Hz. Âişe (ra) anlatıyor: “Safiyye kadar güzel yemek yapanı görmedim. O, Hz. Peygamber'e (sas) içerisinde yemek olan bir kap göndermişti. Ben de kendime hâkim olamadım, (kıskanıp) o kabı kırdım. Sonra da (pişman olup) Hz. Peygamber'e (sas) o kabın kefaretini (bedelini) sordum. O da, “(Kırılan) kap gibi bir kap, (dökülen) yemek gibi bir yemek.” buyurdu.

عَنْ عَائِشَةَ قَالَتْ: مَا رَأَيْتُ صَانِعَةَ طَعَامٍ مِثْلَ صَفِيَّةَ، أَهْدَتْ إِلَى النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) إِنَاءً فِيهِ طَعَامٌ، فَمَا مَلَكْتُ نَفْسِى أَنْ كَسَرْتُهُ، فَسَأَلْتُ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) عَنْ كَفَّارَتِهِ فَقَالَ: “إِنَاءٌ كَإِنَاءٍ وَطَعَامٌ كَطَعَامٍ.”

(N3409 Nesâî, Işratü'n-nisâ, 4; HM25670 İbn Hanbel, VI, 149)

***

عَنْ أَنَسٍ: أَنَّ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) اسْتَعَارَ قَصْعَةً فَضَاعَتْ فَضَمِنَهَا لَهُمْ.

Enes (b. Mâlik) (ra) tarafından nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) ödünç aldığı bir tabağı kaybetmiş ve onu sahiplerine tazmin etmişti.

(T1360 Tirmizî, Ahkâm, 23)

***

عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “لاَ ضَرَرَ وَلاَ إِضْرَارَ.”

İbn Abbâs'tan (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Zarar vermek de zarara zararla karşılık vermek de yoktur.”

(İM2341 İbn Mâce, Ahkâm, 17)

***

عَنْ سَمُرَةَ عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “عَلَى الْيَدِ مَا أَخَذَتْ حَتَّى تُؤَدِّيَ.”

Semüre'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Başkasına ait bir malı alan, onu sahibine geri verinceye kadar ondan sorumludur.”

(D3561 Ebû Dâvûd, Büyû' (İcâre), 88; T1266 Tirmizî, Büyû', 39)

***

عَنْ عَمْرِو بْنِ شُعَيْبٍ، عَنْ أَبِيهِ، عَنْ جَدِّهِ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “مَنْ تَطَبَّبَ، وَلَمْ يُعْلَمْ مِنْهُ طِبٌّ قَبْلَ ذَلِكَ، فَهُوَ ضَامِنٌ.”

Amr b. Şuayb'ın (ra), babası aracılığıyla dedesinden naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Kim doktor olmadığı hâlde tabiplik/tedavi yapar (da hastaya zarar verirse) onu tazminle yükümlüdür.”

(İM3466 İbn Mâce, Tıb, 16; N4834 Nesâî, Kasâme, 40-41)

***

Resûlullah (sas), Hz. Âişe’nin (ra) odasındaydı. Diğer eşi Safiyye (ra), hizmetçisini göndererek, pişirdiği yemekten kendisine ikramda bulunmak istemişti. "Safiyye kadar güzel yemek yapanı görmedim." diyen Âişe (ra), bu ikramdan hiç de memnun olmamıştı. Kendisine hâkim olamadı. Hz. Safiyye’nin (ra) bu davranışını kıskanarak hizmetçinin eline vurdu. Tabak düşüp kırıldı, yemek odaya saçıldı. Hz. Peygamber (sas), her zamanki anlayışlı ve sabırlı tavrı ile yerinden kalktı. Bir yandan yerdeki parçaları toplarken diğer yandan da etrafa saçılan yemeği kabın içine koymaya başladı. O esnada yanındakilere dönerek, "Anneniz kıskandı." dedi. Kırılan tabağın yerine yenisini vermek üzere hizmetçiyi bir süre bekletti. Bu durumu pişmanlıkla seyreden Âişe (ra), Resûlullah’a (sas) bu yaptığının kefaretini sordu. O da, "(Kırılan) kap gibi bir kap, (dökülen) yemek gibi bir yemek." buyurdu. Biraz sonra getirilen sağlam tabağı, yemeği gönderen hanımına götürmesi için hizmetçiye verirken kırık olanı da Hz. Âişe’nin (ra) odasında bıraktı. Böylece Peygamberimiz (sas), insanlara maddî zarar verildiğinde nasıl davranılacağına dair örnek bir tavır sergiliyordu. Her ne kadar burada hukukî bakımdan bağlayıcı bir durumdan bahsetmese de, ahlâkî açıdan böyle bir tazminatın önemini vurguluyordu. Nitekim Enes b. Mâlik’in (ra) rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (sas) ödünç aldığı bir tabağı kaybetmiş ve onu sahiplerine tazmin ederek yani zararı telâfi ederek tek bir tabak ile bile olsa insanları mağdur etmekten kaçınmıştı.

