Vahiy: Allah'ın ebedi ve ezeli sözü
Enes (b. Mâlik) anlatıyor: Resûlullah"ın (sav) vefatından sonra Hz. Ebû Bekir (ra), Hz. Ömer"e “Haydi, Allah Resûlü"nün ziyaret ettiği gibi biz de Ümmü Eymen"i ziyaret edelim.” dedi. Yanına vardığımızda (Ümmü Eymen) ağlamaya başladı. “Niye ağlıyorsun? Allah katındakiler Resûlullah (sav) için daha hayırlıdır.” dediler. “Ben Allah"ın katındakilerin Resûlü (sav) için daha hayırlı olduğunu bilmediğimden ağlamıyorum. Asıl gökten inen vahyin kesilmiş olmasına ağlıyorum.” dedi. Ümmü Eymen (bu sözüyle) Hz. Ebû Bekir"i ve Hz. Ömer"i de duygulandırdı. Onlar da birlikte ağlamaya başladılar.
(M6318 Müslim, Fedâilü"s-sahâbe, 103; İM1635 İbn Mâce, Cenâiz, 65)
***
Müminlerin annesi Hz. Âişe anlatıyor: “Allah Resûlü"nün (sav) ilk vahiy almaya başlaması uykuda doğru rüya (rüyâ-i sâdıka) görmekle olmuştur. Onun istisnasız bütün rüyaları gün gibi gerçek çıkardı. Sonra ona yalnızlık sevdirildi. Artık Hira dağındaki mağarada yalnızlığa çekilip, orada geceler boyu, ailesine dönmeden tek başına ibadet ediyordu. Bunun için yanında yiyecek de götürürdü. Sonra yine Hatice"nin yanına dönüp, bir o kadar zaman için tekrar yiyecek alırdı. Nihayet bir gün, Hira mağarasındayken ona hak (vahiy) geldi. Melek geldi ve "Oku!" dedi. O, "Ben okuma bilmem." dedi. (Allah Resûlü yaşadıklarını şöyle anlattı): “Beni tutup gücüm tükeninceye kadar sıktı. Sonra bırakıp tekrar, "Oku!" dedi. "Ben okuma bilmem." dedim. İkinci defa tutup gücüm tükeninceye kadar sıktı. Bırakıp tekrar, "Oku!" dedi. "Ben okuma bilmem." diye cevap verdim. Üçüncü defa tutup gücüm tükeninceye kadar sıktı ve bırakıp şöyle söyledi: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alaktan (embriyodan) yarattı. Oku! Senin Rabbin en Kerîm olandır..."”
(Alak 96/1-3; B3 Buhârî, Bed"ü"l-vahy, 1)
***
Müminlerin annesi Hz. Âişe"den (ra) nakledildiğine göre, Hâris b. Hişâm (ra) Allah Resûlü"ne (sav) “Yâ Resûlallah, sana vahiy nasıl geliyor?” diye sordu. Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu: “Bazen zil/çan sesi gibi geliyor ki, bana en ağır geleni de budur. (Uğultu) kesildiğinde (vahyin bana) söylediklerini tam olarak kavramış ve ezberlemiş oluyorum. Bazen de melek bana insan şeklinde görünüyor, benimle konuşuyor ve ben de onun dediklerini kavramış ve ezberlemiş oluyorum.”
(B2 Buhârî, Bed"ü"l-vahy, 1)
***
Ebû Saîd el-Hudrî"nin rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Benden (duyduğunuz her şeyi) yazmayın. Kim benden Kur"an dışında (duyduğu) bir şey yazmışsa, onu imha etsin...”
(M7510 Müslim, Zühd, 72)
***
Ebû Musa (el-Eş"arî)"den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah"ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, (farklı yapılardaki) topraklara düşen bol yağmura benzer. Bunlardan bazıları temizdir, suyu alır, bol bitki ve ot yetiştirir. Bazıları kuraktır, suyu (yüzeyinde) tutar. Bu sudan insanlar yararlanır; hem kendileri içerler hem de (hayvanlarını) sularlar ve ziraat yaparlar. Diğer bir toprak çeşidi de vardır ki dümdüzdür. (Ona da yağmur düşer ama) o ne su tutar ne de bitki yetiştirir. Allah"ın dinini inceden inceye kavrayan, Allah"ın beni kendisiyle gönderdiğinden (hidayet ve ilimden) faydalanan, öğrenen ve öğreten kimse ile (bunları duyduğu vakit kibrinden) başını bile kaldırmayan ve kendisiyle gönderildiğim Allah"ın hidayetini kabul etmeyen kimsenin misali işte böyledir.”
