Sınırların bugünkü gibi olmadığı, bağların din kardeşliği üzerine kurulduğu bir dünyada Kudüs ve İstanbul, Şam ve Edirne, Bağdat ve Erzurum hatta Hicaz, Trablusgarp, Mısır ve daha birçok yer Osmanlı Devleti’nin aynı merkezden yönetilen vilayetleriydi. Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır seferi esnasında geçtiği Bilâd-ı Şam toprakları İstanbul’a bağlandığında kutsal şehir Kudüs’e hizmetkâr oldu atalarımız, Haremeyn’e olduğu gibi. Çünkü Allah son peygamberini miraçla yüceltmek istediğinde önce Kudüs’te ağırlamış, nübüvvet zincirinin bu son halkasını diğer elçileriyle buluşturmak suretiyle hem zinciri tamamlamış hem de Kâbe ve Mescid-i Aksa arasındaki bağı kıyamete kadar gelecek insanlığın hafızasına kazımıştı. Allah Resulü de Mescid-i Aksa’nın bulunduğu bu şehri ve ondaki mescidi ümmetine “Ancak üç mescide (ibadet maksadı ile) gitmek üzere yolculuğa çıkılabilir: Benim şu mescidim (Mescid-i Nebevi), Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa.” (Müslim, Hac, 511.) buyurarak vasiyet etmişti.
Yüce Allah’ın, Hz. Musa’nın kavmine girmesini emrettiği, Davud peygamberin fethettiği, Süleyman peygamberin şekillendirdiği; Hz. İsa’nın göğe, Hz. Muhammed’in miraca yükseldiği bu kutlu şehirle bağımız hem dinî hem de millî olarak öyle güçlü ki… Tarih öncesi dönemlerden beri el değiştirerek varlığını koruyan Kudüs şehri, Hz. Ömer döneminde fethedilen Suriye toprakları ile birlikte İslam topraklarına katılmıştır. Emeviler, Abbasiler, Eyyubiler, Memlükler ve en son Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde miladi 638’den 1917 yılına kadar (Haçlı Seferleri’nin işgalindeki seksen sekiz yıl hariç) huzur ve selamet yurdu olarak kutsallığını korumuştur.
Osmanlılar, 28 Aralık 1516’da Sinan Paşa önderliğinde, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinde Kudüs’e girdiler. Kudüs’ün fethinden sonra Yavuz Sultan Selim şehri ziyaret etti ve ismini Kuds-ü Şerif olarak değiştirdi. Bilâd-ı Şam olarak adlandırılan bu bölgede Kudüs tam 400 yıl Gazze, Nablus ve Safed ile birlikte idari bakımdan Şam eyaletine bağlı bir sancak olarak Osmanlı toprağı sayıldı.
Osmanlı için Kudüs her zaman büyük önem taşımıştır. Kanuni Sultan Süleyman, Sultan IV. Murad, Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid Han, Kudüs şehri için pek çok hizmette bulunmuştur. Osmanlı dönemi Kudüs şehri ve Mescid-i Aksa arazisi için yeniden yapılanma noktasında güzelliklere şahit olmuş, Kubbetü’s Sahra’nın restorasyonuyla başlayan çalışmalar, bugün hâlâ ayakta olan şehir surlarının inşasıyla sürmüştür. Kubbetü’s Sahra’nın dış duvarları Osmanlı çinileri ile kaplanmıştır. Bu çiniler sırlı ve fırınlanmış oldukları için uzun süre dayanıklılığını korumuş, Sultan II. Mahmud döneminde Sayda Valisi Süleyman Paşa tarafından kırılmış ya da çatlamış çinilerin değişimi için şehre bir seramik fabrikası kurulmuştur.
Osmanlı’nın Kudüs’ünde barajlar, su kanalları ve çeşmeler yaptırılarak şehrin susuzluğu giderilmiştir. Sultan Süleyman’ın emriyle Beytü’l-lahim ve Halilü’r-rahman’dan Kudüs’e su getiren kanallar tamir edilmiş, şehir suyunun dağıtımını yapan havuzlar yenilenmiş, beşi sur içinde olmak üzere altı çeşme inşa edilmiştir. Bugün ziyaretçilerini Silsile kapısının hemen önünde karşılayan görkemli çeşme, Kanuni Sultan Süleyman dönemine aittir ve 1977 yılına kadar el-Halil’den getirilen suyunu halka ikram etmiştir. Hürrem Sultan’ın 1551’de yaptırdığı külliye de Kudüs’ün en önemli hayır kuruluşlarındandır. Cami, medrese, han, ribat ve imaretten oluşan külliye, Kudüs’teki Osmanlı eserlerinin önde gelenlerindendir. III. Murad ve III. Mehmed dönemlerinin Gazze sancak beyi Ahmed Paşa da bir Kudüs gönüllüsüdür. Mescid-i Aksa arazisine medrese, halvethane ve namazgâh yaptırmış, daha önceki yüzyıllara ait eserleri tamir ettirmiştir.
Filistin arazisinin tümü vakıftır. Osmanlı sultanları ve eşleri bu toprakları vakfederek halkın hizmetine sunmuşlar, Mescid-i Aksa’ya ait bütün masrafları karşılamakla kalmamış aşevleri yaptırarak ihtiyaç sahiplerine yemek dağıtmışlardır. Hatta Hürrem Sultan’ın yaptırdığı “Haseki Sultan İmarethanesi” 469 yıldır aralıksız olarak Kudüs’ün fakirlerine yemek ikramına devam etmektedir.
Osmanlı sultanları Kudüs’e ve Mescid-i Aksa’ya verdikleri değeri şehrin halkına da vermişler, mescidin kapılarında bekleyen dilencilere kadar bahşişler ve hediyeler göndermişlerdir. Bu hediyelerin ve Mescid-i Aksa çalışanlarına ödenecek maaşların tutulduğu defterler padişahların mührüyle bezelidir ve günümüzde Batı Şeria’daki İhyâ-i Turâs merkezinde özel dolaplarda muhafaza edilmektedir. Osmanlı sultanları Mescid-i Aksa’ya el yazması Mushaf göndermeyi de âdet hâline getirmişlerdir. Mushaflar bugün bile mescit haremi içindeki Mescid-i Aksa kütüphanesinde ziyaretçilerini karşılamaktadır.
Osmanlı idaresinin şehrin toplum yapısına, eğitim, din, sağlık kurumlarına önemli etkisi olmuştur. Yavuz Sultan Selim, 1516’da Kudüs’ü ziyareti sırasında kendisini karşılayan Ermeni ve Rum patriklerine birer ferman vermiş, burada kaldıkları sürece haksızlığa uğramamaları ve onların da diğer mezhep mensuplarının haklarına müdahale etmemeleri bu fermanla teminat altına alınmıştır. Sonraki her saltanat değişikliğinde bu fermanlar yenilenmiştir.
Osmanlı Kudüs’te eğitime önem vermiş, açtığı medreselerle özellikle Selahaddin Eyyubi Külliyesi’nde hazırlanan ders programıyla devleti ve halkı temsil edecek dinî ve dünyevi ilimleri tahsil etmiş, donanımlı bireyler yetiştirmeyi hedeflemiştir. Külliyenin ders programı yedi sınıf olarak cuma günleri hariç haftada altı gün üzerinden planlanmıştır. Ders programında tefsir-i şerif, hadis-i şerif, fıkıh usulü, feraiz, nikâh/talak, kelam, Türkçe, edebiyat, Batı dilleri, coğrafya, hendese, hesap, fizik, kimya, hıfzıssıhha uygulamaları, siyasi tarih, edebî tarih, Osmanlı tarihi, psikoloji gibi birçok ders sınıfların gelişimine uygun olarak tasnif edilmiştir. Tarihçi Kenan Ziya Taş bu okulun taşıdığı öneme şu sözleriyle dikkat çekmektedir: “Kudüs’te kurulan bu eğitim kurumu, Osmanlı’nın hakikaten son demine kadar, âdeta sembolü olan bir çınar gibi ayakta öldüğünün delili olmak üzere, nasıl büyük tasavvurların sahibi bir devlet olduğunun ve bu tasavvurları gerçekleştirmek azminden sapmadığının göstergesidir.”
Buraya kadar anlattıklarımız millet olarak Kudüs’le aslında umduğumuzdan daha sıkı bağlarımızın olduğunu göstermeye yeter niteliktedir. Ancak Osmanlı’nın Kudüs’te adaleti ve huzuru, toplumlar arasındaki bağı uzun yıllar nasıl temin ettiğini gösteren öyle bir olay var ki onu da buraya eklemeden geçmeyelim. Olay Hristiyanların yeryüzündeki en kutsal mabetlerinden olan ve Mescid-i Aksa’ya çok yakın bir mesafede bulunan Kıyamet Kilisesi’nde yaşanıyor. Daha önce Sultan III. Osman döneminde benzeri yaşanan ve kiliseye hangi Hristiyan mezhebinin hâkim olacağı konusunda başlayan bir tartışma Sultan Abdülmecid zamanında yeniden alevleniyor. Padişah yayınladığı bir fermanla hem Sultan III. Osman zamanında verilmiş hakları teyit ediyor hem de kilisedeki hiçbir şeyin yerinden oynatılmamasını şart koşuyor. Bugün kilisenin avlusuna giren herkesin başını yukarı kaldırdığı zaman tam karşıda gördüğü ahşap merdiven işte bu fermanın gereği yerinden kaldırılmamıştır, 1852’den beri orada durmaktadır. Şimdi biz de yazının sonuna yaklaştığımız bu satırlarda okuyucuların benliğine cevabını araştırmak üzere bazı sorular bırakalım: Osmanlı neden Kudüs’teydi? Kudüs neyimiz olur? Iğdırlı Hasan Onbaşı’nın orada ne işi vardı, neden görev yerini terk etmedi? On İki Bin Şamdanlı Avlu kimin hatırası olarak hâlâ bu isimle anılmaktadır? Orada bir yerde ama uzakta o sımsıkı kenetlendiğimiz, sahiplendiğimiz önce din sonra idari bağ kurduğumuz Kudüs, Kudüs’ümüz... İngilizlere zorunlu bir terk edişle ayrılıp bir daha arkamıza bakmadığımız, acısını yüreğimize gömdüğümüz yaralı yerimiz Kudüs. İşgale boyun eğmediği için acıdan belini doğrultamayan Kudüs’ümüz. Orada, anılarımızın en geniş yerini kaplayan bir kutsal belde... Yılda bir kere de olsa her Miraç Gecesi İsrâ suresinin ilk ayeti hatırına andığımız. Bir bağın bu denli hızlı unutulması normal mi? Dört yüz yıl varlığını koruduğu Kudüs topraklarında bıraktığı izler böylesine derinken üstelik…
Dr. Öğretim Üyesi Sema Çelem