Koray ŞERBETÇİ
Büyük mütefekkir Cemil Meriç’in, “Tanımıyoruz Hint’i” diye serzenişte bulunduğu bir diyardır Hindistan. Müslüman âlemi bu beldeyi başka bir inancın, başka bir engin diyarı olarak bilse de aslında köklü bir İslam medeniyet sahasıdır Hindistan.
Hindistan, Müslüman dervişlerin İslam’ın ışığını götürmek için erken dönemde yollara düştükleri; Gazneli, Delhi ve Babür gibi büyük Müslüman devletlerin sancaklarını dalgalandırdıkları; Beyrunî gibi büyük Müslüman âlimlerin kendisiyle ilgili kalem oynattıkları bir İslam kültür sahasıdır.
Tarihin erken dönemlerinden XX. asra kadar bu durum birtakım iniş çıkışlarla böyle süregelmiştir. XX. asırda da İslam dünyasının yeniden toparlanmasına dönük fikir faaliyetlerinden de geri kalmamış, hatta diriliş merkezi olmuştur.
İşte mütefekkir Muhammed İkbal’in dirilişe dair sesinin tüm Müslüman coğrafyaya yayıldığı bu beldede 1903 senesinde Hindistan’ın Haydarâbâd eyaletine bağlı Evrengâbâd kasabasında XX. asrın en önemli Müslüman mütefekkirlerinden birisi doğdu: Ebü’l-A‘lâ Mevdudi.
Bir mütefekkir yetişiyor
Mevdudi’nin kökenleri tıpkı Hindistan gibidir, herkesten bir pay taşır. Kendisine verilen Ebü’l-A‘lâ’ ismini büyük dedesinden alır. Dedesi neseben Hz. Hüseyin’in soyundan geldiği için seyyid idi. Mevdudi’nin kökenleri bir yandan da tasavvufi bir bağ ile Çiştiyye şeyhlerinden Mevdûd-i Çiştî’ye ulaşmaktadır. Annesi Rukiye Begüm ise Türkistan’dan Hindistan’a göç eden Türk asıllı bir ailenin kızıdır.
İlköğrenimine tüm mütefekkirler gibi aile ocağında başladı. Avukat olan babası Seyyid Ahmed Hasan ilk hocasıydı. Ondan Farsça, Urduca, Arapça, mantık, fıkıh ve hadis dersleri aldı. Okul sıralarıyla tanışma zamanı geldiğinde yıl 1914 olmuştu. Bütün dünya büyük bir savaşa sürükleniyordu. Mevdudi bu dağdağalı yılda hem Batı tarzında ve hem de geleneksel İslami usule göre eğitim veren Medresetü’l-Fevkâniyye’ye kaydoldu.
Bir sene sonra ailesi Haydarâbâd’a taşınınca eğitimini buradaki Dârülulûm’da sürdürdü. Ama babasının sağlığının bozulması onun omuzlarına sorumluluk yüklemişti. Eğitimine kısa bir müddet ara verdi. Fakat öğrenme aşkı onu bilgiden ve kitaplardan ayrı bırakmıyordu. Hem ailesinin geçimine katkıda bulunmak için çalışıyor hem de eğitimine kendi çabasıyla okul dışında devam ediyordu.
Büyük savaşın bitiş şafağı yılı geldiğinde, yani 1918’de Mevdudi Delhi gibi büyük bir şehirdeydi ve artık eli kalem tutmaya başlamış, bilgisini yazarak şekillendirme sürecine girmişti. Çeşitli dergilerde yazılar yazmaya başladı ve Tâc isimli haftalık gazetenin editörlüğünü üstlendi. Gelgelelim bu gazete bağımsızlık yanlısı Kongre Partisi’ne yakındı. Mevdudi’nin sömürge idaresini tenkit ettiği bir yazısından dolayı gazete kapandı. Ama Mevdudi elbette durmayacaktı. 1924’te el-Cemiye gazetesini çıkarana kadar bu göreve devam etmiştir. Her iki gazete de Mevdudi’yi bu genç yaşında önde gelen Hintli Müslüman alimlerle tanıştıran Cemiyet-i Ulema isimli cemiyetle ilişkilidir.
Mevdudi tüm bu süreçte, Hindistan’ın içinde bulunduğu çalkantılı durumda politikayla yakınlaşmış ve Hindistan’da İngiliz sömürge yönetimine muhalif bir grup olan Tahrik-i Hicret’in bir üyesi olmuştur. Bu yapı, Müslümanları kimliklerini kazanmaları için Afganistan’a göç etmeye teşvik eden bir organizasyondur.
Bu arada fikirleri iyice olgunlaşan Mevdudi ayrıca el-Cemiye için yazdığı ve Muhammed İkbal gibi önemli kişilerin beğenisini alan makalelerin bir derlemesi olan el-Cihad fi‘l İslam adlı ilk büyük eserini kaleme alır. Bu artık kalemle olan mücadelenin geri dönülmez bir biçimde başladığının işareti olur.
Mevdudi’nin mücadelesi
Mevdudi XX. asırda Hindistan’daki en önemli Müslüman düşünür ve aktivisittir. Onun konuşmaları ve yazıları İslam fikir dünyasının yeniden inşasına dönük inanılmaz bir enerjiye sahip olmasıyla ünlüdür. Genel olarak bakıldığında tüm eserlerinin eksen fikri; merkezî bir İslam devletine ve bunun nasıl oluşturulacağına olan çağrıyla birlikte İslam’ın geleceğine yönelik gerçek bir ilgidir. O, dünyaya tahakküm eden Batı karşısında İslam fikir cevherinin kendilerine yeteceğini savunur. Müslümanların XX. asırda kesinlikle Batı düşüncesinden farklı bir fikir örgüsüyle kendi varlıklarını sürdürebileceklerine ve bu hedefe ulaşılabileceğine inanır.
Bu bakımdan Mevdudi’nin eserleri ve eylemleri, Pakistan’ın kuruluşuna büyük katkı sağlamıştır. İslam’ın âlemşümul değerlerini esas aldığından fikirleri sadece Hint Müslümanlarını değil dünyanın dört bir yanındaki Müslümanları da etkilemiştir.
Örneğin yazdığı ilk eser olan el-Cihad fi‘l İslam’da, onun gelecekteki tüm yazılarını kuşatacak temel renkler bulunur. Yöntem olarak sıradan insandan çok liderliğe yoğunlaşır. El-Cihad fi‘l İslam’daki eksen düşünce budur. Buna göre toplumsal bir düzenin karakteri yukarıdan aşağı doğru iner. Bu da gerçekte güçlü bir yönetim biçimini gerekli kılar. Bu yazılarında Hinduizm, Budizm, Yahudilik ve Hristiyanlıktaki kutsal savaşla İslami cihadı karşılaştırıp cihadın güçsüzlerin (müstaz‘af) sömürü, baskı ve zulümden kurtuluşunu sağlayan olumlu ve ahlaki yönlerini ortaya koyar.
Ona göre önderlerce kabul edilen teorik görüşler değişmeden, günlük hayatın değişimi imkânsızdır. Buna somut örnek olarak da Hz. Peygamber, Hulefa-i Raşidin ve büyük fakihlerin otoritelerinin dönüşümdeki etkisini gösterir.
Müslüman kimliği nasıl inşa edilecekti?
Mevdudi’nin yaşadığı dönem, Hindistan’ın bağımsızlık arayışlarının olduğu ve Hint Müslümanlarının da aktif olarak sürece katıldığı bir zamandır. Buna bağlı olarak Müslüman aydınlarda Müslüman kimliğinin Hindu çoğunluk tarafından bastırılacağı korkusu vardır. Bu endişe Mevdudi’de de görülür.
Mevdudi’nin dünyevileşme karşısında Müslüman kimliğin silinmesine karşı duruşu, yaşadığı devrin atmosferiyle yakından ilgilidir. Zira bir yandan Batı sömürgeciliği, diğer yandan kalabalık Hindu nüfus arasındaki Müslümanların kimlik mücadelesi, çoğunluğun yönetiminden başka bir şey olmadığına inandığı Batı stili demokrasiye çekinceli bakmasına yol açmıştır.
Mevdudi, yazılarında seküler bir toplumun gerçekte Müslümanlara bir zulüm olacağı ve dinî çoğunluk olan Hindulardan yana olacağına inanır. Sonuç olarak Müslümanların kendi “ulus”larını oluşturmaları gerektiğine inanır. Fakat bu bilindik anlamda somut sınırlara sahip olarak değil ümmet olma anlamındadır.
Çok açık bir biçimde Mevdudi’nin fikirleri o dönemde Müslümanların küçük bir azınlığı oluşturduğu Hindistan’daki durumdan etkilenmekteydi. Mevdudi, ahlaki bir zorunluluk olarak İslami bir yönetim biçimini esas aldığından İslami köklere dayalı özgün bir sistem savunur.
İdeal devlet anlayışı
Mevdudi’ye göre Hz. Peygamber (s.a.s.) ideal bir devlet adamıdır ve Medine de ideal İslam devletidir. Ona göre bir taraftan sömürge düzeni, diğer taraftan Hinduların baskın kültür olarak yükselişine karşın Müslümanların tek kurtuluşu ideal bir devlet kurmaktır. Bu konuda birinci amacı Pakistan’ı dünyaya örnek teşkil edecek modern bir İslam devleti olarak inşa etmektir.
Zira Batılılar ilim ve kılıç gücünü, yani bilim ve teknolojiyi kullanarak dünya hâkimiyetini ele geçirmişlerdir. Bu süreçte pek çok medeniyet, Batı medeniyetinin bünyesinde kolayca erimiş ve kaybolmuştu. Oysa Müslümanlar olgun bir medeniyete sahip oldukları için Batı karşısında durmayı başarmışlardır. Mevdudi’ye göre bu iki medeniyetin mücadelesi hâlâ devam etmektedir. O hâlde yapılacak tek şey bu mücadele için bir kale inşa etmektir.
Bu kale ideal devlettir Mevdudi’ye göre. Böylece İslam’ın yeni bir dünya düzeni olarak diriltilmesi için yapılacak olan şey Cahiliye’nin sosyal, politik ve ekonomik düzeninin, Hz. Peygamber dönemi örnek alınarak hilafet kurumunda ifadesini bulan İslam hukuk nizamının sunduğu evrensel sistemle değiştirilmesidir.
Nasıl bir diriliş?
XX. asrın fırtınalı günlerinde Müslümanlar ne yapmalıydı? Mevdudi’ye göre Müslümanlar öncelikle İslami toplumsal dönüşümün belli bir ülke veya toplulukla sınırlı kalmayıp yeni nizamın dünya çapında kurulabilmesi için çalışmak zorundaydı. Bu da sadece bir politik ve ekonomik çalışma olamazdı. Daha önemlisi ruhi ve ahlaki alanlardaki gelişimdi. Bu sayede tüm yeryüzü ölçeğinde ulaşılacak ahlaki yüceliş, somut planların yapılmasına zemin hazırlayacaktı. Nihayetinde İslam medeniyeti politik, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda dünya liderliğini elde edebilecekti.
Bunun önündeki en büyük engel Mevdudi’ye göre zihinleri köhneleşmiş şekilci ve törensel din anlayışı ile seküler Batı kültür ve düşüncesini körü körüne taklit etme hastalığıydı.
Mevdudi bu fikirlerle pratik hayattaki mücadelesini de ömrünün sonuna dek sürdürdü. 1947’de Pakistan’ın kuruluşunun ardından Cemaat-i İslami’nin Hindistan ve Pakistan’da iki ayrı teşkilat hâline getirilmesi üzerine Mevdudi Pakistan tarafında kalan Lahor’a yerleşti ve Cemaat-i İslami-i Pakistan’ın liderliğini üstlendi. Teşkilat bundan sonra Pakistan’ın İslami bakımdan inşası için çalışmalarına devam etti. Şimdi yollara düşerek bu İslami programı oluşturmak zamanıydı. Ülkeyi baştanbaşa gezmeye başladı. Fakat bu gezileri politik engellere takıldı. Pakistan’ın diğer ileri gelenleri tarafından bozgunculukla suçlandı ve 1948’de hapse atıldı. Fakat kamuoyundan gelen büyük tepkiler sonunda 1950’li yıllarda serbest bırakıldı.
Serbest bırakılmasının ardından Pakistan’da İslami anayasanın yürürlüğe konmasını isteyen hareketi başlattı. Halk da bu hareketin yanında yer aldı. O günlerde Pencap eyaletinde halkın çoğunluğu Kadıyaniliğin İslam’dan ayrı bir azınlık olduğunun ilan edilmesini istiyordu. Fakat askerî idare bu isteğin iptalini talep etti. İşte tam bu esnada Mevdudi “Kadıyanilik Meselesi” adlı kitabını yazdı.
Bu yolda Cemaat-i İslami’nin 1953’te Pencap’ta düzenlediği Kadiyanilik karşıtı gösterileri yazılarıyla kışkırttığı gerekçesiyle askerî mahkeme tarafından ölüm cezasına çarptırıldı. Ama yine dünya çapındaki baskılar üzerine cezası önce sivil bir mahkeme tarafından ömür boyu hapse çevrildi, ardından yüksek mahkeme kendisini serbest bıraktı.
Bu baskılar onu yıldırmadı. Faaliyetlerini sadece Pakistan’la sınırlı tutmayan Mevdudi, İslam âlemine de seslenme gereği duydu. Filistin’i, Arap Yarımadası’nı ve Mısır’ı da ziyaret ederek oralardaki İslami çalışmalar hakkında ileri gelenlerle düşünce alışverişinde bulundu. Hatta 1961 yılında Medine’de İslam Cemaati’nin kuruluşu için bir program hazırladı. Mücadelesinde Filistin’in kurtuluşu için harcadığı çaba ise büyük bir yer tuttu.
Mevdudi, vefat ettiği 1979 yılına dek mücadelesini aynı gayretle sürdürdü. Onun fikir mücadelesi sadece lideri bulunduğu Cemaat-i İslami ile sınırlı kalmadı. Mevdudi’nin görüşleri XX. asırda İslami diriliş hareketlerinin oluşumunda ciddi bir etki yaptı. Kaleme aldığı eserleri otuzu aşkın dile çevrildi ve Avrupa, Kuzey Amerika, Afrika ve bütün Asya’ya ulaşarak geniş bir coğrafyadaki Müslüman aydınlara yol gösterdi.