti: "Ben de Allah’ı, Resûlü’nü (sas), Ebû Bekir’i (ra) ve Ömer’i (ra) seviyorum. Onlar kadar amel etmiş olmasam da (âhirette) onlarla beraber olmayı umuyorum."
Hz. Peygamber’den (sas) ayrılmaya dayanamayan tek sahâbî Hz. Ömer (ra) değildi. Onun vefatı Hz. Bilâl’i (ra) de çok derinden etkilemişti. Öyle ki Medine kendisine dar gelmeye başlamıştı. Çünkü Allah Resûlü’yle (sas) İslâm’ın ilk yıllarından beri birçok eza ve cefaya katlanmış, Medine’de onun müezzini olma şerefine nail olmuştu. Resûlullah’ın (sas) vefatından sonra, Medine’deki her şey onu hatırlatıyor ve ona duyduğu özlemi artırıyordu. Artık Bilâl (ra) için Medine sevgilisiz yaşanmaz bir hâle gelmişti. Bu nedenle de Medine’yi terk edip Şam tarafına cihada gitmek istiyordu. Ama İslâm halifesi Hz. Ebû Bekir (ra), Bilâl’i (ra) bırakmıyor ve Mescid-i Nebevî’de müezzinliğe devam etmesini arzuluyordu. Bilâl (ra), "Eğer vaktiyle beni kendin için satın aldıysan yanında tut. Ama beni Allah (cc) için satın alıp hürriyete kavuşturduysan Allah (cc) aşkına bırak da gideyim." demiş ama yine de Hz. Ebû Bekir’i (ra) ikna edememişti. İlk halifenin vefatının ardından ikinci halife Hz. Ömer’den (ra) izin alan Bilâl-i Habeşî (ra), Allah (cc) yolunda cihad için Şam’a gitmiş ve orada da vefat etmişti.
Hiç şüphesiz ki Hz. Muhammed (sas), kendisine iman etmiş her sahâbînin gönlünde mümtaz bir konuma sahipti. Ancak ashâbına, Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu hatırlatan Resûlullah (sas) onlardan, kendisini Allah’ın (cc) verdiği bu mevkiin üstüne çıkarmamalarını istemişti. Ayrıca Hıristiyanların Hz. İsa’ya (as) karşı aşırılığa düştükleri gibi onların da kendisine olan sevgi, saygı ve bağlılıklarını ifade ederken aşırıya kaçmamaları gerektiğini öğretmişti.
Nitekim bir defasında, kendisini gördüklerinde ayağa kalkan ashâbına, "İranlıların birbirlerini tazim ederken ayağa kalktığı gibi (benim için) ayağa kalkmayın." uyarısında bulunmuştu. Enes b. Mâlik (ra) da ashâbın tutumunu anlatırken, "(Ashâb’ın), Resûlullah’tan (sas) daha çok sevdikleri hiç kimse yoktu. Ancak onu gördükleri zaman, onun bundan hoşlanmadığını bildikleri için ayağa kalkmazlardı." diyerek Rahmet Elçisi’nin (sas) ve kendilerinin bu konudaki hassasiyetine dikkat çekmişti. Ona karşı benzersiz bir sevgi, derin bir hürmet ve bağlılık duysalar da sahâbe-i kirâm, Resûl-i Ekrem’i (sas) haddi aşan bir tarzda tazim ve yüceltme içerisine girmemişlerdi.
Bununla birlikte bazı sahâbîlerin Resûlullah’a (sas) olan teveccühlerini ifade tarzları ona duydukları büyük sevginin de etkisiyle ona ait bir saç telini veya onun bir eşyasını yanlarında taşıma arzusuna dönüşmüştü. Sevgili Peygamber’in (sas) saçını ve terini muhafaza eden Enes b. Mâlik’in (ra) annesi Ümmü Süleym’in bu tavrı söz konusu arzunun tipik bir göstergesiydi. Rahmet Elçisi (sas), süt teyzesi Ümmü Süleym’i sık sık ziyarete gider ve "Ben ona karşı şefkat besliyorum, çünkü kardeşi (Harâm b. Milhân, Bi’r-i Maûne’de) benim (askerlerim)le birlikte iken öldürüldü." buyururdu. Bu yakın ilişkiye binâen Ümmü Süleym de Hz. Peygamber’e (sas) gündüz uykusuna yatması için deri ile kaplanmış bir döşek yayardı. Allah Resûlü (sas) uyuduğu zaman terleyince Ümmü Süleym, Hz. Peygamber’in (sas) yastığa dökülen saçlarını ve terini toplar sonra da bunları bir koku şişesinde biriktirirdi. Enes, vefat ettiğinde cesedinde ve kefeninde kullanılacak kokunun içine Peygamber Efendimizin (sas) teri ve saçlarının bulunduğu bu koku karışımının da eklenmesini vasiyet etmişti. Enes’in (ra) torunu Sümâme de dedesinin bu vasiyetini aynen yerine getirdiklerini bildirmişti. Tâbiûn ulemasından Muhammed b. Sîrin, Kûfeli Abîde b. Amr es-Selmânî’ye, Enes’in ailesinden kendilerine Hz. Peygamber’in (sas) saçından bir miktarın yadigâr kaldığını ve muhafaza ettiklerini söyledi. Bunu duyduğunda, Peygamber’in (sas) vefatından iki sene önce İslâm’la şereflenen ancak onu (sas) görmek bahtiyarlığına kavuşamayan biri olarak Abîde’nin dillendirdiği şu temennisini anlamamak mümkün değildir: "Yanımda Peygamber’in (sas) tek bir saç telinin dahi bulunması bana dünyadan ve içindekilerden daha hoş gelir."
Bu bağlamda özellikle bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber’in (sas) saçından bir tutama sahip olup onu saklama çabasına girdikleri gözlerden kaçmamaktadır. Nitekim Enes (ra), Allah Resûlü’nün (sas) Veda Haccı’nda kurban kesim yerinde saçlarını tıraş ettirişine dair hatırında kalan izlenimlerini şöyle aktarmaktadır: "Berber Hz. Peygamber’i (sas) tıraş ediyordu. Ashâbı etrafını sarmıştı ve hiçbir kılın yere düşmesini istemiyorlardı." O gün Resûlullah’ın (sas) saçından ilk alan ise Ebû Talha (ra) idi. Aynı gün Hâlid b. Velîd (ra) da "Anam babam sana feda olsun!" diyerek tıraş esnasında Allah Resûlü’nün (sas) perçeminden dökülen saçları toplamış, gözlerine ve dudaklarına sürmüştü. Bir rivayete göre ise yine o gün Hz. Peygamber (sas), saçından bir kısmını, ezan sözlerini rüyasında gördüğü için ‘sâhibü’l-ezân’ diye anılan Abdullah b. Zeyd’e (ra) vermiş o da birazını kendisi almış geri kalanını arkadaşlarına dağıtmıştı. Abdullah bu saçı, ketem (çivit otu) ve kınayla boyanmış olarak yanlarında muhafaza ettiklerini söylemişti. Aynı şekilde müminlerin annesi Ümmü Seleme’nin (ra) evinde su dolu gümüş bir bardak içinde Peygamber’in (sas) saçlarının ketem ve kınayla boyanmış bir şekilde muhafaza edildiği de rivayet edilmektedir.
Peygamber Efendimize (sas) ait bir eşyayı koruyup onu hatıra olarak saklamaya çalışanların bu çabaları, anlık bir heyecan ve duygusallıktan öte, onlar için bir huzur kaynağıydı. Örneğin Resûlullah’a (sas) henüz hediye edilmiş bir hırkayı ondan isteme cesaretini gösteren ve bu yüzden de sahâbeden tepki alan bir sahâbî, o kıyafeti giymek için değil öldüğünde cesedine kefen olsun diye Resûlullah’tan (sas) istediğini söylemişti. Bu şahıs vefat ettiğinde o hırkanın kendisine kefen yapıldığı nakledilmektedir. Resûlullah’ın (sas) kendisinden satın aldığı devesine karşılık olarak fazladan verdiği altınları Hârre Vakası’nda Şamlılar tarafından malları yağmalanıncaya kadar yanından ayırmadığını söyleyen sahâbî Câbir b. Abdullah’ın (ra) bu davranışının altında da aynı duygu olmalıdır.
Bu duyguyla hareket eden başka Peygamber (sas) âşıkları da vardır. Allah Resûlü’nün (sas), evlerinde asılı duran tulumdan su içtiğini gördüğünde, Peygamber’in (sas) ağzının dokunduğu yeri kesip onu saklayan Ümmü Süleym, bir başka rivayete göre ise Kebşe el-Ensâriyye, Hz. Resûl (sas) başını okşayıp kendisini Mekke’ye müezzin tayin ettikten sonra, ölünceye kadar perçemindeki saçları sırf onun (sav) elleri değdi diye tıraş etmeyen Mescid-i Harâm’ın müezzinlerinden Ebû Mahzûre, sırf Kutlu Elçi’nin (sas) eli dokunmuştur diye hocası Enes b. Mâlik’e (ra), "Bana o elini ver de öpeyim!" diyen Basralı büyük muhaddis Sâbit b. Eslem el-Bünânî... Bütün bunlar, Sevgili Nebî’nin (sas) dokunduğu yerin dahi peygambere gönül vermiş sevdalıların yüreğinde onun manevî hatırasını nasıl canlı tuttuğunu gösteren örneklerden sadece birkaçıdır.
Sahâbe bütün bunları yaparken canlarından çok sevdikleri Rahmet Elçisi’nin (sas) ne şahsını ve eşyalarını kutsallaştırmışlar ne de sakladıkları bu hatıralardan medet ummuşlardır. Ashâbı arasında ondan daha sevimli bir kimse olmamasına rağmen kendisini gördükleri zaman tazim ve ululamak için ayağa kalkmalarından dahi hoşlanmayan bir peygamberin, kendi şahsiyeti üzerinden tevhid ilkesinin zedelenmesine göz yumması düşünülemez. Nitekim Rahmet Elçisi (sas) bir defasında suya elini daldırıp abdest aldı. Ardından oradaki sahâbîler onu izleyip aynısını yaptılar ve o sudan yudumladılar. Bunun üzerine Resûlullah (sas), "Sizi bunu yapmaya sevk eden şey nedir?" diye sordu. Sahâbîler, "Allah ve Resûlü’nün sevgisi." dediler. Allah Resûlü (sas) şöyle buyurdu: "Eğer Allah ve Resûlü’nün de sizi sevmesini istiyorsanız size bir şey emanet edildiğinde ona riayet edin, konuştuğunuz zaman doğru söyleyin ve komşularınızla iyi geçinin."
Bu uyarısıyla Allah Resûlü (sas) söz konusu sevgiyi kazanmanın gerçek yollarını öğretmiştir. Nitekim Yüce Rabbimiz (cc) de Kur’ân-ı Kerîm’de, "De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." buyurarak Allah (cc) sevgisine giden yolun, ahlâkı Kur’an olan Hz. Peygamber’e (sas) uymaktan geçtiğini vurgulamıştır.
Hadis kitaplarımızda, çoğunlukla Hz. Peygamber’e (sas) çocukluğunda yetişmiş ve hayli uzun yaşamış sahâbîlerden, onun abdest suyuyla, teriyle, kanıyla, saçıyla ve hırkasıyla teberrük edildiğine dair bazı rivayetler nakledilmektedir. Söz gelimi Ebû Cuhayfe şunları anlatmaktadır: "Peygamber’e (sas) gittim. Kızıl deriden bir çadırın içindeydi. Bilâl’i (ra), Peygamber’in (sas) abdest suyunu taşırken gördüm. İnsanlar bu abdest suyunu alabilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Suya dokunabilen onunla yüzünü sıvazlıyordu. Sudan alamayanlar ise arkadaşının elindeki ıslaklıktan faydalanmaya çalışıyordu."
Ashâb, canlarından çok sevdikleri Peygamber’e (sas) ait bir saç teli bile olsa yanlarında bulundurmak istiyorlardı. Ancak sahâbîlerin Hz. Peygamber’den (sas) bir hatıraya sahip olma arzusu, onun vefatından sonra, daha sonraki nesillerin ona (sav) duydukları özlem ve hasret ile değişikliğe uğradı. Bu masum ve makul istek, bir şeyi hatıra olarak saklamanın ötesine geçerek, bu eşyaların şifa umulan birer araç hâline gelmesine sebep oldu. Bu noktada Hz. Peygamber’in (sas) aşırılığa kaçılmaması yönündeki uyarıları da maalesef sonraki nesiller tarafından yeterince dikkate alınamadı.
Ashâb-ı kirâmın peygamber sevgisinde zaman zaman teberrük unsurları görülmekle birlikte, onların Rahmet Önderi’ne (sas) olan sevgi, saygı ve bağlılıkları çok daha derunî bir mahiyet arz etmekteydi. Zira onlar Kur’an’a ve onun hayata aktarılmış biçimi olan sünnete her koşulda sımsıkı sarılmak suretiyle Peygamber’e (sas) olan bağlılıklarının sıradan ve yüzeysel olmadığını amelleriyle, mallarıyla ve gerektiğinde canlarıyla göstermişlerdi.
Şurası muhakkak ki ashâbla başlayan bu sevgi seli bugüne dek akmaya devam etmektedir. Bu bakımdan, günümüzde Sevgili Efendimize (sas) ait çeşitli eşyaların ve sakal-ı şerîfinin ülkemizde özel mekânlarda ve özenle muhafaza ediliyor olması bizim açımızdan ayrı bir mutluluk vesilesidir. Ziyarete açıldıklarında halkımızın gösterdiği yoğun ilgi de bu emanetlerin şahsında Peygamberimize (sas) duyulan sevginin farklı şekilde dışa yansıması olarak görülmelidir. Yine de unutulmamalıdır ki Allah Resûlü’ne (sas) sevgimizi göstermenin en güzel yolu onun sünnetine ve güzel ahlâkına uygun bir yaşantı sürmekten geçmektedir.