(B79 Buhârî, İlim, 20)
---
Ümmü Eymen, Allah Resûlü"nün “Annemden sonraki annemdir.” diyerek taltif ettiği, Peygamberimize dadılık yapmış, onu elinde büyütmüş, ilk Müslümanlar arasına katılmış müstesna bir hanımefendiydi. Hz. Peygamber"in Hz. Hatice ile evlenmesinden sonra Ümmü Eymen onun yanından ayrılmış, bilâhare Ubeyd b. Zeyd ile hayatını birleştirmiş ve Eymen adında da bir çocuğu olmuştu. Ubeyd"in bir savaşta şehit olmasının ardından Zeyd b. Hârise ile evlenmiş ve bu evlilikten de Peygamberimizin torunlarından ayrı tutmadığı Üsâme doğmuştu. Peygamberimiz Ümmü Eymen"e olan hürmet ve vefasını vefat edinceye kadar devam ettirmiş, onu sık sık ziyaret etmiştir. Vefatından sonra da Peygamberimizin yakın dostları ona aynı şekilde ilgi ve saygıda kusur etmemişlerdir. Yine Allah Resûlü"nün hizmetinde bulunmuş, onun en yakınındakilerden biri olan Enes b. Mâlik"in (ra) anlattığına göre, Resûlullah"ın (sav) vefatından kısa bir süre sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer"e “Haydi, Allah Resûlü"nün ziyaret ettiği gibi biz de Ümmü Eymen"i ziyaret edelim.” demişti. Yanına vardıklarında Ümmü Eymen ağlamaya başladı. “Niye ağlıyorsun? Allah katındakiler Resûlullah (sav) için daha hayırlıdır.” dediler. O, “Ben Allah"ın katındakilerin Resûlü (sav) için daha hayırlı olduğunu bilmediğimden ağlamıyorum. Asıl gökten inen vahyin kesilmiş olmasına ağlıyorum.” dedi. Ümmü Eymen (bu sözüyle) Hz. Ebû Bekir"i ve Hz. Ömer"i de duygulandırmıştı. Onlar da birlikte ağlamaya başladılar.
Allah Resûlü"nün yetişmesinde emeği olan, ona anne şefkati besleyen bir kadının, onun vefatı ile birlikte vahyin kesilmiş olmasına hayıflanması ve ağlaması, kuşkusuz büyük anlamlar içermektedir. Ümmü Eymen"in hayatında vahyin kesilmesiyle oluşan boşluk, Resûl-i Ekrem"in şahsının aralarından ayrılmasıyla oluşan boşluk kadar derin olmalıdır. İlhamın, rüyanın, kehanetin rağbet gördüğü bir toplumda, insanların bütün bunları bırakıp vahye yönelmeleri, Hz. Peygamber"in şahsı ile getirdiği vahyi ayrı değerlendirmeleri, kısacası vahye dair bir bilince sahip olmaları, Ümmü Eymen"in cümlelerinde dile getirilmiştir. Bu durum, vahyin tarihe doğrudan müdahale etme ve onu olması gereken istikamete dönüştürme niteliğinden kaynaklanmaktadır.
Ümmü Eymen Hz. Peygamber"in aralarından ayrılışı ile birlikte vahyin ilânihaye kesilmiş olmasına üzülüyordu. Bunun sebebi, onun zihninde ve kalbinde vahyin, Peygamber"i aşan ve ondan bağımsızlaşan bir niteliğe sahip olmasıdır. Vahyin kesilmesi, bir anlamda hayata insanüstü ilâhî müdahalenin kesilmesi, çözümün durması, kesin ve doğru bilgi akışının kaybolması, ufkun daralması, Yüce Yaratıcı"nın artık bir fâni ile doğrudan konuşmaması demekti. İlk vahiyden sonra vahiy bir süre kesilmişti de Peygamberimiz ciddi bir mânevî sıkıntı yaşamış, ardından gelen ve onu ferahlatan âyetlerde şöyle buyrulmuştu: “Kuşluk vaktine andolsun. Karanlığı çöktüğü vakit, geceye andolsun. Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı.” Vahyin kesilmesiyle Rabbin insanı terk etmesi gibi bir his arasında kurulan bu ince ilişki, belki Ümmü Eymen"in üzüntüsünü de izah edebilir. Vahiy, insanın akıl ve duyularla elde ettiği bilgilerden farklı olarak, ona görünmeyenin de bilgisini veriyordu. Elle tutulan gözle görülen eşyaya ilişkin bilgi, kuşkusuz görünmeyeni düşleyen, eşyanın hakikatini arayan insanı tatmin etmiyordu. Ötelerin haberleriyle beslenmiş bir kalp, dar bir dünyaya sığmıyordu, daralıyordu.
