İbn Abbâs'tan (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Miras malını hisse sahipleri arasında Allah'ın Kitabı'na göre taksim edin…”

عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “اقْسِمُوا الْمَالَ بَيْنَ أَهْلِ الْفَرَائِضِ عَلَى كِتَابِ اللَّهِ…”

(M4143 Müslim, Ferâiz, 4; D2898 Ebû Dâvûd, Ferâiz, 7)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ، عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “مَنْ تَرَكَ مَالاً فَلِوَرَثَتِهِ، وَمَنْ تَرَكَ كَلاًّ فَإِلَيْنَا.”

Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Her kim (öldükten sonra) geride mal bırakırsa, o mal mirasçılarınındır. Kim ardında bakıma muhtaç kimse (veya alacaklı) bırakırsa, onun bakımı bize aittir.”

(B6763 Buhârî, Ferâiz, 25; M4161 Müslim, Ferâiz, 17)

***

عَنْ عَمْرِو بْنِ خَارِجَةَ قَالَ: خَطَبَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فَقَالَ: “إِنَّ اللَّهَ قَدْ أَعْطَى كُلَّ ذِى حَقٍّ حَقَّهُ وَلاَ وَصِيَّةَ لِوَارِثٍ.”

Amr b. Hârice (ra) diyor ki: “Resûlullah (sas) hutbe verdi ve şöyle buyurdu:

"Allah her hak sahibine hakkını vermiştir; (dolayısıyla) mirasçıya vasiyet yoktur." ”

(N3671 Nesâî, Vesâyâ, 5)

***

عَنْ ابْنِ عُمَرَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) : أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “مَا حَقُّ امْرِئٍ مُسْلِمٍ لَهُ شَيْءٌ يُوصِى فِيهِ يَبِيتُ لَيْلَتَيْنِ إِلَّا وَوَصِيَّتُهُ مَكْتُوبَةٌ عِنْدَهُ.”

İbn Ömer'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Vasiyet edecek (değerli) bir şeyi bulunan Müslümanın, vasiyeti yanında yazılı durmadan iki gece geçirmesi uygun olmaz.”

(B2738 Buhârî, Vesâyâ, 1; M4204 Müslim, Vasiyye, 1)

***

عَنْ أَبِى سَعِيدٍ الْخُدْرِيِّ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “لَأَنْ يَتَصَدَّقَ الْمَرْءُ فِى حَيَاتِهِ بِدِرْهَمٍ خَيْرٌ لَهُ مِنْ أَنْ يَتَصَدَّقَ بِمِائَةٍ عِنْدَ مَوْتِهِ.”

Ebû Saîd el-Hudrî'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Bir kimsenin sağlığında bir dirhem sadaka vermesi, ölürken yüz dirhem sadaka dağıtmasından daha hayırlıdır.”

(D2866 Ebû Dâvûd Vesâyâ, 3)

***

Geniş servetini Mekke’den Medine’ye hicret eden din kardeşleriyle cömertçe paylaşan ve Uhud Savaşı’nda aldığı on iki ölümcül yarayla şehit olan Sa’d b. Rebî’, geride dul bir eş ve iki yetim kız bırakmıştı. Ne var ki vefat eden kocasından kalan miras ile çocuklarının geleceğini düşünen çileli annenin önemli bir sıkıntısı vardı. Kendisine ve kızlarına mirastan hiçbir pay verilmemişti. Çünkü câhiliye çağında çocuklar arasında ayırım yapılarak kızlar mirastan mahrum bırakılıyordu. Adalet ve hakkaniyete uymayan bu uygulama İslâm’ın ilk zamanlarına kadar devam etmişti. Sa’d’ın karısı mağduriyetini anlatmak ve yardım istemek için iki kızıyla beraber Hz. Peygamber’e (sas) geldi. "Ey Allah’ın Resûlü! Bunlar Sa’d b. Rebî’in kızlarıdır. Babaları Uhud’da şehit düştü. Kızların amcası babalarından kalan malın tamamını aldı ve bunlara hiçbir mal bırakmadı. Malları olmadığı için bu çocuklar evlenemeyecekler." diyerek şikâyetini dile getirdi. Bunun üzerine Resûlullah (sas), "Allah (cc) bu konuda hükmünü muhakkak verecektir." buyurdu. Bir müddet sonra da miras âyeti nâzil oldu. Ardından Resûlullah (sas) kızların amcasına haber göndererek şu talimatı verdi: "Sa’d’dan kalan malın üçte ikisini onun kızlarına, sekizde birini de annelerine ver; geri kalan ise senindir."  Böylece hanımlar ve kızlar da mirastan pay sahibi oldular ve mahrumiyetleri sona erdi.

