İnsanın doğayla ilişkisini belirleyen ilkeler var mıdır? Doğal afetlerde insanın karşısına çıkan sıkıntıları, kayıpları göz önünde bulundurduğumuzda ihmal neye tekabül eder? Tevekkülü anlamlı kılan nedir?

İnsanın doğayla ilişkisini belirleyen ilkeler var mıdır?

İnsanın doğayla ilişkisini tayin eden hem varoluşsal hem de ahlaki temel ilkeler vardır. Bir inanç, düşünce ya da ideolojinin insanlık için değerini ortaya koyan alanlardan biri de insanın doğayla ilişkisinde teklif ettiği ilkelerin mahiyeti ve niteliğidir. Öncelikle ifade etmek gerekir ki insan ve tabiat, kendiliğinden ve gelişigüzel şekilde ortaya çıkan varlıklar ya da birinin diğerini meydana getirdiği bir zincirin halkaları değildir. Bilakis her ikisi de kudret sahibi yüce bir varlık tarafından bir gayeye matuf muhteşem bir düzen ve ahenk içinde yaratılmıştır. Dolayısıyla insan ve doğa bir bütünlük içerisinde ele alınmalıdır. İslam inancına göre yeryüzü; dağları, ovaları, akarsuları, bitkileri, ormanları, içinde barındırdığı tüm canlıları ile âdeta insan için yaratılmış ve insanın emrine amade kılınmıştır. En güzel şekilde yaratılan ve üstün özelliklerle donatılan insanın görevi ise; kendinin, âlemin ve varoluşun farkında olarak yaşamak, Allah’a iman ve itaat ederek yeryüzünde şefkat ve merhameti egemen kılmak için çalışmaktır. Bu bağlamda insanın tabiatla ilişkisinin temelinde uyum ve sorumluluk bilinci vardır. Düşmanca bir yaklaşımla doğaya karşı mücadeleye girişmek insanoğlunun en acı talihsizliğidir. Maalesef modern dönemde insanı doğanın karşısında ve ona düşman gibi konumlandıran bir paradigma öne çıkmıştır. Eğitim müfredatlarından haber bültenlerine, akademik yayınlardan aktüel analizlere kadar pek çok alanda “insanın doğa ile mücadelesi” cümlelerinin varlığı vahim bir hatayı ve trajediyi göstermektedir. Oysa insanın görevi tabiatla kavga ve mücadele etmek değil uyum içerisinde yaşamaktır. Her şeyden önce insan, tabiatın kendisi için bir nimet olarak yaratıldığının farkında olmak zorundadır. Doğayı kirletmek, tahrip etmek, ona zarar vermek insanın başta kendisi olmak üzere insanlığa yaptığı büyük bir kötülüktür. Diğer yandan insan, Allah’ın bir fayda ve hikmete binaen doğaya koyduğu ve sünnetullah kavramıyla ifade edilen evrensel yasalara uymak zorundadır. Bu ilkeler ihlal edildiğinde kaybeden yine insan olacaktır. Allah, insan ve âlem arasında var olan bağ kopartıldığında ya da göz ardı edildiğinde kargaşa, bunalım, afet ve musibetler hayatı kuşatacaktır. Dolayısıyla insanın doğayla ilişkisini belirleyen ideal ilkelerin; varoluşsal bir farkındalıkla, merhamet, adalet, uyum, feraset, sorumluluk bilinci ve güzel ahlak gibi değerlerden oluştuğunu söylemek mümkündür.

Doğal afetlerde insanın karşısına çıkan sıkıntıları, kayıpları göz önünde bulundurduğumuzda ihmal neye tekabül eder?