Vahyin kesilmesi ile yaşanan bu derin sarsıntının daha büyüğü, aslında vahyin ilk gelişi ile de yaşanmıştı. Semavî haberlerin kesilmesi ile kendilerini biçare hisseden, câhiliye karanlığına gömülmüş insanlar, ilâhî bir kudret onları ansızın kalplerinden yakalayıp silkelediğinde de neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Bu ilâhî müdahale, fertlerin iç dünyasını ve toplumsal hayatı köklü bir değişime davet ediyordu. Bu değişimin adresi Hira"ydı. Müminlerin annesi Hz. Âişe, Peygamber Efendimizin ilk vahiy tecrübesini şöyle anlatmaktadır: “Allah Resûlü"nün (sav) ilk vahiy almaya başlaması uykuda doğru rüya (rüyâ-i sâdıka) görmekle olmuştur. Onun istisnasız bütün rüyaları gün gibi gerçek çıkardı. Sonra ona yalnızlık sevdirildi. Artık Hira dağındaki mağarada yalnızlığa çekilip orada geceler boyu, ailesine dönmeden tek başına ibadet ediyordu. Bunun için yanında yiyecek de götürürdü. Sonra yine Hatice"nin yanına dönüp, bir o kadar zaman için tekrar yiyecek alırdı. Nihayet bir gün, Hira mağarasındayken ona hak (vahiy) geldi. Melek geldi ve "Oku!" dedi. O, "Ben okuma bilmem." dedi. (Allah Resûlü yaşadıklarını şöyle anlattı): “Beni tutup gücüm tükeninceye kadar sıktı. Sonra bırakıp tekrar, "Oku!" dedi. "Ben okuma bilmem." dedim.
İkinci defa tutup gücüm tükeninceye kadar sıktı. Bırakıp tekrar, "Oku!" dedi. "Ben okuma bilmem." diye cevap verdim. Üçüncü defa tutup gücüm tükeninceye kadar sıktı ve bırakıp şöyle söyledi: "Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alaktan (embriyodan) yarattı. Oku! Senin Rabbin en Kerîm olandır."”
Bunun üzerine Resûlullah (kendisine vahyolunan) bu âyetlerle (korkudan) yüreği titreyerek döndü ve (hanımı) Hatice bnt. Huveylid"in yanına girerek "Üzerimi örtünüz, üzerimi örtünüz!" dedi. Onun üzerini örttüler. Nihayet korkusu geçti. Ondan sonra Resûlullah başından geçenleri Hatice"ye anlattı ve "Kendimden endişe ettim." dedi. Hatice, "Öyle deme; Allah"a yemin ederim ki, Allah hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabanla ilgilenirsin, işini görmekten âciz olanların yükünü yüklenirsin, yoksula kazanç kapısı sağlarsın, misafiri ağırlarsın, başa gelen her türlü musibette yardım edersin." dedi. Sonra Hatice, Hz. Peygamber"i yanına alıp amcasının oğlu Varaka b. Nevfel"e götürdü. Varaka, câhiliye döneminde Hıristiyan dinine girmiş bir kimseydi. İbrânîce yazı bilir ve İncil"den İbrânîce âyetler yazardı. Varaka ihtiyarlamıştı, gözleri hiç görmüyordu. Hatice Varaka"ya, "Amcamın oğlu! Dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor?" dedi. Varaka, "Ne gördün, kardeşimin oğlu (anlat)." dedi. Resûlullah gördüğü şeyi kendisine anlattı. Bunun üzerine Varaka şöyle dedi: "Bu gördüğün, Allah"ın Musa"ya gönderdiği Nâmûs"tur (Cebrail"dir). Ah keşke genç olsaydım. Kavmin seni (şehirden) çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam!" Bunun üzerine Allah Resûlü, "Onlar çıkaracaklar mı beni?" diye sordu. O da, "Evet, senin getirdiğin gibi bir şey getirmiş olan herkes bu düşmanlığa uğramıştır." dedi ve "Eğer senin davet günlerine yetişirsem, sana elimden gelen yardımı yaparım." diye ekledi. Çok geçmeden Varaka vefat etti; ve (bundan sonra) vahiy bir süre kesintiye uğradı.”
Peygamberimiz câhiliye toplumunun çürümüş düzeninde kaybolmaktan kaçıp kuytulara sığındığında, kuşkusuz kaçtığı dünyaya, kendisini yeniden inşa edecek bir bilgi ile döneceğini bilmiyordu. “Oku!” emrinin verileceğini, bütün sahte ve yanlış bilgilere meydan okuyacağını da... Melek onu sıkıp takatini kestiğinde, ilâhî kudretin büyüklüğünü hissetmişti. Meleğin “Oku!” emrine karşılık Peygamberimizin “Okuma bilmem.” demesi de beşerî bilginin kesin, doğru ve sonsuz vahiy bilgisi karşısında ne kadar sınırlı ve ne kadar zannî olduğuna delâlet ediyor olmalıydı. Peygamberimiz vahyi ilk anda yadırgadı ve yaşadığı tecrübeden korktu. Çünkü vahyin, onun dışında gelişen ve onu da aşan bir mahiyeti vardı.
Kur"an Allah Teâlâ"nın sözüydü. Onu (Kur"an"ı) şeytanlar indirmemişti. O bir şairin ya da bir kâhinin sözü de değildi. “İnsanlar ve cinler bu Kur"an"ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine de destek olsalar, yine onun benzerini getiremezler.” di. Yüce Yaratıcı"nın gönderdiği âyetlerdeki sade ama etkileyici üslûp, hayatı bütün doğallığı ile yaşamaya ve düşünmeye meraklı Mekkelileri âdeta büyülüyordu. Fakat dönüp bizzat yaşadıkları bu etkiyi büyüyle, karışık rüyalarla, şiirle veya diğer bildikleriyle izah etmeye kalktıklarında çıkış yolu bulamıyorlar ve Resûl-i Ekrem"den, önceki peygamberler gibi bir mucize göstermesini istiyorlardı. Oysa vahyin kendisi, Hz. Muhammed"e (sav) verilen ilâhî bir mucizeydi. İlâhî kelâmı değiştirebilecek hiçbir güçten bahsedilemezdi. Varaka"nın dinleyip test ettiği tam da buydu. O, şiirin, kehanetin ve rüyanın birer bilgi vasıtası olarak kullanıldığı kültürü gözlemleyen ve aynı zamanda önceki vahiylerden de haberdar olan bir kişi olarak, bunun Allah"tan gelen bir vahiy olduğuna ikna oluverdi. Varaka, vahyi getirenin Cebrail olduğunu fark etti. Gerçi melek/Cebrail vahyin tek vasıtası da değildi. “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O, yücedir, hikmet sahibidir.” âyeti Hz. Peygamber"e vahyin geliş biçimlerine işaret etmekteydi.
Kur"ân-ı Kerîm"de Allah"ın meleklere, yeryüzüne ve gökyüzüne emir vermesi; bal arısına, Hz. Musa"nın annesine ve Hz. İsa"nın havârilerine ilham etmesi, Hz. Zekeriya"nın kavmine işarette bulunması, şeytanların birbirlerine fısıldaması ve insanlara kötülüğü telkin etmesi de “vahyetmek” fiiliyle ifade edilmiştir. Ancak Peygamber"e vahyedilmesi bütün bunlardan farklı bir anlam, ağırlık ve biçime sahiptir.
Allah Resûlü"ne bazen uğultu şeklinde gelen vahiy, çoğu zaman Cebrail aracılığıyla getiriliyordu. Cebrail kimi zaman kendi suretinde, kimi zaman sahâbeden Dıhye isimli bir zâtın şekline bürünerek, kimi zaman da kimsenin tanımadığı bir insan görünümünde vahiy getirmekteydi. Ne şekilde olursa olsun, kendisine vahiy geldiğinde Allah Resûlü farklı bir hâle bürünüyor, çevresindekiler onun bu hâlinden vahiy almakta olduğunu anlıyorlardı. Hz. Ömer, Resûlullah"a vahiy geleceği zaman arı uğultusu gibi bir ses duyulduğunu söylerken, müminlerin annesi Hz. Âişe de, son derece soğuk günlerde bile vahiy geldiğinde Resûlullah"ın (sav) aşırı derecede terlediğini ifade ediyordu. Nitekim Peygamberimiz bir gün minberin üzerine oturmuş çevresindeki Müslümanlarla sohbet ederken dünyaya kendilerini kaptırmamaları konusunda onları uyarmıştı. Sahâbîlerden birinin sorduğu soruya cevap vermek istediği sırada kendisine vahiy geldi. Olayı anlatan Ebû Saîd el-Hudrî"nin (ra) bildirdiğine göre, vahyin bitmesinin ardından Resûlullah (sav) "alnından boşanan terleri silerek" konuşmasını sürdürmüştü.