Câhiliye döneminde sadece kadınlar ve kız çocukları değil, küçük erkek çocuklar ile savaşamayan erkekler de mirastan hisse alamıyordu. Güçlülere mahsus bir imtiyaz gibi algılanan miras, erkeğin gücüne ve yaşına göre belirleniyor, paylaşım da güç, kuvvet ve çıkar esaslarına dayanıyordu. Toplumdaki kadın, çocuk ve zayıf fertlerin savaşa katılmamaları dolayısıyla ganimet elde etmemeleri mirastan pay sahibi olmamalarına gerekçe gösteriliyordu. Toplumda etkin olan bir şahıs, vefat eden herhangi bir akrabasının malında doğrudan söz sahibi olabiliyordu. Hatta bir kimse öldüğü zaman, bu kimsenin karısı mirastan bir parça gibi görülüyor, ölen kimsenin yakınları kadın üzerinde hak sahibi oluyor, onunla evleniyor ya da onu istedikleri kimse ile nikâhlayabiliyorlardı. Câhiliyedeki bu gibi uygulamalar kaldırılarak Kur’an’da miras ile ilgili hükümler daha ayrıntılı bir şekilde ele alındı. Nitekim Efendimiz (sas) mirasın Kur’an’a göre paylaştırılması gerektiğini ashâbına bildirdi: "Miras malını hisse sahipleri arasında Allah’ın Kitabı’na göre taksim edin..."

Geçmiş medeniyetlerdeki uygulamaların aksine İslâm’da erkekler gibi kadınlar da mirastan hisse alabilmekteydi. "Ana, baba ve akrabaların (miras olarak) bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır. Ana, baba ve akrabaların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Allah (cc), bırakılanın azından da çoğundan da bunları farz kılınmış birer hisse olarak belirlemiştir."  âyeti konunun ana hatlarını belirliyordu. İslâm’a göre ölen insandan geriye kalan mal, belli bir sınıf ve zümre ile sınırlandırılmayıp belirli ölçüler dâhilinde akrabalar arasında dağıtılmaktaydı. Gücü, sağlığı yerinde olanlar pay aldığı gibi, zayıf ve düşkünler de pay alabilmekteydi. Bireyin sağ olarak doğmuş olması mirastan pay alması için yeterliydi.

Medine’ye hicretin ardından ensar ile muhacirler arasında Hz. Peygamber (sas) tarafından tesis edilen kardeşlik, başlangıçta bir miras sebebi kabul ediliyordu. Ancak daha sonra, "Allah’ın Kitabı’na göre, yakın akrabalar, birbirlerine (vâris olmaya) daha lâyıktırlar." âyetiyle akrabalık bağı bulunanların mirasçılık hususunda diğer mümin ve muhacirlerden önce geldiği beyan edilerek bu uygulama kaldırılmıştı.

Miras paylaşımının birinci sebebi kan bağıyla, ikincisi ise evlilikle oluşan akrabalıktır. Bununla birlikte, "Miras taksiminde (kendilerine pay düşmeyen) akrabalar, yetimler ve fakirler hazır bulunurlarsa, onlara da maldan bir şeyler verin ve onlara güzel sözler söyleyin." âyetiyle mirastan pay almayanlara karşı da ahlâkî ve insanî bir yardımlaşma tavsiye edilmiştir.

Kur’an’da, kan bağı ile oluşan akrabalığın mirasta öncelikli olduğu vurgulanmış, mirasçılar ve onların payları hakkında ayrıntılı açıklama ilgili âyetlerde belirtilmiştir. Yakınlık durumuna göre kimi akrabalar öne çıkarken, kimi akrabalar da geri planda kalmakta, hatta kimi akrabalar başkalarını miras dışı bırakmaktadır. Akrabalık ilişkisi ne kadar yakınsa mirastaki pay da o kadar fazladır. Bu noktada, vefatıyla geride miras bırakana (mûris) yakınlık ve uzaklık faktörü ölçü alınır. Böylece mal, özel anlamda aile içinde dağıtılarak aile bireylerinin mal varlıkları, genel anlamda da ailenin iktisadî bütünlüğü korunmuş olur. İnsan fıtratı da zaten uzun yıllar sonunda elde ettiği birikimin kendisinden sonra çocuklarına ve yakın akrabalarına tevarüs etmesini ister.

"Allah (cc) size, çocuklarınız(ın alacağı miras) hakkında, erkeğe, kadının payının iki katı kadarını emreder." âyetinde, kardeşler arasındaki miras paylaşımında kızların payının erkeklerin payına nispetle farklı düzenlendiği görülmektedir. Konu bir bütünlük içinde incelendiğinde, bu taksimatın o günkü şartlarda kız ve erkek çocuklarının aile içindeki sorumluluklarının ve kendilerine yüklenen yükümlülüklerinin dikkate alınarak yapıldığı anlaşılacaktır. Bilhassa bu âyetin indiği ortamda, erkek, eşinin, kızının, annesinin ve kız kardeşinin geçimini sağlamakla sorumlu tutulmaktaydı. Kadın, kendi mal varlığı iyi de olsa aile harcamalarına katılmak zorunda değilken, erkeğin harcaması zorunlu tutulmuştu. Evlilik sırasında erkek kadına mehir vermek zorunda iken, kadının herhangi bir malî sorumluluğu bulunmamaktaydı. Nimet külfet dengesi çerçevesinde düşünüldüğünde erkeğe ve kadına yüklenen sorumlulukların aynı olmadığı anlaşılmaktadır.

Bazı durumlarda ise, kadına erkek ile aynı oranda hisse verilmiştir. Nitekim ölenin çocuklarının bulunması hâlinde anne ile babaya aynı miktarda (altıda bir) hisse verilir. Burada görüldüğü gibi çocuğunun mirasından anne ile babaya verilen pay, eşittir. Dede ve nine arasındaki paylaşım da böyledir. Anneleri bir olan kardeşler birden fazla iseler mirasın üçte birini —erkek ve kadın— eşit olarak paylaşırlar. Dolayısıyla bu durumlarda kadınlarla erkekler eşit haklara sahiptirler. Unutulmamalıdır ki bu konularda ölçüler, muhatapların şartları da dikkate alınarak Yüce Allah (cc) tarafından konulmuştur: "Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin size daha faydalı olduğunu bilemezsiniz. Bunlar, Allah (cc) tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah (cc), hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."

Mirasçıların bir kısmının geriye kalan maldan hiçbir şey almadan veya az bir miktar alıp mirasçı olmaktan çekilmesi durumunda, örneğin kadının ihtiyacının daha fazla olduğu veya erkeğin malî sorumluluğunun daha az bulunduğu durumlarda, karşılıklı rıza (sulh) ile bu paylaşımı daha farklı bir şekilde yapabilmeleri de mümkündür.

Mirasın taksimi için mal sahibinin (mûris) vefat etmesi, vârisin de sağ olması gerekir. Ancak mal mülk sahibi hayatta iken de mirasını taksim edebilir. Fakat İslâm miras hukukuna göre, normalde miras düşmesine rağmen verasetten hak kazanmaya engel teşkil eden bazı durumlar da vardır. Bunlardan ilki, mûrisini öldürmesi durumunda vâris, mirastan mahrum olur. Resûlullah (sas), "Katil, (öldürdüğü kimseye) mirasçı olamaz." buyurarak vâris olunacak kişiyi öldürmek suretiyle bir an evvel mirasa konmak isteyen hırslı kimselerin önünü kapatmıştır. Peygamber Efendimiz (sas), "Karı ve kocadan birisi eşini kasten öldürdüğü zaman, diyetinden ve malından hiçbir şeye vâris olamaz. Eğer bunlardan birisi diğerini yanlışlıkla öldürürse onun malına vâris olur, fakat diyetinden miras alamaz." buyurarak hata sonucu öldürmeleri bunun dışında tutmuştur.

Miras engellerinden ikincisi ise din farkıdır. Resûlullah (sas) bu konuda, "Müslüman, kâfire mirasçı olamaz ve kâfir de Müslümana vâris olamaz." buyurmuştur. Üsâme b. Zeyd, Hz. Peygamber’e (sas) Veda Haccı sırasında, "Ey Allah’ın Resûlü! Yarın Mekke’deki evinde mi konaklayacaksın?" diye sormuş, o da, "(Amcam Ebû Tâlib’in oğlu) Akîl bize Mekke’de bir yer mi bıraktı?" cevabını vermişti. Akîl ve kardeşi Tâlib, babaları Ebû Tâlib’e vâris olmuşlardı. Ebû Tâlib’in diğer oğulları Ca’fer ve Ali ise hiçbir şeye mirasçı olmamışlardı. Çünkü Ebû Tâlib öldüğünde bunlar Müslüman, Akîl ile Tâlib ise kâfir idiler. Hz. Peygamber’in (sas) din farkını mirasta engel görmesi, Müslüman olmak isteyenlerin aile, çevre, mal mülk gibi bağları zihinlerinden tamamen atıp sadece İslâm’a yönelmelerini temin etmek için idi. Nitekim hicret ve Medine’deki ensar muhacir kardeşliği bunun en bariz göstergelerindendir.

Hz. Peygamber’in (sas) yukarıda anılan söz ve uygulamalarına rağmen, kimi sahâbîler, yeni ortaya çıkan bazı şartları dikkate alarak bu konuda farklı icraatlar sergilemişlerdir. Örneğin Muâz b. Cebel (ra), "İslâm artar, eksilmez." rivayetine dayanarak, Müslüman’ı Yahudi kardeşine vâris kılmış, halifeliği döneminde de Muâviye, Müslüman’ı kâfire mirasçı yapmış, kâfiri ise Müslüman’a mirasçı yapmamıştı. Muâviye’yi bu görüşe sevk eden, Müslüman olmak istedikleri hâlde müşrik babalarının mirasını alamayacakları için Müslüman olmayan Arap kabilelerinden bazı kimseleri kazanmak istemesiydi. Yine Müslüman oldukları için zengin babalarından miras alamayanların İslâm’dan çıkmaya yeltenmeleri de bu konudaki değişikliğin önemli bir sebebiydi. Öyle anlaşılmaktadır ki Hz. Peygamber (sas) zamanında insanların malî yönden hiçbir endişe duymadan İslâm’ı seçmelerini sağlamak için ortaya konan bu hüküm, daha sonraki zamanlarda İslâm’a girmek isteyen bazı kimselerde tereddüt meydana getirmişti. Çünkü bu kimseler Müslüman oldukları takdirde mirastan hisse alamama gibi maddî bir mahrumiyetle karşı karşıya geleceklerdi. İşte Muâviye, İslâm dinine girmek isteyenlerin bu endişelerini gidermek, girenleri de muhafaza etmek maksadıyla bu konudaki hükmü Müslümanlar lehine tek taraflı olarak askıya almıştı.

Bir başka miras engeli de gayri meşru ilişkiden doğma durumudur. İslâm’dan önce gayri meşru ilişkiden doğan çocuk mirasçı olabilirken, İslâm hukukî bağı ve meşruiyeti olmadığı için bu mirasçılığı ortadan kaldırmıştır.

Gerek Kur’an’da ve gerekse Allah Resûlü’nün (sas) söz ve uygulamalarında esas olarak maddî menfaatlerin hakkaniyet ölçüleri dâhilinde dağılması hedeflenmiştir. Böylece belli ölçüler içinde hisse alan akrabalar arasındaki bağlar korunmuş ve bu vesileyle aile içinde sevgi ve dayanışma bağları güçlenmiştir. Miras payı özel ve dokunulmaz kabul edilerek hiçbir merciin bu mala el koyup farklı bir şekilde kullanmasına izin verilmemiştir.

Toplumdaki eşitsizlikleri giderme ve adaleti sağlama bakımından olacak ki İslâm, miras ilminin öğrenilmesi ve öğretilmesini teşvik etmiştir. Hz. Peygamber (sas) miras konularını önemsemiş, ashâbını miras ile uğraşmaya teşvik etmiş, ferâiz ilmini ‘ilmin yarısı’ olarak nitelemiştir.

Miras konusunda ortaya çıkacak mahrumiyetler ve zorluklar ise bizzat Peygamber Efendimiz (sas) tarafından üstlenilmiştir: "Her kim (öldükten sonra) geride mal bırakırsa, o mal mirasçılarınındır. Kim ardında bakıma muhtaç kimse (veya alacaklı) bırakırsa, onun bakımı bize aittir." Bu hadisinde Allah Resûlü (sas), devlet başkanı sıfatıyla kendisini bütün müminlerin velîsi olarak takdim etmektedir. Öyle bir velî ki, sorumlulukları kendisi üstlenmekte, hakları ise sahiplerine yönlendirmektedir. Şayet ölen kişinin borcu veya himayeye muhtaç yakınları varsa borcu bizzat ödeyeceğini, onların bakımını da üstleneceğini ilân etmekte, fakat geriye mal mülk bırakmışsa onları almayıp ölenin baba tarafından yakınlarına havale edeceğini bildirmektedir.