‘Tazmîn’ kelimesinin çoğulu olan tazminat, borçlanmak, garanti vermek, tazmin yükümlülüğü altına girmek ve korumak demektir. Zararın yükümlü tarafından karşılanması anlamında ‘tazmîn’ veya bunun yerine ‘damân’ sözcüğü de kullanılır. Buna göre tazminat, ‘telef olan, zarara uğratılan şeyin aynısını veya değerini zarar görene vermek’ demektir. Bu durumda tazminat, ihlâle uğrayan bir hakkın iadesi anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de, akitlerin ve sözlerin yerine getirilmesi, başkalarının mallarına zarar verilmemesi, haksızlık ve kötülüklerin denk bir ceza ile karşılanması istenmiş, zerre miktarı kadar iyilik veya kötülük işleyenlerin yaptıklarının karşılığını görecekleri bildirilmiştir. Bunun neticesinde haksızlığa uğrayanların korunması, işlenen suçların karşılıksız bırakılmaması ve verilen zararların giderilmesi anlayışı İslâm adaletinin temelini oluşturmuştur. Zararı tazmin ettirmenin meşru olduğunu gösteren birçok hadis de vardır. Peygamberimiz (sas) şu ifadeleriyle önemli bir ilkeye vurgu yapmaktadır: "Zarar vermek de zarara zararla karşılık vermek de yoktur."  Bu hadis genel bir mânâ ifade etse de dolaylı olarak zararın tazmin edilmesi gerektiğini de anlatır. Onun içindir ki İslâm fıkhında ve kodifiye edilmiş bir fıkıh mecmuası olan Mecelle ’de, bu hadis esas alınarak "Mevcut zarar giderilir." şeklinde bir kaide belirlenmiştir. Bu hadisten zarara misli ile veya başka bir şekilde zarar vererek mukabele edilemeyeceği ve kişisel olarak intikam alınamayacağı da anlaşılmaktadır. Zarara uğrayanın, yetkili kişilere başvurup tazminat talep etmesi hâlinde mağduriyeti giderilebilir. Nitekim yukarıdaki hadiste de Hz. Âişe (ra), Peygamber Efendimize (sas) başvurmuş ve bunun neticesinde tazminatın ne şekilde ödeneceği belirlenmişti.

Zararı telâfi etmek için tazminat ödenmesinin birçok hikmeti vardır. Hak ihlâli sonucu oluşan mağduriyeti gidermenin, hem adalete olan güveni sağlamlaştıracağı, hem de kin ve intikam duygularını söndüreceği bir gerçektir. Ayrıca tazmin etme/ettirme, suistimalleri önleyecek, insanları yaptıkları işlerde daha temkinli ve titiz olmaya götürecektir.

Zararların telâfisini ifade etmek üzere hadislerde ‘diyet’, ‘erş’ ve ‘damân’ gibi kelimeler yer alır. Zararın mala, cana ve bedene yönelik olmasına göre farklı adlandırmalar söz konusudur. Zarar insana yönelik olduğunda tazminat genellikle ‘diyet’ adını alır. Diğer bir ifadeyle ‘diyet’, daha çok ölümle sonuçlanan zararın tazmin edilmesidir. ’Erş’, insanın yaralanması hâlinde başvurulan tazminat şeklidir. Mala ve eşyaya verilen zararların tazmini ise genellikle ‘damân’ terimi ile ifade edilmektedir.