Vahiy kâtiplerinden Zeyd b. Sâbit (ra) ise, Allah Resûlü"nün (sav), kendisine "cihada katılanlarla katılmayanların aynı düzeyde olamayacaklarını" belirten âyeti yazdırdığı sırada gelen ikinci bir vahyin tesirini şöyle anlatır: “Vahiy geldiği sırada Resûlullah"ın (sav) dizi, benim dizimin üzerindeydi. Vahyin ağırlığından dizi bana o kadar ağır geldi ki, dizim ufalanıp dağılacak diye korktum. Sonra bu hâl ondan gitti ve âyetin devamı gelmiş oldu.” Vahyin nasıl geldiğini merak eden sahâbîlerden Ya"lâ b. Ümeyye de, Resûlullah"ın o sırada güneşten korunmak için üzerine çekilen bir örtünün altında vahiy almakta olduğu haber verilince onu izlediğini, vahyin sıkleti ile yüzünün nasıl kızardığını, nefes almasının nasıl değiştiğini anlatmıştır.
Hâris b. Hişâm (ra) da Allah Resûlü"nün vahiy alışına dair ayrıntıları merak edenlerdendi. Ebû Cehil"in kardeşi, Hâlid b. Velîd"in amcazadesi olan Hâris, Mekke fethedildiği gün Müslüman olmuştu. O, Hz. Ömer zamanında Şam"ın fethine katılmış, malıyla canıyla cihad etmiş bir sahâbî idi. Hâris b. Hişâm bir gün Allah Resûlü"ne, “Yâ Resûlallah, sana vahiy nasıl geliyor?” diye sordu. Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu: “Bazen zil/çan sesi gibi geliyor ki, bana en ağır geleni de budur. (Uğultu) kesildiğinde (vahyin bana) söylediklerini tam olarak kavramış ve ezberlemiş oluyorum. Bazen de melek bana insan şeklinde görünüyor, benimle konuşuyor ve ben de onun dediklerini kavramış ve ezberlemiş oluyorum.”
Hadiste bir insana vahiy gelmesinin kişisel çalışma ve çabasının ürünü olmadığına işaret edilmektedir. Uğultuya benzetilen, aslında mahiyeti tam olarak bilinemeyen bir şekilde vahyin gelişidir. Bu, fizik âleme özgü bir yapıya sahip olan Hz. Peygamber"in metafizik âleme ait nuranî varlıkla irtibata geçmesi anlamını taşımaktadır. Meleğin insan şeklinde gelip konuşması ise, vahyi getiren aracının beşer düzeyine ve dünyasına indirgenmesi anlamına gelmektedir ki, vahyi alma şekillerinin Hz. Peygamber açısından en kolayı budur. Cebrail, beşerî öğrenme ve öğretme yöntemlerinden farklı olarak, ani ve dolaysız bir şekilde bilgiyi Allah Resûlü"nün kalbine yerleştirmektedir. Vahiy olarak gelen ilâhî bilgi Allah Resûlü"nün konuşmasıyla insanlara ulaşmakta, tarihe, hayatın akışına müdahale etmeye, dönüştürmeye ve cevap almaya başlamaktadır.
Vahiy, Yüce Yaratıcı"nın insanlarla münasebet kurması ve onları bilgilendirmesidir. Her an farklı bir eylem içinde olan Allah"ın ferdin ve toplumun hayatını iyiye ve güzele doğru yönlendirme iradesidir. Ümmü Eymen ve diğer sahâbîler pek çok kere değişik hadiseler vesilesiyle vahyin yaşananlara doğrudan müdahale ettiğine ve çözüm getirdiğine tanık olmuşlardı. Hz. Âişe"ye atılan iftira ve bunun sonucunda ortaya çıkan sıkıntıların giderilmesi bu konuda iyi bir örnektir. Benî Müstalik gazvesi sırasında Hz. Âişe, konaklama yerinde hacetini giderip geldiğinde kolyesini düşürdüğünü fark etmiş ve onu aramak için kervandan uzaklaşmıştı. Bu arada görevliler onu hevdecin içinde oturuyor sanmış ve ordu yola koyulmuştu. Hz. Âişe konaklama yerine döndüğünde gittiklerini görmüş ve geri dönerler ümidiyle orada beklemeye başlamıştı. Ordunun arkasından unutulan eşyaları toplamakla görevli olan Safvân b. Muattal, Hz. Âişe"ye rastlamış ve onu devesine bindirerek diğerlerine yetiştirmişti. Bu hadise üzerine münafıkların başı olan Abdullah b. Übey bir iftira kampanyası başlatmıştı. Hem Allah Resûlü ve kıymetli eşi Hz. Âişe, hem de Hz. Âişe"nin ailesi ve samimi Müslümanlar için üzücü ve rencide edici olan bu sürece vahiy müdahale etmişti.