Esasında doğa olaylarının nasıl afet ve felakete dönüştüğünü konuşmak gerekir. Zira insanın irade ve tercihlerini yok sayarak yaşanan olumsuzlukları tamamen doğaya yüklemek yanıltıcı olacaktır. Bu bağlamda, doğanın içinde maruz kalınan afetler karşısında insanoğlu iki açıdan kendini gözden geçirmek zorundadır. Birincisi, tüm tercihlerinde ve davranışlarında tabiatın özelliklerini ve doğal işleyişi yeterince dikkate alıp almadığıdır. Zira gelişigüzel yaklaşımlar, dikkatsiz ve ihmalkârca tutumlar doğa olaylarını büyük afetlere dönüştürecektir. Örneğin yağmurun yağması tüm canlılar için bir rahmet ve hayat kaynağı iken, ormanların yok edilmesi ve doğanın tahrip edilmesi neticesinde beklenmedik sel felaketlerini beraberinde getirecektir. Dere yataklarını ve akarsu havzalarını yerleşim yerleri hâline getirmek su baskınlarıyla büyük afetler yaşatacaktır. Yeryüzünün dengesi açısından belli işlevlere sahip olan yer altındaki enerji birikimi göz ardı edilerek fay hatlarının üzerine gelişigüzel binalar yapıldığında, meydana gelecek depremler büyük yıkımlara sebep olacaktır. İnsanoğlu duyarsız ve sorumsuz davranışlarıyla havayı, suyu ve toprağı kirlettiğinde devasa küresel krizlere, çevresel sorunlara ve salgın hastalıklara davetiye çıkarmış olacaktır. Tüm bunlar insanın doğayla ilişkisindeki ihmalkârlığının korkunç sonuçlarıdır. “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. Allah yaptıklarınızın çoğunu affediyor.” (Şûrâ, 42/30) ayeti insanların kusurlarının afet ve musibetlere sebep olabileceğini ve sorumsuzluğun mal olacağı acı tabloyu haber vermektedir. İkincisi ise işini iyi ve sağlam yapıp yapmadığını muhasebe etmektir. Müminin en temel özelliklerinden biri de işini, mesleğini layıkıyla ve en güzel şekilde yapmasıdır. Allah, işini en güzel şekilde yapanları sever. Bu bağlamda popülist tavır ya da tembellikle hakikati çarpıtan bir cümlenin bile vebali vardır. Dikkatsizlik ve ihmal sebebiyle hastaya zarar veren bir tıbbi müdahalenin sorumluluğu vardır. Her ne sebeple olursa olsun göz yumulan, geçiştirilen ve felaketlere sebep olabilecek her tavır ve davranışın büyük günahı vardır. Hata, ihmal ve duyarsızlıkları sebebiyle, sorumsuz ve ciddiyetsiz tavırlarla başkalarının hastalık, kötülük, musibet ve afetlere maruz kalmasına sebep olmak açık bir kul hakkı ihlalidir. İnsanların canına, malına, geleceğine kastetmektir. Hesabı sorulması gereken bir suçtur. Allah katında çok büyük bir günahtır. Çünkü ihmalkârlıklar, telafisi imkânsız kayıplara, ifadesi zor acılara ve tahmin edilemez yıkımlara sebep olabilmektedir.  Dolayısıyla insan her işinde sünnetullaha riayet etmek; ihsan, itkan, adalet, hakkaniyet ve güzel ahlak gibi değerlere bağlı kalmak zorundadır. Aksi hâlde kendisini de saracak büyük acı ve ızdıraplara maruz kalması kaçınılmaz olacaktır.  

Tevekkülü anlamlı kılan nedir?

İslam’ın en önemli ilkelerinden biri olan tevekkül, her iş ve durumda bütün tedbirleri aldıktan sonra Allah’a sığınmak, O’na güvenmek ve dayanmaktır.  Tevekkülü anlamlı kılan, tedbire riayet etmektir. Dolayısıyla gerekli gayreti gösterip tedbiri almadan tevekkül yaşanamaz. Zira tevekkül, gelişigüzel bir vurdumduymazlığı ve körü körüne beklemeyi değil; varlıklar ve olaylar arasındaki sebep sonuç ilişkisini esas alarak hazırlıkları yaptıktan sonra tüm sebeplerin ve tedbirlerin üzerinde yüce bir kudret olarak Allah’ın iradesine teslim olmayı ifade eder. Çünkü hem akla hem de aklı önemli bir değer ve büyük bir nimet olarak gören İslam’a göre insan, afet ve kötülüklerden korunmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Zira sebepleri ihmal etmek tabiattaki doğal işleyişi reddetmek anlamına gelir. Örneğin sağlıklı bir hayat yaşama arzusunu anlamlı kılan, başta zararlı alışkanlıklar olmak üzere sağlığa zarar veren tüm davranışlardan uzak kalmaktır. Bir ideali gerçekleştirmenin yolu onun uğrunda canla başla çalışmaktan geçer. Tevekküle giden yol feraset, dirayet, çaba, azim ve gayretle döşelidir. Nitekim Peygamber Efendimizin; “Devemi bağladıktan sonra mı tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı?” diye soran sahabiye, “Önce bağla, sonra tevekkül et.” şeklindeki cevabı, tevekkülü doğru anlamak bakımından açık bir referanstır. Bu bağlamda afet, bela ve musibetleri insanın iradesini ve sorumluluğunu yok sayarak izah etmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Zira insanın varlık âleminde en belirgin vasfı irade ve sorumluluk sahibi olmasıdır. Bu yönüyle o, iradesini doğru kullanmak ve sorumluluklarını yerine getirmek zorundadır. Elbette insan her türlü tedbiri aldığı hâlde ve tamamen kendi eylem ve iradesi dışında başkalarının davranışları sebebiyle zorluk, sıkıntı ve musibetlere maruz kalabilir. Bu durumda karşılaşılan zorlukların üstesinden gelmeye çalışarak Allah’a dayanmak ona büyük bir manevi güç verecektir. Bu bağlamda müminler “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.” (Âl-i İmrân, 3/173) ayetini dillerine raptedip kalplerine nakşederek tevekkül ahlakının engin deryasında sekinet bulurlar.