Maddî zararlara karşı tazminat ödenmesinin hikmeti açıktır. Karşı tarafa bir zarar verilmiştir ve bu zarar telâfi edilmelidir. Gönüller ancak bu şekilde teskin olur, huzur bulur. Zira verilen bir zarara misliyle veya başka şekilde zarar vererek mukabele etmek, intikam almak, toplumda kaosa ve hukuksuzluğa yol açar. Maddî zararlarda kısas caiz olmadığına göre, gönüllerin teskin edilmesi için geriye bir telâfi yolu kalıyor. O da zararın ödenmesini istemektir. Meselâ, komşusu tarafından camı kırılan kimsenin, misilleme yaparak komşusunun camını kırması anlamsızdır. En makul çözüm, kırılan camın tazmin ettirilmesidir. Nitekim bir defasında Medineli sahâbîlerden Berâ’ b. Âzib’in (ra) devesi bir adamın bahçesine girmiş ve oraya zarar vermişti. Kendisine arz edilen bu olayda Hz. Peygamber (sas) bahçe sahiplerinin, bahçelerini gündüz; hayvan sahiplerinin de hayvanlarını gece korumaları gerektiğine; dolayısıyla hayvanların gece verdikleri zararın sahiplerine ödettirilmesine hükmetmişti.

Peygamberimizin (sas) bu olayda gece ve gündüz arasında fark gözetmesi, örf itibariyle bahçelerin gündüzleri sahipleri veya vekilleri tarafından korunuyor olmasından dolayıdır. Aynı şekilde o dönemde hayvanların gündüzleri otlaklara salıverilip gecelerin ağıllarda toplanması da hayvan sahiplerinin âdetiydi. Bu âdetlere muhalif davranan, malı muhafaza geleneğini terk etmiş ve kusur işlemiş sayılırdı. Burada, yeterli tedbirlerin alınmaması ya da ihmal durumlarında ortaya çıkan zararların tazmin edileceği esprisi yatmaktadır.

Bazı zararlardan dolayı tazmin gerekmediğine dair Peygamberimizden (sas) nakledilen hadisler bulunmaktadır: "Hayvanların yaralaması sebebiyle, kuyuya düşmekten dolayı veya maden ocağında çalışırken meydana gelen zararlar için tazminat gerekmez."  Hadiste sayılan bu zararlardan dolayı diyet veya tazminat gerekmeyeceği ifade edilmekle birlikte, hadis şarihleri burada kastedilen zararın değeri ile hayvanın durumu hakkında farklı kanaatler serdetmişlerdir. Buna göre söz konusu tazminat gerekmeyen zararlar, kişilerin ihmali olmamasına rağmen ortaya çıkan kıymetsiz zararlar olmalıdır. Aksi takdirde, gerekli tedbirlerin alınmaması gibi ihmaller varsa verilen zarar, müsamaha gösterilemeyecek kadar büyükse elbette tazminat gerekecektir.

Aslında hadiste geçen bu çeşit zararların tazmin edilip edilmemesiyle ilgili erken dönemlerden itibaren hayli ihtilâf söz konusudur. Mezhep imamları da bu konularda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İslâm’daki emanet, adalet, hak hukuk, kimseye zarar vermeme, kimseden zarar görmeme gibi genel ilkelerden hareket edildiğinde, kasıt olmasa da ihmal veya tedbirsizlik gibi nedenlerden dolayı başkalarına verilen zararların elbette tazmini gerekecektir. Dolayısıyla yukarıdaki hadisi, mutlak bir hüküm, normatif bir kural gibi kabul etmek ve sebep olunan zararları tazmin etmemek, asla Hz. Peygamber’in (sas) hedeflediği bir sonuç değildir.

Nitekim Peygamberimiz (sas) ödünç alınan malla ilgili kişinin tazmin sorumluluğu olduğunu belirtmektedir: "Başkasına ait bir malı alan, onu sahibine geri verinceye kadar ondan sorumludur." Resûlullah (sas), Huneyn Savaşı’nda henüz Müslüman olmayan Safvân b. Ümeyye’den zırhlar almıştı. Safvân, "Bu gasp mı yâ Muhammed!" deyince Allah Resûlü (sas), "Hayır, aksine zarara uğradığı takdirde bedeli ödenmek üzere alınan bir emanettir." diyerek onları ödünç aldığını ve koruyacağını ifade etmişti.

