Dr. Mehmet BULUT
DİB Emekli Başkanlık Müşaviri
1930’lu ve 1940’lı yıllarda olduğu gibi 1950’li yıllarda da bir kurum olarak Diyanet ve Diyanet hizmetleri, basında fazla yer almaz. Yazımıza esas aldığımız Vakıt gazetesinde de durum aynıdır. Yer verilen haber ve yorumları, Diyanet’in özerk kurum hâline getirilmesi, dönemin Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’na yönelik hücumlar, dinî gün ve gecelere ilişkin duyurular, din hizmetlileri aleyhindeki adli vakalar, bazı dinî konularda ilgisizlerin indi görüşleri şeklinde özetlemek mümkündür. Bu yazıda, sayılan hususlardan sadece bir kısmına bazı örnekler verilecektir.
18 Haziran 1950 tarihli Vakıt’ta, “Diyanet İşleri Başkanlığı müstakil hâle mi getirilmelidir?” konulu bir anket açılmıştı. İlerleyen günlerde ankete katılanların görüşlerine yer verildi. Mesela Ali Kemali Aksüt, “Yüzlerce yıldan beri muvaffakiyetle tatbikatta bulunan Fener Patrikhanesinin usul ve nizamlarını inceleyip meşk edinmemiz ve ihtiyaçlarımıza göre gerekli değişiklikleri yaparak cemaat teşkilatımızda tatbik etmemiz muvaffak olacaktır.” görüşünü dile getirmişti. Bu yıllarda dinî hassasiyetli dergilerde de “Diyanet’in muhtariyeti” konusunda görüşler serdediliyordu. Mesela Temmuz 1950’de Fevzi Boztepe ve Eylül 1950’de de M. Raif Ogan, Sebilürreşad dergisinde “Diyanet İşlerinin muhtariyeti” konusunda birer makale yazmışlardı. Ogan’ın, aynı günlerde yine Sebilürreşad’da “Evkafın Diyanet riyasetine bağlanması” başlıklı bir yazısı daha yayımlanmıştı.
Bilindiği üzere 1950’li yıllarda iki şahıs başkanlık yapmıştı: Ahmet Hamdi Akseki ve Eyüp Sabri Hayırlıoğlu. Akseki, Ocak 1951’de vefat etmiş ve ondan sonra 1950’li yılların sonuna kadar Hayırlıoğlu görevde kalmıştı. Merhum Akseki, reisliğinin ilk üç yılında memleket ziyaretleriyle, basın toplantılarıyla, vaaz ve konferanslarıyla, gazetelere verdiği demeçlerle, yayımladığı genelgelerle basında sık sık yer alabilmişti; ancak o, 1950 yılı gazetelerinde fazla haber konusu olmadı. Ağustos 1950’de yaptığı basın toplantısında Diyanet’in muhtariyeti, din eğitimi ve radyoda dinî yayın gibi konulara ilişkin serdettiği görüşler gazetelerde haber olarak yer almıştı. 9 Eylül 1950 tarihli gazeteler de Reis Akseki’nin Bursa Ulucami’de vaaz ettiğini duyurmuştu. Akseki’nin Ankara Cezaevini ziyaret ederek mahkûmlara vaaz etmesi de 14 Kasım 1950 tarihli gazetelerde yer almıştı.
9 Ocak 1951’de Akseki’nin vefatı ve bilahare Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’nun Reisliğe getirilmesi basında küçük haber konusu olmuştu. 12 Mart 1951’de gazetede yer alan bir haberde Hayırlıoğlu’nun ilmiyeye mensup ve aynı zamanda avukat olduğuna işaret edilmişti.
Hayırlıoğlu neredeyse bütün reisliği boyunca aleyhte haber ve yorumlarla gazetelerde yer aldı. Ancak o, basının hücumlarına boyun eğmemiş, basınla kıyasıya bir mücadeleye girmekten geri durmamıştı. Hakkında çıkan haber ve yorumlara ilişkin sadece birkaç örnek vermekle yetineceğiz.
Ağustos 1953 tarihli gazetelerde Başkan Hayırlıoğlu’na iki ay süre ile zorunlu izin verildiği, bu müddet zarfında Başvekâlet Müsteşarı Ahmet Salih Korur’un Başkanlığı tedvirle görevlendirildiği haberi yer almıştı. Vakıt’ın 28 Mart 1955 tarihli nüshasında da Diyanet dairelerinde görevli kadınlarla ilgili bir genelge yayımladığı iddiası üzerine Diyanet İşleri Başkanı hakkında tahkikat açıldığı haber verilmekteydi.
Hayırlıoğlu’nun basında en şiddetli tarizlere maruz kaldığı husus, onun, Kur’an-ı Kerim’in Latin harfleriyle doğru yazılıp okunamayacağı görüşünü beyan etmesidir. Aslında Latin harfleriyle Mushaf basımı 1930’lu yıllarda gündeme gelmiş, Başkanlığın ilgili birimleri bu konuyu inceleyerek bazı kararlar almıştı. Dergimizin daha önce çıkan sayılarında bu meseleye genişçe yer vermiştik. Ancak Ekim 1958’de konu, bilhassa Başkan Hayırlıoğlu özelinde basında bir kez daha alevlendirilmiştir. Şöyle ki Batı Trakya’da yayımlanan Sebat gazetesi bu meseleyi Diyanet İşleri Başkanlığına sormuş, Başkan Hayırlıoğlu imzasıyla gönderilen cevabi yazıda yukarıda sözü edilen görüş iletilmişti. Bu cevabi yazı, basında günlerce sürecek tartışmanın fitilini ateşlemiş, Başkan Hayırlıoğlu’na acımasızca saldırılmıştı. Başkanlığın açıklaması, bağlamından saptırılarak mürtecilere destek olarak lanse edilmişti. Diğer birçok gazete yanında Vakıt’ın Ekim 1958 tarihli sayıları bu haberlerle doluydu. Gazetede Peyami Safa, Ulunay, Sedat Ağralı, Hakkı Süha Gezgin, Prof. Bedii Ziya Egemen gibi yazarlarının indi yorumlarına da yer verilmişti. Gazetelerde Başkan’ın bu konuda 3 Ekim’de Ankara’da bir basın toplantısı düzenlediği, kendisinin istifaya davet edildiği haberleri çıkmıştı. 4 Ekim tarihli ve Refi Cevad Ulunay imzasını taşıyan bir yazı, “Diyanet İşleri Riyaseti Buhranı” başlığını taşıyordu. Peyami Safa tarafından kaleme alınan 4 Ekim tarihli “Arabça Kur’an ve Latin Harfleri” başlıklı yazı da hayli dikkat çekiciydi. Bu tazyikler karşısında Hayırlıoğlu’nun görevinden çekilmeyeceğine dair demeci de gazetelerde yer almıştı.
Bir Diyanet İşleri Başkanı’na, özetle aktardığımız bu muamele reva görülürken çok dikkat çekicidir, bu yıllarda Kıbrıs Müftüsü Mehmet Dânâ Efendi, basınımızda el üstünde tutulmuş, övgüye boğulmuştu. Sebebi ise Dânâ Efendi’nin ezan konusundaki tutumudur. Şöyle ki kanuni bir mecburiyet olmamasına rağmen Türkiye’deki uygulamaya paralel olarak Kıbrıs’ta da ezan Türkçe okutulmuştu. Hatta Türkiye’de Arapça ezan yasağının kaldırılmasından sonra da Türkçe ezan uygulamasına bir süre daha devam edilmişti.
Kıbrıs’ta 1 Ocak 1929’dan itibaren kaldırılan müftülük makamı 1950’de yeniden teşekkül edince müftü olarak Türkiye’den Yakup Celal Menzilcioğlu gönderilmişti. Müftü Menzilcioğlu, 31 Mart 1951’de yayımladığı bir tamimle ezanın Kıbrıs’ta da asli şekliyle okunacağını bildirdi. Menzilcioğlu, Ağustos 1951’de Türkiye’ye döndükten sonra 1954 yılında Kıbrıslılar kendi müftülerini seçme hakkını elde ederler. Dânâ Efendi, 17 Ocak 1954’te Kıbrıs’ın seçilmiş ilk müftüsü olur; akabinde 9 Şubat 1954’te ezanın Türkçe okunmasına dair fetva verir. Dânâ Efendi’nin müftü seçilmesi ve bilhassa ezanı Türkçe okutması icraatı Türk basınında geniş yer bulur. Diyanet İşleri Başkanı’na gazetelerde hakaretamiz bir üslupla saldırılırken bu icraatıyla Dânâ Efendi büyük itibar görür. Mesela Vakıt gazetesinin 18 Ocak 1954 tarihli nüshasında “Kıbrıs’ın yeni Müftüsü” manşetiyle verilen haberde müftünün Lefkoşa’ya gelişinin 19 pare top atışıyla selamlandığı, on binlerce Türk’ün iştirakiyle büyük tezahürat altında göreve başladığı yazılmıştı.
Dânâ Efendi, bir derneğin davetlisi olarak 28 Kasım 1954’te Türkiye’ye gelir. Gazetelerde bu ziyarete de genişçe yer verilir; onun, basına verdiği demeçte, Kıbrıs’ta ezanın Türkçe okunduğunu açıklamasından övgüyle bahsedilir. Türkiye’de ezan, Haziran 1950’den itibaren asli şekliyle okunurken Kıbrıs’ta ezanın Türkçe okutulması takdirle karşılanır. Kıbrıs’tan ve Dânâ Efendi’den örnek alınması istenir. Asım Us, 16 Şubat 1954’te yayımlanan “Bizim Dânâ Efendimiz Nerede?” başlıklı yazısında, Dânâ Efendi’nin Kıbrıs’ta ezanı kendi inisiyatifiyle Türkçeye çevirdiğinden bahisle Türkiye’deki Diyanet görevlilerinin benzer bir içtihatta bulunmamasına hayıflanıyordu: “Kıbrıs Müftüsü Dânâ Efendi’nin kendi müezzinlerine verdiği emir, bizim Diyanet İşleri Reisimize düşen millî bir vazifeyi hatırlatıyor.” Buna karşılık Sebilürreşad’ın Nisan 1954 sayısında M. Hizbet Hikmet imzasıyla ve “Hak ve Hakikate Davet: Yanlış Yol Tutan Müftümüze Hidayet Temenni Ederiz” başlığıyla bir makale yayımlandı. Kıbrıs Müftüsünün Aralık 1954’teki Amerika ziyaretine -bu yıllarda bir Diyanet İşleri Başkanı’nın yurt dışı seyahati söz konusu bile değildi- ve orada yaptığı açıklamalara da gazeteler yer vermişti. Bir cümle ile belirtelim ki onun Türkiye’ye yaptığı ziyaretlere Diyanet İşleri Başkanlığı ilgi göstermemişti.
Dânâ Efendi’nin Kıbrıs’ta ezanı Türkçe okutma uygulaması bir yıl kadar sürmüş, kendisinin yukarıda sözü edilen Amerika ziyareti sırasında, halkın ısrarla talebi üzerine müezzinler ezanı asli şekliyle okumaya başlamışlardı. Hâl böyle olmasına rağmen, ilginçtir, diğer camilerin aksine Gazimağusa’daki Ayasofya Camii’nde 1966 yılına kadar ezan Türkçe okunur.
Din gibi hassas bir konuda yetkisiz ve donanımsız kişilerin pervasızca görüş beyanında bulunmaları, kalem oynatmaları örneklerine 1950’li yıllarda da mebzul bir şekilde rastlarız. Mesela, 12 Eylül 1951 tarihli “Kurban Bayramı” başlıklı yazısında Hakkı Süha Gezgin, kurban kesmek yerine bunların parasını Kızılay’a, Hava Kurumuna vermek daha uygun olmaz mı, diye sormaktaydı. Gezgin, bu teklifini sonraki yıllarda da tekrar edecektir. Aynı yazar 3 Ağustos 1954 tarihli “Hac kimlerin borcudur?” başlıklı yazısında da hac yolculuğunun zorlukları hatırlatılarak kendilerine hac farz olmayanların her ne pahasına olursa olsun hacca gitmekte ısrar etmelerini eleştiriyor, bu konuda yetkilileri tedbir almaya çağırıyordu.
23 Ağustos 1953 tarihli “Bayramdan İlhamlar” başlıklı yazısında Hakkı Tarık Us da benzer şekilde kurban kesme yerine bedelinin tasadduk edilmesi doğrultusunda fetva çıkartılmasını istemişti. Yazısında ayrıca karşılama ve açış törenlerinde kurban kesiminin yasaklanmasını da önermişti. Yine Vakıt yazarlarından Asım Us, 16 Mayıs 1955 tarihli “Nikâh Müessesesi” başlıklı yazısında, gerekli tedbirleri alarak imam nikâhının kökünden kurutulmasını teklif edebilmişti.
28 Şubat 1959 tarihli Vakıt’ta “Cenaze namazları” başlığıyla yer verilen imzasız iki paragraflık yazıda, cenaze namazı için cami avlusuna gelenlerin bir kısmının namaz kılıp bir kısmının kılmamasının ikilik doğurduğu, namaza katılamayışa da büyük ölçüde abdestsiz olmanın neden olduğu belirtilmişti. Buradan hareketle yazıda, cenaze namazı için abdest almanın zorunlu olmaması gerektiği ileri sürülüyor ve Diyanet İşleri Başkanlığının bu konuda bir açıklama yapması isteniyordu.
1956 ve 1957 yılı gazetelerinde, İsmail Hakkı Baltacıoğlu ve Osman Nebioğlu tarafından ayrı ayrı hazırlanmış Kur’an tercümelerinin, alanda uzman olma gibi bir hassasiyet gösterilmeden sahihliğini onaylayıcı, tavsiye edici bir hayli haber ve yorumun yer almasını da bu cümleden zikredebiliriz. Baltacıoğlu’nun çevirisinin gazetedeki reklamı “Kur’an / Türkçeye çeviren İ. H. Baltacıoğlu” şeklinde idi; ancak gazetenin yazarları Asım Us ve Ali Kemali Aksüt’ün çeviriden övgüyle bahsettikleri makaleleri “Türkçe Kur’an”, “Öz Türkçe Kur’an” gibi başlıklar taşıyordu. Hâlbuki M. Raif Ogan, Sebilürreşad dergisinin Mart ve Nisan 1956 sayılarında “Baltacıoğlu’na Cevap: Kur’an’ı tercüme teşebbüsü” başlığıyla yayımlanan iki yazısında, söz konusu tercümedeki tahriflere işaret ederek yazarı sert bir şekilde eleştirmişti. Keza, Hasan Basri Çantay da bu derginin Kasım ve Aralık 1957 sayılarında “Baltacıoğlu ve Kur’an” başlıklı makalesinde bu meale ilişkin tenkitlerini dile getirmişti.
Yetkin olmayanların din adına görüş beyanında bulunmasında dikkat çeken bir diğer husus, bu kişilerin bazen kendi aralarında dinî konularda polemiğe de girmeleridir. Aynı gazetenin yazarları Ali Kemali Aksüt ve Ömer Fevzi Mardin arasında gayrimüslimler için mevlit ve ehl-i kitap konusundaki tartışmalar bunun en müşahhas örnekleridir. Mevlit konusundaki tartışmalara önceki yazımızda temas etmiştim. Aksüt’ün Ocak 1952’de ehl-i kitapla ilgili yazılarından ikisi, “Kitap Ehli Hidayette mi, Değil mi?”, “Dünya Peygamberi” başlığını taşıyordu. Mardin, Ocak 1952’de 15 ayrı yazı ile Aksüt’e cevap vermişti. Bu yazılardan biri, Ahmed Es’ad Benim’in yazdığı bir makaleye cevap niteliğinde idi ve “Miraç hadisleri sahih midir değil midir” başlığını taşıyordu. Aksüt, Mardin’e “Cenab-ı Hak Kitap Ehlini doğru yola nasıl çağırdı?” ve “Neuzubillah” gibi başlıklar altında Mart 1952’de karşılık vermişti. Keza gazetenin üç yazarı Hakkı Tarık Us, Osman Nuri Ergin ve Ömer Fevzi Mardin, Ocak 1952’de cenaze konusunu kendi aralarında tartışmışlardı. Dikkatimizi çeken önemli bir husus da, 1950’li yıllarda basında başörtüsü konusunun yer almamış olmasıdır.
“Basında Din” başlığı altında, 1950’li yıllarda dinî gün ve gecelere ilişkin gazetelerdeki haber ve yorumlara da yer vermek istiyordum, kısmetse başka bir zaman ele alalım.
Özetlemek gerekirse 1950’li yıllarda Vakıt dâhil ana akım gazeteler, dine ve dinî olana müspet ve sağlıklı bir yaklaşım içinde olmadı; hâliyle dönemin süreli yayınlarının, halkın dinî kültürünü yeterli ve sağlıklı bir şekilde beslediğini söylemek zordur. Öte yandan bu yıllarda Diyanet ve hizmetleri gazetelerde yeteri kadar yer bulamadı. Bu nitelikleriyle 1950’li yılların basınıyla 1930 ve 1940’lı yılların basını arasında fazla bir fark yoktur.