Bundan sonrasını olayın mağduru Hz. Âişe"nin ağzından dinleyelim: “Allah muhakkak benim temiz ve suçsuz olduğumu ortaya koyacaktı. Fakat ben Allah"ın benim durumumla ilgili bir konuda okunacak bir vahiy indireceğini zannetmiyordum. Haddizatında ben, hakkımda Allah"ın konuşmasını gerektirecek kadar değerli de değildim. Bununla birlikte ben, Resûlullah"ın uykusunda bir rüya görmesini ve Allah"ın bu rüya ile beni temize çıkarmasını umuyordum… Resûlullah oturduğu yerden kalkmamıştı. Ev halkından hiç kimse de dışarı çıkmamıştı ki, vahiy indirildi. Vahyin inmesi tamamlandığında Resûlullah gülüyordu. İlk sözü "Âişe, Allah seni kesin olarak temize çıkarmıştır." demesi oldu.”
Resûlullah"a inen vahiy Hz. Âişe hakkında söylenenlerin çirkin bir iftira olduğunu açıkça ilân etmiş, hem bazı Müslümanların kalbine düşen şüpheleri gidermiş, onları arındırmış hem de iftira edenleri mahkûm etmişti. Hz. Âişe vahyin kendi dünyasının çok dışarısında olduğunu düşünürken, hayatının ne kadar içinde olduğuna tanık olmuştu.
Vahyin hayatın akışı içerisinde ne kadar etkin olduğunu, Kâ"b b. Mâlik ile arkadaşları Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Er-Rabî"in, hiçbir mazeretleri yokken sadece ihmalkârlıkları yüzünden Tebük Seferi"nden geri kalmaları olayında da görmekteyiz. Savaş hazırlıkları yapılırken, “Nasıl olsa yaparım.” diye bekleyen, ancak sefere çıkma günü geldiğinde hiçbir hazırlığı olmadığını fark eden Kâ"b, orduya yetişememişti. Sefer sona erip de Peygamberimiz Medine"ye döndüğünde Kâ"b b. Mâlik onun yanına gitmiş ve geçerli bir mazereti olmadığını, bu durumun sadece ihmalkârlığından kaynaklandığını açık yüreklilikle beyan etmişti. Allah Resûlü “Kâ"b doğru söyledi, Allah senin hakkında hükmünü verinceye kadar bekle!” buyurmuştu. Kâ"b diğer iki kişinin aksine evine kapanmadı, mescide gidip gelmeye, cemaatle namaza devam etti, çarşıya çıktı, ancak kimse onunla konuşmuyor, yüzüne bakmıyordu. Ruhu daralan, bütün genişliğine rağmen yeryüzü kendisine dar gelen Kâ"b, tevbesinin kabul edildiği haberini ancak ızdırap içinde geçen elli günün sonunda almıştı. Hemen mescide, Peygamberimizin yanına gitti. Yüzündeki sevinç ifadesiyle Allah Resûlü, “Annenin seni doğurduğu günden beri geçirdiğin en hayırlı günü müjdeliyorum sana!” buyurdu. Kâ"b, “(Bu müjde) senden mi yoksa Allah katından mı?” diye sordu. Peygamberimiz,“Hayır, bilakis Allah katından.” diye karşılık verdi.
Kâ"b ve arkadaşlarının yaşadığına benzer biçimde, aile içi bir sıkıntıdan dolayı kocasının kendisini boşadığı Havle bnt. Sa"lebe"nin Peygamberimize şikâyet için gelmesi olayında da vahyin doğrudan müdahalesi görülmüştü. Allah Resûlü"nün verdiği cevaptan tatmin olmayan Havle şikâyetini Allah"a bildirmiş ve bunun üzerine şu âyet inmişti: “Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah"a şikâyette bulunan kadının sözünü işitmiştir. Allah, sizin sürdürdüğünüz konuşmayı (zaten) işitmekteydi. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”
Vahyin yaşananlara doğrudan cevap verdiğini, hayatın akışına dâhil olduğunu, hatta son noktayı koyduğunu, “Sana sorarlar. De ki...” şeklinde geçen pek çok âyetten anlayabiliyoruz. “Onlar sana hiçbir misal getirmezler ki, (buna karşılık) sana gerçeği ve en güzel açıklamayı getirmiş olmayalım.” âyeti ile “Münafıklar, kalplerinde olan şeyleri, yüzlerine karşı açıkça haber verecek bir sûrenin nâzil olmasından çekinirler. De ki: Siz alay ede durun! Allah, çekindiğiniz o şeyi ortaya çıkaracaktır.” âyeti, vahyin hayata ne kadar müdahale ettiğinin bir başka göstergesidir.
Vahiy almak Sevgili Elçi"nin hâlinde bir farklılık meydana getirirdi. O, vahiy geldiği esnada zorlanmaya, unutmamak için dudaklarını kıpırdatmaya başlar, sahâbe onun bu hâlinden vahiy almakta olduğunu anlardı. “Vahyi çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu toplamak ve okumak bize aittir. O hâlde, biz onu okuduğumuz zaman, onun okunuşuna uy. Sonra onu açıklamak da bize aittir.” âyet-i kerimesi, vahyin beşerî öğrenme usullerine tâbi olmadığını, insanın hıfz ve kabiliyetine terk edilemeyecek kadar önemli olduğunu belirtmiştir. “Şüphesiz o Zikr"i (Kur"an"ı) biz indirdik! Onun koruyucusu da elbette biziz.” buyrularak, vahyin zâyi olmayacak bir bilgi olduğu vurgulanmıştır. Peygamberimiz vahyin inme sürecinde her yıl Cebrail ile zaten ezberinde olan âyetleri karşılıklı okumak/mukabele etmek suretiyle sonrakiler için önemli bir sünnet bırakıyordu.
Peygamberimiz vahiyle gelen bilginin muhafazası ve gelecek kuşaklara ulaştırılması için her türlü tedbiri almıştır. İlki Hendek olmak üzere Resûlullah ile birlikte on iki savaşa katılan ve ondan çok sayıda hadis rivayet eden Medineli âlim sahâbî Ebû Saîd el-Hudrî"nin rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sav), “Benden (duyduğunuz her şeyi) yazmayın. Kim benden Kur"an dışında (duyduğu) bir şey yazmışsa, onu imha etsin.” buyurmuştur. Bir süreliğine bu tedbiri alan Allah Resûlü bu sözüyle, vahiy şeklinde gelen Kur"an âyetlerinin kendi cümleleri ile karışmaması ve vahyî bilginin sağlıklı biçimde aktarılarak insanlık tarihinde kalıcı kılınması arzusunu dile getirmektedir.
Cebrail"in (as) getirdiği âyetlerin sayısı, geliş tarzı ve yoğunluğu günden güne farklılık gösterse de, nâzil olan âyetlere Hz. Peygamber"in (sav) hassas yaklaşımı prensip olarak hiç değişmiyordu. O, inen her âyeti önce okuyor, ardından bizzat kendisinin vahiy kâtibi olarak görevlendirdiği sahâbîlerine yazdırıyordu. Âyetler, o günün imkânlarıyla papirüs parçaları, kürek kemikleri ya da hurma dalları gibi mevcut malzemelere kaydediliyordu.
Yüce Yaratan"dan vahiy yoluyla yaratılanlara ulaşan bilginin sonraki kuşaklara aslına uygun biçimde nakledilmesi son derece önemliydi. Çünkü vahyin sağladığı bilginin insanlık için hayatî bir önemi vardır. Peygamberimize kavuşmak için büyük badireler atlatan Yemenli sahâbî Ebû Musa el-Eş"arî"nin Allah Resûlü"nden aktardığı bir hadiste bunun vurgulandığını görüyoruz. Ebû Musa, Hz. Peygamber"in peygamberlik haberini alınca elli kişilik bir heyetin içinde Yemen"den gemiyle yola çıkmıştı. Şiddetli fırtına nedeniyle gemileri sürüklenince, Habeşistan"a çıkmak zorunda kaldılar. Orada daha önce hicret etmiş olan Ca"fer b. Ebû Tâlib ile görüşen Ebû Musa, Peygamberimize dair bilgiler almış ve Müslüman olmuştu. Medine"ye gelişi ise, Hayber fethine rastlamıştı. Ebû Musa el-Eş"arî, Hz. Peygamber"in (sav) şöyle dediğini nakletmiştir:“Allah"ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, (farklı yapılardaki) topraklara düşen bol yağmura benzer. Bunlardan bazıları temizdir, suyu alır, bol bitki ve ot yetiştirir. Bazıları kuraktır, suyu (yüzeyinde) tutar. Bu sudan insanlar yararlanır; hem kendileri içerler hem de (hayvanlarını) sularlar ve ziraat yaparlar. Diğer bir toprak çeşidi de vardır ki dümdüzdür. (Ona da yağmur düşer ama) o ne su tutar ne de bitki yetiştirir. Allah"ın dinini inceden inceye kavrayan, Allah"ın beni kendisiyle gönderdiğinden (hidayet ve ilimden) faydalanan, öğrenen ve öğreten kimse ile (bunları duyduğu vakit kibrinden) başını bile kaldırmayan ve kendisiyle gönderildiğim Allah"ın hidayetini kabul etmeyen kimsenin misali işte böyledir.”