Şaka yollu veya habersiz alınan bir şeyin, küçük dahi olsa sahibine geri verilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde telâfi edilmelidir. Bununla ilgili olarak Resûlullah (sas) şöyle buyurmaktadır: "Sizden biriniz kardeşinin herhangi bir malını ne şaka yollu ne de kasten alsın. Kim kardeşinin bastonunu (bile haberli veya habersiz olarak) almışsa onu derhâl geri versin."

Gerek Resûlullah (sas) döneminde ve gerekse ilk halifeler döneminde zanaatkârlara iş yapmaları için bırakılan eşya emanet telakki edilir, kasıt olmaksızın zayi veya telef olması hâlinde zanaatkârlara ödetilmezdi. Bu dönemlerde insanlar birbirine güvendiği için, eşyanın kaybolduğunu söyleyen zanaatkârların sözlerine itimat edilirdi. Fakat ilerleyen yıllarda, bu emanet duygusunun yerini insanların mallarına karşı tamah, hırs duyguları almaya başladı. Zamanla halkın eşyasına göz koyan bazı zanaatkârların bu ödetmeme hükmünü kötüye kullanmaları, halkın zarar görmesine yol açtı. Şayet durum bu şekilde kendi hâline bırakılırsa söz konusu hukuka tecavüz iyice yaygınlaşacak, insanlar güçlük içinde kalacaktı. Bu tür zanaatkârların gevşekliği ve malları korumamaları neticesinde, ya halkın güveni sarsıldığı için ilgili zanaatlar tamamen terk edilecek ya da herhangi bir tazminat ödemedikleri için, yalan, hile ve hıyanet ile zanaatkârlar tarafından insanların malları suistimal edilecekti. İşte bu olumsuz gelişmeler karşısında, Hz. Ali (ra) insanlar lehine ihtiyatla hareket ederek, terzi, boyacı ve benzer zanaatkârlara telef ettikleri malları ödetmeye başladı. Hatta o bu hususta, "İnsanları ancak bu ıslah eder." demişti.

Görüldüğü gibi, bazı zanaatkârların ahlâkî zafiyetlerine karşı, halkın mallarını korumaya yönelik bir tedbir olarak Hz. Ali (ra) zanaat erbabı elinde telef olan eşyanın tazminini talep etti. Şüphesiz bu emir, toplumda gittikçe yaygınlaşan mefsedeti önlemek, malın muhafazası şeklindeki genel maslahatı korumak amacına mâtuf bir ictihad idi.

Günümüzde kişi veya şirketlerin ürettikleri malların gerek üretim, gerekse dağıtım aşamasında gerekli özen gösterilmemesinden dolayı zaman zaman hatalı, defolu hâle geldikleri görülebilmektedir. Bu durumlarda da hataların doğrudan üretimden veya dağıtımdan kaynaklandığı tespit edildiğinde sorumlu kişilerin sağlam olarak teslim etmeyi taahhüt ettikleri malların bedelini veya mislini tazmin etmeleri de bu kapsamda değerlendirilebilir.

Günlük hayatta sadece insanların mallarına zarar verilmeyebilir. Değişik sebeplerle, kişilerin canları, bedenleri kısaca insan sağlığı da zarara uğratılabilir. Bu konuyla ilgili olarak Resûlullah Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır: "Kim doktor olmadığı hâlde tabiplik/tedavi yapar (da hastaya zarar verirse) onu tazminle yükümlüdür." Buna göre, uzman olmadığı hâlde yaptığı operasyonla hastaya zarar veren kişi, o zararı tazmin etmek zorundadır.

İnsanların birbirlerini yaralayarak verdikleri zararlar da tazminat konusuna girmektedir. Resûlullah (sas) nesep ilmini iyi bilen Ebû Cehm b. Huzeyfe’yi zekât tahsildarı olarak taşraya göndermişti. Bir adam, zekâtı hakkında Ebû Cehm ile münakaşa etmiş, bunun sonucunda Ebû Cehm onun başını yaralamıştı. Sonra adamın yakınları Peygamber’e (sas) gelerek, "Yâ Resûlallah! Kısas istiyoruz!" dediler. Peygamber (sas) onlara, "Size şu kadar mal verilsin." buyurdu. Adamlar razı olmadılar. Resûl-i Ekrem (sas) ödenecek tazminat miktarını artırarak, "Size şu kadar mal verilsin." buyurunca adamlar bu kez razı oldular. Bunun üzerine Peygamber (sas) onlara, "Ben öğleden sonra halka hitap edeceğim ve sizin razı olduğunuzu onlara bildireceğim." buyurdu. Adamlar, "Evet!" dediler. Bunun üzerine Peygamber (sas) cemaate bir konuşma yaptı ve "Şu Leysîler kısas talebinde bulunmak üzere bana başvurdular. Ben onlara kısas yerine şu kadar tazminat teklif ettim." buyurdu. Sonra onlara dönüp, "Razı oldunuz mu?" diye sordu. Adamlar, "Hayır!" diyerek verdikleri sözü tutmadılar. Bunun üzerine muhacirler onlara mâni olmak istediler. Fakat Peygamber (sas) muhacirlerin vazgeçmelerini emretti. Muhacirler de vazgeçtiler. Sonra Resûl-i Ekrem (sas) onları çağırdı ve kendilerine verilecek mal miktarını artırdı. Sonra onlara, "Razı oldunuz mu?" diye sorunca adamlar, "Evet!" dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sas), "Ben halka konuşma yapacağım ve sizin razı olduğunuzu onlara haber vereceğim." buyurdu. Adamlar, "Peki!" dediler. Sonra Peygamber (sas) halka konuşma yaptı. Sonra adamlara, "Razı oldunuz mu?" buyurdu. Adamlar da, "Evet!" dediler.

Tazminata, diğer bir ifadeyle diyet gerektiren durumlara dair ilginç bir örnek de Hz. Peygamber (sas) döneminde yaşanan şu olaydır: Hüzeyl kabilesinden iki kadın kavga etmiş, bunlardan biri diğerine bir taş atıp onu ve karnındaki çocuğu öldürmüştü. Bunun üzerine ölen kadının ailesi, davayı Resûlullah’a (sas) götürdüler. Resûlullah (sas) da ceninin diyetinin (kan bedelinin), bir köle veya cariye olmasına hükmetti (gurre), kadının diyetini de öldüren kadının âkılesine yani yakınlarına yükledi.

Benzer bir olay da Hz. Ömer (ra) devrinde meydana geldi. Hz. Ömer (ra) kadının çocuğunun düşmesine sebep olanın durumunu araştırmak için, "Kim bu konuda Hz. Peygamber’den (sas) herhangi bir şey işitti?" diye sordu. Hemen Muğîre b. Şu’be, "Ben" dedi. "Nedir o?" deyince de şu cevabı verdi: "Resûlullah’ın (sas) "(Anne karnındaki çocuğun düşmesine sebep olanın) tazminat olarak bir köle veya bir cariye ödemesi gerekir." dediğini işittim." Hz. Ömer (ra), "Sana şahitlik yapacak birini bana getir." dedi. Bunun üzerine oradan ayrıldı. Dışarıda Muhammed b. Mesleme’ye rastladı. Onu Hz. Ömer’e (ra) götürdü. O da aynı hadisi kendisinin de işittiğini söyleyerek şahitlik etti. Bu olaylarda görüldüğü gibi Kur’an ve sünnete göre adam öldürme gibi suçlarda kısas cezasının yanı sıra, maktulün yakınlarının tercihine göre bazen tazminat ile de hüküm verilebilmektedir. Kısasla ve tazminatla ilgili bu temel espriyi Peygamberimiz (sas) şöyle vurgulamaktadır: "Bir yakını öldürülen (mirasçı durumundaki) kimse, (mahkemede) şu iki tercihten birini seçebilir; ya fidye (tazminat) verilmesi ya da katilin öldürülmesi (kısas)." Resûl-i Ekrem Efendimiz (sas) hadislerinde tazmini ifade eden diyet miktarlarına da işaret etmiştir. Örneğin, yanlışlıkla adam öldüren kişinin diyetinin yüz deve olduğunu bildirmiş, yaralanan her bir organ için de ne kadar tazminat verileceğini belirlemiştir.

