Hayat, güzergâhında belli durakları olan zamansal bir yolculuktur. Bu yolculukta insan, kendisine bahşedilen süreyi hakkıyla değerlendirebilmek, ömrünü imar edebilmek ve neticesinde sonsuz huzura nail olabilmek için tam bir teslimiyetle zamanın rabbine sığınmak durumundadır. Bu minvalde kapsamlı ve yoğunlaştırılmış bir irade, ahlak ve değer eğitimine tabi tutulduğumuz ramazan ayı, bizleri yaratılışın anlam ve gayesini kavramaya ve iman bilincine varmaya hazırlayan en bereketli duraktır.
Ramazan ayı, İslam’ın beş temel ibadetinden biri olan oruçla başlar. Oruç, fiziksel açlık ve susuzluktan daha fazlasıdır. Oruç, nefsin arzularını kontrol etme, sabrı ve şükrü öğrenme, takvaya ve huzura ulaşma sürecidir. Oruç ibadeti sayesinde kişi, kendisine daha fazla zaman ayırır, iç dünyasının derinliklerine yönelir, çevresine karşı bir farkındalık geliştirir, maddi manevi arınmanın, öze dönmenin ve yenilenmenin kapılarını aralar. Bir taraftan sahur ve gece ibadetleriyle ruhunu beslerken diğer yandan iftar sofraları, zekât, fitre ve sadakalarla paylaşma, yardımlaşma ve dayanışma şuurunun doruklarına ulaşır. İhlas ve samimiyetle eda edilen ramazana mahsus ibadetlerin müminlere kazandırdığı değerler, onların zihin ve gönül dünyalarında benzersiz güzelliklere vesile olur. Sahurun, iftarın, teravihin, Kur’an tilavetinin gönüllerde ve zihinlerde bıraktığı tatlı heyecan, insana hayatı aynı güzellikte devam ettirme azmi ve kararlılığı kazandırır. Müminlere geçmiş hatalardan ders çıkarma ve geleceğe umutla bakabilme imkânı sunan ramazan ayı, aynı zamanda, hayatın gayesini geçici hazlara indirgeyen anlayışlara karşı bir meydan okuma iradesi ve hayat yolculuğunun rotasını istikamet üzere sabit kılma dirayeti kazandırır. Bütün bu kazanımların neticesinde ise bayram sevinci bulunmaktadır.
Ramazan Bayramı, bir bakıma nefis terbiyesinden alnının akıyla çıkabilmenin bayramıdır. İslam’ın inanç, ibadet ve ahlak ölçülerine sadakatle ortaya konan sarsılmaz bir dirayetin karşılığında Allah’ın müminlere latif bir armağanıdır. Bu yönüyle Ramazan Bayramı, müminlerin dünya hayatının sonunda kavuşacakları ebedi bayramın da provası gibidir. Zira müminin asıl bayramı, rıza-i Barî için yaşanmış ve hakkı verilmiş bir hayatın neticesinde can emanetini sahibine teslim ettiği gündür. O gün, dünyanın aldatıcı cazibesi karşısında ortaya koyulan asil duruşun, hayatın zorluklarına karşı verilen onurlu mücadelenin ve inandığı gibi yaşama gayretiyle tamamlanmış bir ömrün sonunda ulaşılacak eşsiz bir sevinç günüdür. Ramazan ayının insana kazandırdığı sorumluluk, takva ve kulluk bilincini hayatlarının her anına teşmil edenler, ömürlerini ramazan gibi yaşayabilenler, o ebedî sevinç gününe mutlaka kavuşacaktır. Bu minvalde “Akıllı kişi, kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır…” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 25) buyurarak geçici dünya hayatının hasat mevsimi olan o büyük güne dikkat çeken Peygamber Efendimiz (s.a.s.), herkesi o güzel istikbal için çalışmaya davet etmektedir. Bu kutlu davete tereddütsüz icabet edenler, hem bu dünyada hem de ahirette kazananlardan olacaktır.
Bu itibarla ramazan ayının kazandırdıklarını ömür boyu devam ettirmenin kararlılığıyla tevhid, adalet, merhamet ve iyilik yolundaki mücadelemizi sürdürmek zorundayız. Rabbimizin bizlere bahşettiği nimet deryasında hayatımızı sürdürürken bu dünyada varoluş gayemizin bilinci ve burada yaptıklarımızın karşılığını ahiret yurdunda bulacağımız inancıyla iki dünyanın imarı için de çalışmak mecburiyetindeyiz. Bunun için Kur’an-ı Kerim’i ve sünnet-i seniyyeyi hayatın merkezine yerleştirerek inanç, sabır ve sebatla gerçek bayrama hazırlık yapmak durumundayız. Bilmeliyiz ki dünyanın sıkıntılarıyla yorulan ruhlarımız, ancak Kur’an-ı Kerim’in şifa veren hakikatleri ve sünnet-i seniyyenin ufuk açan hikmetleriyle beslendiğinde hem bu dünyada hem de ahirette bayram neşesine kavuşacaktır.
Şu bir gerçek ki yaşadığımız çağda öne çıkan bireysel, toplumsal ve küresel sorunların temelinde varoluş gayesinin ve hayatın uhrevi boyutunun ihmal edilmesi bulunmaktadır. Dünyevileşmenin bir tezahürü olarak insanlığı büsbütün kuşatan savaşlar, işgaller, katliamlar çağına tanıklık ediyoruz. Hayatı sadece bu dünya ile sınırlı görerek yaptığı her şeyin yanına kâr kalacağını düşünen anlayışların egemenliği, yeryüzünü yaşanmaz hâle getirmektedir. Özellikle Doğu Türkistan’dan Batı Sahra’ya uzanan devasa İslam coğrafyasında maalesef hüzün, keder, acı ve gözyaşı dinmek bilmiyor. İşte Filistin ve Kudüs... Yıllardır işlenen cinayetlerle âdeta yetimler yurduna dönüşen Gazze… İki milyonu aşkın insanın bütün dünyanın gözleri önünde benzeri görülmemiş bir vahşete maruz bırakıldığı bir coğrafyada insanlar en temel haklarından bile mahrum bırakılmakta; açlık ve çaresizlik içerisinde hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Kadınlar, çocuklar, tüyü bitmemiş bebekler, devasa bombalarla sebepsiz ve fütursuzca katledilmektedir. Müslümanların en büyük bayramında yaşanan bu trajedi, esasen Müslümanların ramazan ayının kalplere ilham ettiği vahdet şuurundan ve dayanışma bilincinden hakkıyla istifade edememiş olmasının acı bir sonucudur. Zira bütün zalimler, cesaretlerini Müslümanların dağınıklığından almaktadır.
Başta Gazze olmak üzere ümmet coğrafyamızın çeşitli bölgelerinde yaşanan zulüm ve acıların vebali öncelikle bütün Müslümanların omuzlarındadır. Dolayısıyla bayramları hüzne gark eden bu acıların son bulması, bir daha yaşanmaması için Müslümanların toparlanmaktan, bir araya gelmekten, vahdet şuurunu güçlendirmekten ve her türlü zulme karşı ortak hareket etmekten başka bir seçeneği bulunmamaktadır. O hâlde yürekleri dağlayan görüntülerin bayram sevinçlerini hüzne boğduğu bu günler, kardeşliğimizi hatırlayarak gönülden gönüle köprüler kurma zamanıdır. Yaşanan acıların, sistematik katliam, işkence ve tacizlerin son bulması için yüce Mevla’ya yakarma zamanıdır. Dökülen masum kanlarının durması, yetim feryatlarının dinmesi, mazlumların gözyaşlarının silinmesi, bütün kardeşlerimizin bir an önce zulümlerden kurtulması için sözlü dualarımızı fiili dualarımızla destekleme zamanıdır. Vakit, umudunu bize bağlamış, gözlerini yollarımıza dikmiş bekleyen gariplerin, kimsesizlerin, yetimlerin, öksüzlerin imdadına koşma vaktidir. Hem bu fâni âlemde hem de dar-ı bekâda gerçek sevinçlere, neşelere, bayramlara ulaşmanın yolu buradan geçmektedir.