Hadiste yapılan benzetmelerden anlaşılan odur ki, toprağın suya ihtiyacı neyse, insanın da vahye ihtiyacı odur. Vahiyle lütfedilen bilgi, insanın kalbini ve ruhunu besler. Mümbit bir toprağın üretkenliği gibi, vahiy bilgisi de sürekli yenilenerek insanın ufkunu genişletir, düşünmenin yol ve yöntemini gösterir. Allah"tan gelen bu bilgi ve rehberliği özümseyerek toplumuna katkı sağlayan insanlar verimli topraklar gibidir. Allah"tan gelen bu bilgiyi umursamayanlar ise, suyu kabul etmeyen çorak arazi gibidir. Vahiyle gelen bilgi, beşerî bilgiden farklı olarak, kesin ve çelişmez bir niteliğe sahiptir. Vahiy bir taraftan insanın varlık alanına ait bilgiler verirken, diğer taraftan insan bilgisinin ulaşamayacağı görünmeyen âlemden haberler de vermektedir. İnsanlığın böyle bir bilgi türünü reddetmesi, kendisini bundan müstağni addetmesi sadece kendisini kandırması demektir. Böyle bir yaklaşım, akıl, müşahede/tecrübe ve haber-i sâdıktan ibaret olan bilgi elde etme yollarından birini, hem de en sağlam ve zengin olanını yok sayarak bilgi edinme imkânını her zaman yanılma ihtimali taşıyan sınırlı vasıtalarla kayıtlamaktadır. Geride bıraktığımız birkaç asırdan beri bazı ilmî ve fikrî akımlar, bilgi kaynaklarını tecrübe ve deneye indirgeme eğilimindedir. Modern zihni böyle bir yanlışa iten, kuşkusuz, maddeye dair konuları çalışma alanı olarak seçen bilimde gösterdiği başarılardır. Bilimi vahyin alternatifi olarak sunan bu anlayışın, ruh sahibi en mükemmel varlığın, yani insanın, ihtiyaç ve beklentilerini bütünüyle dikkate aldığı söylenemez. Kaldı ki, vahyî bilgi ile bilimsel bilgi birbirinin zıddı veya alternatifi değildir. Bu iki bilgi türünün tabiatı ve hedefi farklıdır.
Vahiy, diğer bilgilerden farklı olarak insan hayatına gerek ferdî, gerekse toplumsal düzeyde hukukî ve ahlâkî bir tertip ve nizam getirirken, insana rehberlik ederken, dünya ve âhiret saadetini temin edeceğini de vaad eder.
Vahyi getiren elçilerin yani peygamberlerin ahlâkî karakterleri, tutarlılıkları ve getirdikleri bilgiyle uyumlu hayat tarzları, vahyin insanlar üzerindeki etkisini temin etmiştir. Her ne kadar tarih boyunca insanlar üzerinde benzer etkiler oluşturmayı hedefleyen felsefî ya da ideolojik bilgi sistemleri var olmuşsa da, vahyin kucaklayıcı, birleştirici, huzur ve güven verici özelliğini beşerî düşünce sistemleri ile kıyaslamak mümkün değildir.
Uzunca bir süredir, gerçekliği maddeye ve rasyonaliteye indirgeyen, vahyi düşünce hayatından dışlayan modern zamanlardaki kimi eğilimlerin ne başarıya ulaştığı, ne de mutluluğu ve huzuru yakaladığı görülmektedir. İnsan, ruhunun derinliklerinde aşkın bir varlığın rehberliğini, kimi zaman bastırsa da hissetmeye devam edecektir. Vahiy, zihin ve gönül dünyasını açanlara, yazılan ve okunan hâliyle her gün yeniden inmeye, onları yeniden diriltmeye ve hayırlara kapı açmaya devam etmektedir. Vahiy, âlemler için, doğru yolda gitmek isteyen için, sadece bir öğüttür. Allah Resûlü, vahyin kalbine yerleşmesi sürecinde yaptığı şu duayla bize örnek olmaktadır: “Rabbim! İlmimi arttır.”
Kaynak: DİB Hadislerle İslam