“Bayramlar, hayatımıza taşıdıkları birçok güzellikleri yanında bir okuldu âdeta. Dersleri, vefa, sadakat, paylaşma, cömertlik, ikram, huzur, arkadaşlık neşesi, hatırlanma, sılayırahim, büyüklere hürmet, küçüklere sevgi, yüreklerin birlikte atabilmesi, sohbet ve muhabbet olan bir okul.”
Çocukluk günlerimizde bayramların bir başka tadı vardı. Günler öncesinden bayram hazırlıklarına başlanır, mağazalara gidilir, yeni elbiseler için uygun kumaşlar seçilir sonra da terziye gidilirdi. Terziden ne yapıp yapıp elbiseyi bayrama yetiştirmesi istenirdi. Ölçü alınması bir iş, ileriki günlerde dikim işinin tamamlanmasına yakın provaya gitmek ayrı bir işti; hatta ayrı bir heyecandı. Herkes aynı istek içinde olduğundan bayram arifelerinde terzilerin işi zordu. Yeni bir ayakkabı alınacaksa da bayram tam zamanı idi. Bu ticari hareketliliğin bir adı da vardı; bayram alışverişi.
Anneler bayramda el öpmeye gelecek küçük yaştaki misafirler için mendil ve çorap gibi şeyler hazırlarlardı. Mutfaklar da bayram günleri için ev baklavası veya kadayıf gibi tatlılarla bu hareketliliğe katılırdı. Bu fertlerin bayram hazırlığı. Bir de oturduğumuz mekânların aylar öncesinden bayrama hazırlanması söz konusu idi. Daha ramazana girmeden, bu mümkün olamazsa bayrama yakın -ihtiyaç da varsa- evin badanası yenilenir, ufak tefek tamirler ev hayatına ayrı bir canlılık katardı. Bütün bunlar bayrama hazırlık çerçevesinde gerçekleşirdi. Çünkü bayram ziyaretleri çok güçlü bir gelenekti. Gelen giden akraba, ahbap ve komşuların ziyaretleri esnasında oturduğumuz mekânlarda gözleri rahatsız edecek hiçbir şey olmamalıydı. Bu sebeple evler de bir anlamda günler öncesinden bayrama hazırlanırdı.
Arife günü yaklaştığında insanlar anne, baba, dede, nine, teyze, dayı, hâlâ kim varsa aileden merhum büyüklerin ve hocaların kabirleri ziyaret edilir, mezarın bakım ve çiçeklendirilmesini de içeren genel bir gözden geçirme çabasına girilir, Fatihalar, Yasinlerle mekândan ayrılınırdı.
Hele bayram namazları… Çocukların babalarıyla birlikte katıldıkları bayram namazlarında yüzlerce hatta binlerce insanın, müezzinin seslendirdiği tekbirlere katılmasının, binlerin tek ses hâlinde tekbir getirmesinin, secdeye varmasının o küçücük kalplerde bıraktığı tesir ve izler tarif bile edilemez ancak yaşanır.
Namazdan sonra camideki bayramlaşmayı müteakip eve gelinir; en yeni kıyafetlerle yüzlerde bayram neşesi ve heyecanı açık biçimde; eller öpülür, bayram hediyeleri alınırdı. Akrabadan veya komşulardan büyüklerin ellerini öperek topladığımız bayram harçlıkları, evde kardeşler veya mahalle arkadaşları arasında âdeta bir yarışma, bir övünme vesilesi olurdu.
Ayrıca çeşitli semtlerde açık alanlarda bayram yerleri kurulur, genç yaşlı, çoluk çocuk her kesimden insanlar buralarda eğlenir, dönme dolaplarda ve salıncaklarda hoş vakit geçirirdi.
Benim ilkokul yıllarım babam İbrahim Hocaefendi’nin Beyoğlu Kamer Hatun ve daha sonra Kasım Paşa Camilerindeki imamlık yaptığı yıllara rastlar.
Arapça kadim bir metne baktığında -sanki Türkçe bir metni okuyormuş gibi- anında Türkçeye çevirebilecek derecede kendisini çok iyi yetiştirmiş, ilmin ve âlimin değerine inanmış, hayatı boyunca da hep bunu öncelemiş bir kitap aşığı olan babamın, bayramlarda ilk yaptığı iş evinde ailesiyle tebrikleştikten sonra İstanbul’un herkesçe eli öpülen, saygı duyulan âlimlerini ziyaret etmek ve dualarını almak olurdu. Bu ziyaretleri sırasında beni de çanta gibi yanında taşırdı. Onun sayesinde bizim nesilden pek çok kişinin görme imkânı bulamadığı güzel insanlar gördüm. Meclislerinde bulundum. Nasıl oturduklarını, kalktıklarını, konuşurken hangi kelimeleri seçtiklerini, tavırlarını, hareketlerini izledim. O güzel insanlar, vakur, heybetli, bununla birlikte mütevazı, babacan, sükûtu konuşkanlığa tercih eden, daha doğrusu sormadıkça konuşmayan ve hâlleri kāllerinin önünde şahsiyetlerdi.
Bu zevat arasında kimler yoktu ki? İslam hukukunda ortaya koyduğu eserlerle cümle âlemin adını saygıyla andığı Diyanet İşleri eski başkanlarından Ömer Nasuhi Efendi (Bilmen, 1883-1971), hadis ilmindeki yeri herkesçe müsellem İstanbul eski müftülerinden Bekir Hâki Efendi (Yener, 1882-1975), Millî Mücadele ortamında hayli hizmetleri olmuş İstanbul eski vaizlerinden “Küçük Cemal” diye maruf Alasonyalı Hacı Cemal Efendi (Öğüt, 1887-1966), Fatih dersiamlarından Ali Haydar Efendi (Gürbüzler, 1870-1960), Maarif Vekâleti Bilumum Mekâtip başmüfettişi Ermenekli Safvet Efendi (Aysu, 1877-1964), merhum Emin Saraç Hoca’nın kayınpederi Fatih dersiamlarından müftü Ali Yektâ Efendi (Sundu, 1891-1966) halk arasında “Bursalı Mehmed Efendi” diye maruf İskender Paşa Camii imamı Mehmet Zahid Kotku (1897-1980), İstanbul eski müftülerinden Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı (1904-1978), İstanbul vaizlerinden reisulkurra Gönenli Mehmet Efendi (Öğütçü, 1901-1991), son devir kıraat âlimlerinden “Ayağıkesik” diye maruf İsmail Efendi (Bayrı, 1905-1972), Erenköy’de Sami Efendi (1892-1984), Fatih Camii’nde “Ayaklı kütüphane” diye maruf Gümülcineli Açıkbaş Mustafa Efendi (1891-1968), Bayezid’de sahaflar şeyhi Muzaffer Ozak (1916-1985). Bu isimlere daha da eklenebilir.
Ömer Nasûhi Efendi Fatih Gelenbevi semtinde bir sokak köşesinde sarı badanalı iki katlı bir evde otururdu. Zili çalınca kapı açılır, merdivenle bir üst kata çıkılır; evde bulunan (çoğu zaman bir başka misafir, bazen aileden) herhangi biri sizi karşılar ve salona buyur eder, içeride (bazen biz bazen ise daha önce gelmiş ziyaretçilerle birlikte) sessizce otururken hocaefendi meclise dâhil olurdu. Ayağa kalkıp sıraya girer, elini öper, duasını almaya çalışırdık.
Bekir Hâkî Efendi de Fatih Malta’da mukimdi. Malta’dan Yavuz Selim tarafına giden yolun takriben 500 metre ilerisinde sağda bir sokak girişinde köşede ana kapıdan girince birkaç basamakla inilen duvarları kâmilen kitap dolu alt kat, birkaç basamakla çıkılan bir yüksek giriş ile bir merdivenle çıkılan bir kattan oluşan müstakil bir evde otururdu. Misafirler üst katta kabul edilirdi.
Ali Haydar Efendi’yi Fatih’te Kırmızı Kilise’nin üst kısmında İsmet Efendi Tekkesi’ndeki evinde ziyaret ederdik. O vefat edince ziyaretlerimiz aynı yerde damadı Nuri Efendi’nin sağlığında da devam etti. Onun da damadı eski milletvekillerinden Ezherli Osman Saraç’ın düğünü bu tekkede yapılmıştı ve bahsettiğim hocaefendilerin çoğu orada vardı.
Hacı Cemal Efendi ise Beşiktaş Akaretlerde yokuşu tırmanırken sağa açılan bir sokakta yolun sol sırasında bir evde otururdu. Onun da evinin dört bir yanı –Bekir Hâki Efendi’de olduğu gibi- kitap doluydu.
Ermenekli Safvet Efendi Taksim’den Osmanbey’e giderken Elmadağ’da sol tarafta bir sokakta otururdu.
Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Bakırköy İncirli’de otururdu. Bursalı Mehmet Efendi, İskender Paşa Camii’nin bahçesindeki tek katlı meşrutada misafirlerini kabul ederdi. Yekta Efendi, şimdiki Fatih Postanesi’nin arkasındaki Okumuş Adam Sokağı’nda ikamet ediyordu. Ayağıkesik İsmail Efendi’yi ise Dülgerzâde Camii’ndeki yerinde ziyaret ederdik.
Hasılı örnekleri daha da çoğaltıp detaylandırmak mümkün.
Bayramlar, hayatımıza taşıdıkları birçok güzellikleri yanında bir okuldu âdeta. Dersleri, vefa, sadâkat, paylaşma, cömertlik, ikram, huzur, arkadaşlık neşesi, hatırlanma, sılayırahim, büyüklere hürmet, küçüklere sevgi, yüreklerin birlikte atabilmesi, sohbet ve muhabbet olan bir okul.
Çocukluk yıllarımın bayramlarında ve ziyaretlerimiz esnasında gördüklerim ve yaşadıklarım bende unutulmaz anılar, izler ve tesirler bırakmıştır.
O güzel günleri ve o kālden çok hâl diliyle konuşan vakur ve mütebessim çehreleri arıyorum şimdi…
(Osman Saraç’ın Tekke bahçesindeki velime merasiminden.)