Vefat eden şahsın geriye bıraktığı mal ile ilgili ikinci önemli konu da vasiyettir. Bu da kişinin vefatından sonraya bağlı olmak üzere, mal varlığından bir kısmının bağışlanmasını veya bazı şeylerin yapılmasını istemesidir. "Sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman eğer geride bir mal bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya meşru bir tarzda vasiyette bulunması —Allah’a karşı gelmekten sakınanlar üzerinde bir hak olarak— size farz kılındı." âyetinde kişinin daha ölmeden anne, baba ve akrabalar için vasiyette bulunması gerektiğini belirtmektedir. Aynı şekilde, "İçinizden vefat ettiklerinde eşlerini geride bırakacak erkekler, eşleri için, evden çıkarılmaksızın bir yıla kadar geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler!" âyeti de bu konu ile doğrudan ilgilidir.

İslâm’ın ilk dönemlerinde vârise vasiyet ediliyor, bir sınır da getirilmiyordu. Ancak miras âyetleri nâzil olduktan sonra vasiyet konusu yeniden düzenlendi.

İlgili âyetlerin nasıl anlaşılacağı ve uygulamanın nasıl olacağı da Efendimiz (sas) tarafından insanlara açıklandı. Buna göre, mirasçıların kabul etmesi hâli hâriç, vâris hakkında vasiyet geçersiz hâle geldi. Hz. Peygamber (sas) Veda Haccı’nda okumuş olduğu hutbesinde şöyle buyuruyordu: "Allah (cc) her hak sahibine hakkını vermiştir; (dolayısıyla) mirasçıya vasiyet yoktur."  Ancak yine de mirasçıların dışında kalanlara vasiyet yapılabilecekti.

Vasiyet toplumun yararına işleyen bir müesseseydi. Nitekim insan, vasiyet sayesinde mal ve mülkünün bir kısmı ile ölümünden sonra çeşitli hayırlar yapılmasını sağlayabiliyor, birikimini toplum için faydalı hâle getirme fırsatı bulabiliyordu. Bu nedenledir ki, Hz. Peygamber (sas) vasiyet etmeyi teşvik ediyordu: "Vasiyet edecek (değerli) bir şeyi bulunan Müslüman’ın, vasiyeti yanında yazılı durmadan iki gece geçirmesi uygun olmaz."  Sünnete uyma konusundaki titizliği ile bilinen Abdullah b. Ömer, "Bu sözü işittiğim andan itibaren vasiyetim daima yanımdadır." demişti.

Hadiste ifade edilen ‘vasiyetin yazılması’ tavsiyesi, bağlayıcı olmamakla birlikte kişiye ölümü hatırlatması bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Kişinin ölümü daima hatırında tutması, böylece bir gün ölüp Allah Teâlâ’nın (cc) huzuruna çıkacağını düşünerek dünyada kötü davranışlardan uzak durmasını sağlayacaktır. Ayrıca kişi, vasiyetine, üzerindeki emanetleri ve borçlarını yazarak, vefat etse dahi bunların yerlerine ulaştırılmasını sağlayabilecektir.

Efendimizin (sas) hemen yazılmasını tavsiye ettiği bu vasiyet, yalnızca vârislerin hâricindeki kimselere yapılabiliyordu. Vârislerin mirastan alacakları paylar Kur’an ve hadislerde belirtildiği için onlara tekrar vasiyet etmeye gerek kalmamıştı. Yine vasiyet ancak geriye bırakılan malın üçte birini geçmeyecek şekilde yapılabilmekteydi. Nitekim Hz. Peygamber (sas), bir kız çocuğundan başka mirasçısı bulunmadığından dolayı malının üçte ikisini yahut yarısını vasiyet etmek isteyen Sa’d b. Ebû Vakkâs’a (ra) ancak üçte birini vasiyet edebileceğini söylemişti. Bu konu, Sa’d b. Ebû Vakkâs’ın (ra) dilinden şöyle anlatılır:

"Veda Haccı yılında Mekke’de ölümcül bir hastalığa yakalanmıştım. Resûlullah (sas) da beni ziyarete gelmişti. Ona, "Ey Allah’ın Resûlü! Benim hastalığım iyice arttı. Ben varlıklı bir kimseyim. Bana sadece tek bir kızım mirasçı olacak. Bu yüzden malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı?" diye sordum. Resûlullah (sas), "Hayır, dağıtma!" buyurdu. Ben, "Yarısını sadaka olarak dağıtayım?" dedim. Resûlullah (sas) yine, "Hayır!" cevabını verdi ve şöyle buyurdu: "Üçte birini sadaka olarak dağıtabilirsin! Hatta üçte biri dahi çoktur! Mirasçılarını varlıklı olarak bırakman, onları insanlara ellerini açar ve muhtaç bir hâlde bırakmandan daha hayırlıdır."

Şurası bir gerçektir ki insan eğer malından hayır yollarına infak ve tasaddukta bulunmak istiyorsa, bunu yaşarken ve sıhhati yerindeyken yapması çok daha uygun olacaktır. Resûlullah (sas) bir hadisinde buna dikkat çekmiştir: "Bir kimsenin sağlığında bir dirhem sadaka vermesi, ölürken yüz dirhem sadaka dağıtmasından daha hayırlıdır."

Diğer yandan, vasiyet etmeden ölen kimsenin adına bir şeyler sadaka verilmesi yoluyla onun sevap kazanmasına vesile olmak da mümkündür. Hz. Âişe (ra) validemizden rivayet edildiğine göre bir adam Peygamberimize (sas) gelerek, "Ey Allah’ın Resûlü! Annem (vasiyette bulunamadan) ansızın öldü. Zannederim konuşmuş olsa sadaka verirdi. Acaba onun namına ben sadaka versem ona sevap olur mu?" diye sormuş, Resûlullah (sas) da, "Evet!" cevabını vermişti.

Vasiyet etmek, tavsiye edilen bir davranış ise de yeterli malı olmayan kimsenin maddî bir vasiyette bulunmasına gerek yoktur. Nitekim bir gün Hz. Ali (ra), kendi kabilesinden bir adamın yanına hasta ziyareti için gitmişti. Bu arada hasta kimse, "Vasiyet edeyim mi?" diye sormuş, Hz. Ali (ra) de şöyle cevap vermişti: "Hayır! Sen fazla mal bırakmadın. Bu yüzden bu malını çocuğuna bırak!"

Vasiyete sadece maddî kıymetler değil, aynı zamanda mânevî ve ahlâkî değerler de konu edilebilir. Dolayısıyla Müslümanların evlâtlarına, talebelerine, yakınlarına benzer şekilde inanç, ibadet ve ahlâk açısından güzel tavsiyelerde bulunmaları yerinde olacaktır. Tıpkı Hz. İbrâhim’in (as) ve Hz. Yakub’un (as) oğullarına yaptığı şu tavsiye gibi: "Oğullarım! Allah (cc) sizin için bu dini seçti. O hâlde sadece Müslümanlar olarak ölünüz!"

İslâm’ın miras ve vasiyet ile ilgili getirmiş olduğu ilkeler, kişinin mal varlığının, vefatından sonra geride kalan yakınlarına hakkaniyet ölçüleri içerisinde intikalini temin etmiştir. Böylece câhiliyede olduğu gibi, mirasın, güçlünün tekelinde toplanması, bazı vârislerin mirastan mahrum bırakılması gibi pek çok haksızlık engellenmiş, mirasın akrabalar arasında dengeli bir şekilde dağılması sağlanmıştır. Miras dağıtılırken adalet esas alınmış, kadın ve erkek vârisler bazı durumlarda eşit pay alırken bazı durumlarda farklı miktarlarda pay almışlardır. Bu farklılıklar vârisleri mağdur edecek haksızlıklar doğurmamış, bilakis İslâm’ın aile fertlerine vermiş olduğu hak ve sorumluluklar miras dağılımı ile dengelenerek adaletin tahakkuk etmesi sağlanmıştır. İslâm’ın ortaya koymuş olduğu bu miras hükümleri ile kişinin malının aile içinde kalması temin edilerek neslin devamına katkıda bulunulmuş, mirastan pay alacak kesimin geniş tutulması ile de mirasın tek elde toplanması engellenmiştir. Bu hukukî ve ahlâkî hükümlerle akrabalar arasında anlaşmazlıklar çıkmasının önüne geçilerek aradaki bağların korunması, aile içerisindeki sevgi ve dayanışmanın güçlendirilmesi hedeflenmiştir.

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam