Aylık Dergi

Tanrı Düşüncemiz: Gerçeklikle Söylenceyi Birbirinden Ayırmak

Bölünmüş, parçalanmış, konumlandırılmış veya kategorize edilmiş olan tanrı değil, nesnedir.

Abone Ol

Prof. Dr. Aydın Topaloğlu

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Tanrı kavramı, insan zihninin derinliklerinde yatan, en ulvi, en kuşatıcı ve en saygın kavramların başında gelir. Hemen hemen herkesin iç dünyasında karşılığı olan, duygularına dokunan ve yaşamlarına anlam kazandıran bir varlıktır. Yaşamı boyunca insana huzur ve güven veren, koşulsuz bir imanla kendisine bağlanılan varlıktır.

Ne var ki Tanrı kavramı hakkında pek çok yanlış anlama olmuş, bir o kadar da polemiğe girilmiştir. Günümüzde de bu kavramın doğası,  bizler için ne ifade ettiği ve zihinlerdeki karşılığı konusunda ciddi tartışmalar yapılmaktadır. Hatta O’na nasıl inanacağımız, varlığını kanıtlayacağımız ve hakkında nasıl konuşacağımız konusunda da bir o kadar karmaşıklık bulunmaktadır. Bu karmaşıklık bir yere kadar anlaşılır olsa da sonuç itibarıyla düşünce tarihinden süzüle süzüle gelen, birikimsel olarak günümüze kadar ulaşan evrensel Yüce Tanrı anlayışıyla, O’nun hakkında uydurulan antik söylenceleri (mitleri) birbirinden ayırmak gerekir.

Her bir insan, Tanrı’nın kendisine verdiği düşünme gücüyle yaratıcısına doğru gider, O’nu hissedecek yolları bulur. Aslında bir insanın Tanrı’ya gitmesi deyimi sorunludur. Öyle ya, Tanrı çok mu uzaklarda ki O’na gidelim veya gitmeye çalışalım. Yine bu bağlamda Tanrı’yı kanıtlamak terimi de aynı şekilde benzer sorunu bünyesinde taşımaktadır. Yani Tanrı, bizler açısından kayıplarda mı ki O’nu bir şekilde arayıp bulalım, kendimize veya birilerine “bak işte, Tanrı var” diyelim. İnanan kişinin Tanrı’yı arama, bulma veya varlığıyla ilgili ipuçları elde etme sorunu olmaz, aksine O’nu nasıl takdir eder, O’na nasıl şükür sunar veya O’nu layıkıyla nasıl anar gayreti içindedir. Kuşkusuz Tanrı’ya inanan her insan bir kanıt arayışında olmadığı gibi zorunlu olarak herhangi bir kanıtla inanmış da değildir. Yine inanmayan her insan da bu düşüncesini benzer biçimde zorunlu olarak bir nedene dayandırmayabilir. Bununla birlikte görsel dünyamızda inanmak için somut kanıtlar isteyenlere karşı inanan kişi elbette ki çok şey söyleyebilecek ve kendisini Tanrı’ya götüren kanıtları sıralayacak, kalbine dokunan, yüreğine hitap eden noktalara işaret edebilecektir. Düşünce tarihi de bu ve benzeri muhakemeleri yürüten sayısız düşünür ve kanıt örnekleriyle doludur.

Tanrı, doğası gereği “orada, şurada veya burada” olan bir varlık değildir. Yine O, sadece önümüzde, arkamızda, üzerimizde, yanı başımızda veya ilerimizde de değildir. O’nun kudreti içimiz veya dışımız dâhil, her yerde ve her şeydedir. Görebildiğimiz, görebileceğimiz her şey onun sayesinde varlık bulduğu için hem küçük dünyamız hem de devasa evren O’na aittir. Bütün yönlerimiz veya yönelişlerimiz de ona çıkar. Görenler için O’nun kudreti, doğanın her bir noktasındadır.
Onsuz bir yer veya zaman dilimini düşlemek dahi mümkün değildir. Tanrı, her şeyi kuşatan, her şeyi var eden ve her şeye hayat veren olunca öncelikle bizlerin kendimizi, kendi varlığımızı sorgulamamız lazım gelir. Kısacası, Tanrı her şeyin sahibi ise, her şey O’ndan geldi ve O’na dönecekse,  biz “neyiz” veya “neredeyiz?” sorusu daha önceliklidir. Öyle ya bir yerlerde olan, çerçevelenen, sınırlanan, kısıtlanan belirli bir zaman diliminde yaşama şansı bulan bizleriz.

Tanrı kavramını insan hayalinin icadı olarak gören ve günümüz ateizmi açısından etkili olan pozitivist yaklaşımlar, daha özelde mantıkçı pozitivizm, Tanrı’yla dünyamızdaki nesnelerin varlığını aynı görme yanlışına düşmüştür: Tanrı’yı düşünürken dış dünyadaki herhangi bir nesne için aranan gösterilebilme, gözlemlenebilme, deneylenebilme, doğrulanabilme, olgusallık ve bilişsel olmak ölçütlerini getiren yaklaşım, inancı ya hiç anlamamış ya da Tanrı gerçeğinin farkına hiç varamamış demektir. Benzer biçimde Tanrı gerçeğini benzer fiziksel veya görsel yöntemlerle açıklamaya çalışan dinî yaklaşımlar da sorunlu olup sonuç itibarıyla paganizme düşme, Tanrı’yı insanlaştırma riskiyle karşı karşıya kalmışlardır. Pozitivizm, düşünce tarihinde çok etkili olmak, hatta bilimsel ilerlemelere büyük katkılar sağlamakla birlikte felsefe etkinliğinin tamamen kendisi değildir. Sadece bir yorumdur, bakışlardan bir bakıştır. Hâlbuki felsefe etkinliği (en azından teistik felsefe) sadece görünenler hakkında düşünce üreten buna karşın görünmeyen yani inanç alanına giren konuları yadsıyan bir alan olmadığı gibi din de (İslamiyet) sadece inancı öneren, buna karşın düşünmeyi yeren bir yapı değildir. Aynı şey mistisizm için de geçerlidir. Orada da sezgi vurgusuna rağmen, çok derin bir düşünce ve inanç boyutu gözlemlenmektedir. Bilim, gözlemlediği yapının arkasındaki temel etkeni, Aristoteles’in ifadesiyle evrenin varoluşsal, biçimsel, etkisel ve amaçsal nedenini (Tanrı) göz ardı edemeyeceği gibi sanat da izleyenler üzerinde derin tesirler bırakan yüce varlığı (veya sanatçıyı) gizleyecek değildir. Bütün bu alanların Tanrı hakkında bizlere söyleyecek çok şeyleri bulunmaktadır.

İnanç, pozitivizmin düşündüğü gibi mitlere, hurafelere, temelsiz bir kavrama veya hayalî bir varlığa bağlanma çabası olmayıp Tanrı’nın varlığını ve O’ndan hareketle topyekûn varoluşu temellendirmek ve bunun mantıki açıklamasını yapmaya çalışmaktır. Antik dönemlerden beri filozofların varlığı açıklama, yorumlama ve her şeyin arkasındaki nihai sebebi arama gayretine girişmeleri, basit bir deyişle metafizik yapmaları da bu açıdan son derece anlamlıdır. Metafizik soruşturmaların, yani bir anlamda varlık üzerine araştırma çabasının kendisi, Tanrı’nın varlığı için en büyük kanıttır. Önümüzde duran bir varlık âlemiyle karşı karşıyayız. Bu varlık âleminin gerçekliğinden kuşku duyacak bir durumda değiliz. Varlığın kendisi ve gerçekliği çok açık olduğuna göre daha işin başında bir “varlık” ve “gerçeklik” kavramıyla karşılaşmaktayız. Bu iki terime en uyan varlık da doğrusu Tanrı’nın bizatihi kendisi olup bu iki nitelikle adlandırılmayı en iyi hak eden tek varlık da O’dur. Aksi takdirde doğanın varlığını mutlaklaştırma hatasına düşeriz. Doğa, kuşkusuz muazzam bir yapıdır. Hala sırlarını çözmüş, sınırlarına ulaşmış değiliz. Ancak en basit bir muhakeme bile doğanın kendi kendisini var ettiğini, kendi kendisini biçimlendirdiğini düşünemez. Varoluşun başlangıcını, nedenini ve amacını hâlâ ateist ekollerin bile sır olarak kabul etmesi, en azından rastlantı terimine sığınmaları önemlidir.

Varlığın kendisi ve gerçekliği, çok açık bir biçimde bizlere bu varlığın gerisinde bulunan, bizatihi varoluş ve gerçeklik niteliklerine sahip en yüce varlığı, en yüce gerçeği hatırlatmaktadır.
Bu hatırlatma sadece zihnî bir çıkarsama olmayıp akıl açısından da bir gerekliliktir. Yani topyekûn varlık âleminin var olmasını, varlık âleminin gerçeklik kazanmasını garantileyen daha üst bir varlığın ve daha büyük bir mutlak gerçekliğin zorunluluğu açıktır. Bu zorunluluğun boyutları evrenin her yerinde ve her boyutunda kendini göstermektedir.

Sadece iç dünyamız değil dış gözlemlerimiz de bizleri düşünmeye sevk eder. Nitekim insanoğlu tarih boyunca evren karşısındaki şaşkınlığını gizleyememiş, evrenin arkasındaki gücü görmeye ve göstermeye çalışmıştır. Bu şaşkınlık günlük hayatımızın koşturmacası içerisinde zaman zaman kanıksamaya dönüşse de uçsuz bucaksız uzayın derinliği, mavi gökyüzünün güzelliği hiçbir zaman değerini yitirmemiş bir muamma olarak zihinlerde canlı kalmayı başarmıştır. Günümüzdeki uzay araştırmalarının ilerleyişi ve milyarlarca yıldızı barındıran evren hakkındaki bilgimizin muazzam genişliği bu şaşkınlığı daha da ileri boyutlara taşımıştır. Bu şaşkınlık, yerini önce meraka daha sonra da araştırmaya bırakmıştır. Bu merak ve araştırma, doğrusu Aristoteles’te olduğu gibi felsefenin kendisidir de. Bu arayış da netice itibarıyla evrendeki yasaların, hareketliliğin, etkiselliğin, canlılığın, değişimin ve nedenselliğin nereden geldiğini sorgulatmış, bütün bunların kaynağının fizik ötesi mutlak bir varlık olması gerektiği (Tanrı) düşüncesiyle sonuçlanmıştır.

Doğanın güzelliği karşısındaki şaşkınlığımız, düzene, intizama, rengârenk sanata ve işlevselliğe bakarak bunların arkasındaki yüce gücün büyüklüğünü hayal etmemiz, insan olmanın gereği ortaya çıkan durumlardır. Canlı yaşamın her basamağındaki sayısız mucizelere tanık olmamız, onları hayran hayran izlememiz bizleri mutlu kılmaya, yüce Tanrı’yı en yalın biçimde hatırlamaya kâfi gelmektedir.

Bizler sadece düşünen, konuşan veya inanan varlıklar değiliz. Aynı zamanda,  hatta daha önemlisi iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, haklı ile haksızı, güzel ile çirkini birbirinden ayırabilen, içinde “vicdan”, “iyilik”, “doğruluk”, “hak”, “hukuk”, “adalet”, “sorumluluk”, “özgürlük” ve “ödev” kavramlarına sahip olan varlıklarız. Sahip olduğumuz bu evrensel değerlerin kaynağı hiç kuşkusuz ki yokluk veya hiçlik değildir. Hiçlik’ten değer çıkmaz. Hiçlik’ten hâliyle hiç çıkar. Bizatihi hak, gerçek, iyilik, güzellik ve adalet olan Tanrı bizlere ahlaki, sezgisel ve sanatsal yönlerimizle hitap etmiş, kendisini bu alanlarda açımlamıştır. En zor koşullarda dahi iyilik yapmamızı öneren, iyi eylemeyi, doğru davranmayı bizlere fısıldayan iç sesimiz, vicdanımız, şükran ve hayranlık duygumuz her fırsatta bizleri geldiği kaynağa, yani Tanrı’ya götürmeye çalışır. Kendisini hiçbir şeyin bir yerlere götürmediğini, böyle bir düşünceye girmediğini söyleyen insanlar da olabilecektir. O zaman o kişilere, bu değerlere nasıl sahip olduğumuzu sormaktan veya vicdanlarının sesine kulak vermeyi salık vermekten başka yapacak bir şey yoktur.

İnsanoğlu doğada öylesine var kılınmış, sahipsiz, kimsesiz, garip bir ortamda terkedilen, öylece bir kenara bırakılmış bir varlık olamaz. Öyle olsaydı insanoğlu Tanrı bilinciyle bilinçlenmez, O’nu düşünemez, O’na gidemez ve kendini O’na yakın hissedemezdi. Tanrı sadece metafiziksel bir ilke, felsefi bir kavram, evrenin açıklanması için kullanılan bir terim ya da çok uzaklardaki üçüncü bir şahıs değildir. O, karşı konulmaz büyüklüğü, sınırsız inayeti, keremi, cömertliği ve sevgisi ile vardır.

Varlık ve oluş sorunundan hareketle bilge kişinin aradığı Tanrı, ne antik dönemlerdeki mitolojik tanrılardır ne de ateistlerin mitoslardan esinlenerek onları anımsatan hayalî varlıklarıdır. Mitoslara rağmen insanlar her zaman onları aşan ve onlardan oldukça farklı olan tek, yüce ve aşkın bir varlığa inanmışlardır. Bu noktada Tanrı düşüncesini mitolojiye indirgemek günümüzde yapılagelen yaygın bir ateistik davranış olsa da aynı çevrelerin mitolojik düşüncenin nereden kaynaklandığını açıklamak konusunda geri adım atmaları veya konuyu ilkellik ya da evrilmeyle açıklama çabaları, oldukça tutarsız ve kaçamaktır. Gerçek Tanrı, Ksenophanes’in haklı olarak dile getirdiği gibi insani benzetmelerden ve kendisine yakıştırılan bedensel hususiyetlerden de bir hayli uzaktır. Günümüz ateizminin ne yazık ki Tanrı adına söylediği şeyler, Ksenophanes’in cesur mitos eleştirisinin de çok gerisinde, hatta konusu ve bağlamı saptırılmış kötü bir kopyasıdır.
Hâlbuki ne gerçek Tanrı mitlerle ilişkilidir ne de gerçek inananlar zorunlu olarak Antik çağlardaki gibi inanmaktadır. Günümüzde de benzeri mitleri yok saymak hatta sözde Tanrılar adına insan katledenleri görmezden gelmek mümkün olmasa da bunları gerçek yüce varlık ve O’na inananlarla aynı görmek mümkün değildir.

Kuşkusuz insan var oldukça mitler, efsaneler ve hayaller eksik olmayacaktır. Belki her devir kendi efsanesini oluşturmakta da gecikmeyecektir. Bu ateist için de öyledir. Onlar da belki fizik ötesi olmasa da fiziksel koşullarda mitoslardan farksız bir biçimde dokunulmaz, eleştirilmez ve yadsınamaz kutsallar yaratmakta gecikmeyecektir. Bu bağlamda mitosların eskisi – yenisi, değerlisi - değersizi gibi bir tartışma da yararsızdır. Ancak insanoğlunun bir biçimde mitolojik evreyi tamamladığı, Logos’a geçiş yaptığı, aklını kullandığı ateistlerce de savunulmaktadır. Ancak sonuç itibarıyla Logos da değişimin ötesinde bir değişmez ilkeden, çokluğun arkasında bir birlikten, ölümlü olanın arkasında ölümsüzden söz etmiş, bunu da rasyonel bir zorunluluk olarak ortaya koymuştur. Tanrı sadece inanılması gerekli olan teolojik bir zorunluluk değil aynı zamanda mantıksal bir zorunluluktur da. Nitekim Aristoteles felsefesinde “ilk” kavramını çekip aldığımızda nelerin olacağı açıkça ortadadır. Çünkü “ilk” yani “Tanrı” varlığın etkisel, biçimsel ve amaçsal nedenidir. Varlıkta kendi kendine oluşma, biçimlenme veya bir yere yönelim gücü bulunmamaktadır. Bunlar tanrısaldır.

İnanan kişinin zihninde düşündüğü ya da düşlediği yüce varlığı tam olarak sözcüklere dökemeyişi, ne onun bir eksikliğidir ne de düşlediği varlığa bir sorun teşkil etmektedir. Bu sorun, sonlu ve sınırlı bir varlıkla, sonsuz ve sınırsız bir varlığın ilişkisindeki tek taraflı bilinmezdir. Yani işin doğasında olan bir durumdur. Farklı varlık katmanlarındaki eşitsizliğin veya boşluğun bir neticesidir. İçimizdeki arayış, yöneliş, çaba ve süreç bizim için söz konusudur. Çünkü zamansal ve mekânsal olan bizleriz. Sadece varoluşumuzun kısıtlı imkânlarını kullanmaktayız. Doğal olarak görünenin arkasında bir şey varsa bu bizim için aranması gerekli olan bir şeydir. Yani gerçek mutlak varlığın, Tanrı’nın ötelerde olduğu anlamında değildir. Mutlak varlık Kur’an’daki ifadeyle her an içimizde, kalbimizdedir (hatta bize bizden -şah damarımızdan- daha yakındır.) Yine Augustinus’un İtiraflar’ında da ifade ettiği gibi, O’nun varlığı bizim için yaşamda güven, sebat ve ahlak kaynağı, mutluluğun güvencesidir.

İnanan insanlar Tanrı kavramının zihnimizde tıpkı matematik sayılar, geometrik biçimler, iyi ve kötü gibi etik kavramlarla birlikte doğuştan yani a priori bir kavram olduğunu, hatta bunun bizatihi Tanrı’nın kendisi tarafından zihnimize nakşedildiğini ileri sürerler. Öyle ya, nasıl olur da bizim gibi her şeyi bilmeye gücü yetmeyen varlıklar, sonsuz derecede yetkinliği olan bir kavramı ortaya koyabilsinler ki? Bu topyekûn evreni kucaklamaktan ya da zihnimize sığdırmaktan daha kolay değil ki. Kaldı ki evren dahi şöyle ya da böyle artık anlaşılır olsa da bütün hâlinde bizim için hâlâ muammadır. Dünya’nın, Ay’ın, Güneş’in, yıldızların ve galaksilerin yapısı hakkında bir şeyler bilsek de hâlâ uzay hakkında bildiklerimiz, bilmediklerimizin yanında çok küçük kalmaktadır. Öyleyse uzayı veya evreni de kucaklayan yahut onların çok ötesindeki Tanrı düşüncesini ortaya koymak, niteliklerini belirlemek doğrusu olağanüstü bir iştir. O’nun en mükemmel olduğu, hiçbir noksanlığının bulunmadığı düşüncesi varabileceğimiz en uç noktadır.

Bölünmüş, parçalanmış, konumlandırılmış veya kategorize edilmiş olan tanrı değil, nesnedir. Nesneler dünyası da bizim dünyamızdır. Dolayısıyla bir ateist için tanrının ne kavramsal bir değeri bulunmakta ne de bu kavramın dış dünyada bir karşılığı, gerçekliği söz konusu olmaktadır. Durum bu olunca açıklanması gereken yüzlerce sorunla yüzleşmek zorunda kalan ateist düşünce, çareyi sığ bir maddeciliğe sığınmakta bulmaktadır. Maddeci olmak da kuşkusuz bir bilimsel bakıştır. Ancak tamamen materyal -bedensel- olmadığımızı, beden hallerimizi aşan farklı bilinç durumlarımızın gerçekliğini herhalde herkes kabul eder. Bunun için idealist düşünceye geçmek de gerekmemektedir.

Ateistler, tanrı kavramının ortaya çıkması, doğada sağlam bir temelin bulunmayışı iddiasıyla ilgili bir hayli çaba sarf etmişlerdir. Kavramın kendisini tartışmak ve inanan insan için ne ifade ettiğini anlamak yerine indirgemeci bir tavırla bu kavramın hayali olduğunu, kısaca somut bir gerçekliği bulunmadığını ifade etmiş, çok basit bir biçimde insan zihni ya da toplum tarafından üretildiği tezini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre aşkınlık veya zaten Tanrı diye aşkın bir varlık olmadığı için, olsa olsa bu kavramı insanoğlu kendisi ortaya çıkarmıştır düşüncesi esastır. Netice itibarıyla onlara göre Tanrı gerçek değil, zihnen üretilen, işlenen veya biçimlendirilen bir mittir. Kuşkusuz bilim ve doğa araştırmaları her boyutuyla hızla ilerlemekte ve tarihte olmadığı kadar mesafe kaydetmektedir. Bu her açıdan sevinilecek bir durumdur. Ancak bu yaklaşım hâlâ inanç olgusunu anlamamakta, dinin ne olduğunu iyi okuyamamakta, insan aklının basit bir gözlemle Tanrı’ya ulaşabileceğini tahmin edememektedir.

Ateistin tartıştığı ve yadsımaya çalıştığı tanrı kavramı aşkınlığı olmayan, yaratıcılığı ve kişiselliği bulunmayan kurgu ürünü olan, dünyevi bir tanrıdır. Ateist için varlığı aşan bir şey bulunmamakta, dahası varlığın ötesi diye bir durum söz konusu olmamaktadır. Her şey sığ dünyamızın içinde cereyan etmektedir. Ateistin bu noktada dünyaya hapsolduğu, maddi sınırların esiri olduğu açıktır.

İnanan için Tanrı sadece aşkın, yaratıcı ve iradi bir varlık değil, ayrıca yaşamımızı borçlu olduğumuz, sonsuz güç ve kudrete sahip, her şeyi gören, bilen, duyan, takdir eden, adalet, lütuf ve hayır sahibi bir varlıktır da. Tanrı’nın nasıl olur da böyle kişisel niteliklere sahip olduğu bir an akla gelse de bunu kendi varoluşumuz üzerinden daha iyi anlayabiliriz. Tıpkı varlığımızın sadece bedensel olmadığını, görenin sadece göz, işitenin sadece kulak, konuşanın sadece dil, düşünenin sadece beyin, dahası sevenin sadece kalp parçacığı olmadığını anladığımız an Tanrı’nın da zatiyetini idrak edebileceğiz. Aksi takdirde göremeyecek, işitemeyecek veya konuşamayacaktık. Ölen bir insanın niçin kulağı olduğu hâlde işitemediği, gözü olduğu hâlde göremediği veya beyni olduğu hâlde düşünemediğini ruhuyla ilişkilendirmemek, sadece beynin işlevini yitirmesine bağlamak, oldukça biyolojik bir açıklama olacaktır.

Sonuç itibarıyla ateistin tanrısı aslında hiçtir, hatta hiçliktir. Bu bağlamda ateistin kendisi de ne yazık ki hiçliğin içerisindedir. Ancak bu hiçlik duygusu ne kadar sürebilir ve nereye kadar sürdürülebilir, oldukça kaygı verici bir durum gibi görünmektedir. Bazı ateistler açısından bu hiçlik durumu belki bir sorun teşkil etmemektedir. Duygusal, etik veya sanatsal anlamda bir boşluk yaşamadığını, herhangi bir sığınılacak şeye de ihtiyaç duymadığını ileri sürebilecektir. Hatta zihninde birer söylence olarak düşündüğü tanrıların inkârında kendince doğru yaptığını da düşleyecek, “içim çok rahat” da diyebilecektir. Ancak sonuç itibarıyla gerçek Tanrı’dan uzak kalacak, yaşam üzerine hiçbir soruyu yanıtlayamayacak, varoluşunu da yeterince anlamlandıramayacaktır.