İnsanlara maddî zararlar verilebileceği gibi mânevî zararlar da verilebilmektedir. Maddî zararlar kişinin mal ve bedenine yönelik iken, mânevî zararlar ise kişinin onur, şeref ve saygınlığına yöneliktir. Bu, kimi zaman kişiyi toplum nezdinde küçük düşürücü bir itham, hakaret olabileceği gibi kimi zaman dedikodu ve iftira şeklinde de olabilir. Bir gün Peygamber Efendimiz (sas) ashâbına, "Biliyor musunuz müflis kimdir?" şeklinde sorar. Ashâb, "Bizce müflis, parası ve malı olmayan kimsedir." derler. Bunun üzerine Peygamber (sas), "Benim ümmetimin müflisi şu kimsedir; kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelir, fakat şuna sövmüş, buna iftira etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş ve şunu dövmüştür. Bundan dolayı onun iyiliklerinden, hak sahiplerinin her birine verilir. Üzerinde olan haklar ödenmeden iyilikleri tükenirse hak sahiplerinin günahları o kimseye yüklenir, sonra da o kimse cehenneme atılır." buyurur. Hz. Peygamber (sas) son tavsiyelerini verdiği Veda Hutbesi’nde insanların malları ve canları gibi namus, şeref ve haysiyetlerinin de kutsal olduğunu bildirmişti. Bu hadisler ışığında düşünüldüğünde, her türlü zararın dünyada veya âhirette mutlaka tazmin edileceği anlaşılmaktadır. Peygamber Efendimizin (sas) müflis olarak nitelendirdiği kimse, vermiş olduğu zararlardan dolayı karşı tarafın mağduriyetine sebep olan zararı dünyada değil de âhirette tazmin etmiş olan kimsedir.

Tazminat olarak belirlenen hakların alınmasında şöyle bir durum söz konusudur: Söz konusu olan hak, şahıslara veya onların mallarına yönelik bir cürümden dolayı ortaya çıkan malî veya malî sonuçları bulunan bir hak ise kişi bunda istediği şekilde karar verme yetkisine sahiptir. İsterse sorumluyu bağışlar isterse de tazminatın ödenmesini talep eder. Hiçbir kimsenin veya otoritenin bu hakkı kaldırma yetkisi bulunmamaktadır. Kişileri ilgilendirmekle birlikte bir yönüyle de kamu düzenine yönelik suçlarda terettüp eden tazminat durumlarında ise kişinin kendi hakkından vazgeçmesi bu şahsa ayrıca bir ceza/tazminat yüklenmesine mâni olmaz. Örneğin, yol kesme, gasp veya kamu malına yönelik işlenen bir suçta mağdur kişilerin kendi özel haklarından vazgeçmeleri, suçluların üzerinde kamuya verdikleri zarardan dolayı oluşan tazminat yükümlülüğünü kaldırmaz. Bunun yanında sadece ‘Allah hakkı’ olarak bilinen ibadetlerin eksik olarak yapılmasından doğan malî yükümlülüklerin yerine getirilip getirilmemesi kul ve Allah (cc) arasında olan bir durumdur. Örneğin kişinin yemin kefaretini ödememesi, hac yasaklarını ihlâl edenin veya ihramlının avlanması durumunda terettüp eden cezaların yerine getirilmemesinin sonucu kişi ve kul arasında olan bir durumdur. Kişinin belirlenen cezaları ödemesi kulluğunun bir gereğidir. Ancak bunu yerine getirmemesi durumunda kişi Allah’a (cc) karşı sorumludur. Hesabı soracak yegâne merci de O’dur. Dilerse onu bağışlar dilerse de cezalandırır.

Peygamberimiz (sas) maddî zararlara karşı bir telâfi sistemi geliştirmiş ve bunun titizlikle uygulanmasını istemiştir. Zira dinimizde zarar vermeye müsaade edilmediği gibi zarar verenin cezasız kalması da arzu edilmemiştir. Maddî olarak verilen zararlar muhakkak telâfi edilmelidir. Zarara uğrayanın bunu affetmesi başka bir durumdur ancak zarar verenin zararı telâfi etmesi gerekir. Bunun hukukî boyutunun yanında insanî ilişkileri ilgilendiren başka bir boyutu daha vardır. Zarar vermek suretiyle oluşan mağduriyeti gidermek, adalete olan güveni sağlamlaştıracağı gibi kin ve intikam duygularını da söndürecektir. Zararları telâfi etmek, insanların gönüllerini kazanmak, kırılan kalpleri teskin etmek için de bir yoldur. Hatta küçük ve önemsiz dediğimiz zararlarda bile umursamaz bir tavır takınmak yerine karşı tarafın gönlünü alabilecek her türlü yola başvurulmalıdır.

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam