Şükrü KABUKÇU
Çanakkale Müftüsü

15 Temmuz kalkışmasının yıl dönümünde bu acı olaydan ders alarak toplumsal savrulmalarımızı yeniden düşünmeliyiz. Acı olayların tekrar etmemesi için bu çok önemlidir. İyi niyet güzeldir ama ölçüsüz olunca sonucu bazen çok sıkıntılı olabiliyor. Dinî değerlerin en kırılgan tarafı etkiye veya duygusallığa açık olmasıdır. “Allah rızası”, ”peygamber sevgisi”, “yardımlaşma” ve “kurban” gibi kavramlar bunlardan sadece birkaçıdır. Bu ve benzeri kavramlar üzerinden insanları ve toplumu yönlendirmek mümkündür. Elbette bize düşen inanç değerlerimizi ve mahiyetlerini iyi kavramak ve hayata aktarmada da dikkatli davranmaktır. 

Müslüman bireyler ve toplum olarak yanlışlara düşmemek için ölçülerimize dikkat etmeliyiz. Bu itibarla özellikle Maveraünnehir ulemasının geliştirdiği ilmihâl geleneği bu açıdan çok önemlidir. Toplumun her ferdinin geniş bir şekilde din eğitimi alması mümkün değildir. Dolayısıyla toplumun geneline hitap eden bir başvuru kılavuzuna ihtiyaç duyulmuş ve ilmihâl geleneği oluşmuştur. Elbette bu geleneğin geliştirilmesi her dönemdeki ilim ehlinin sorumluluğundadır. Toplumun inanç yapısını, ibadetleri ve ahlaki değerlerini ilmî ölçülerle koruma adına bu gelenek içinde geliştirilen iki temel kavram bir anlamda toplumsal savrulmaları önlemesi açısından önemli bir dayanaktır. Bu iki kavram ise şunlardır: Edille-i şeriyye ve efal-i mükellefin.

Edille-i şeriyye

“Edille-i şeriyye”, dinî deliller demektir. Bir Müslüman yaptığı veya söylediği bir şeyin doğruluğunu, referansını bu kavramın oluşturduğu değerlerle ölçer. Onlar da şunlardır: Kitap, sünnet, icma ve kıyas. Özellikle usul-i fıkıh açısından bu sıralama hususunda müçtehitlerin farklı kanaatleri ve ilmî tartışmaları vardır. Bu tartışmalar bir yana bu ölçülerin varlığı, müçtehitleri dönemsel baskılardan korumuştur. Ayrıca ürettikleri ilmî gelenek subjektif olmaktan korunmuş ve ilmî usullere dayanmıştır.  Bu sebeple Müslüman bir kişi yaptığı bir şeyin doğruluğunu anlamak için önce Kur’an’a bakar, sonra sünnete bakar, âlimlerin sözüne (icma)  bakar ve ilmî bir çalışma olarak kıyas konusuna bakar. Bu sıralama kişiyi keyfî yorumlardan ve bunun sonucu yanlışlara düşmekten korur. Müslüman birey kendisine teklif edilen söz veya eylemin doğruluğunu kişilere göre değil, ölçütlere göre değerlendirir. İşte bu duruş, kişinin dindarlığını başkalarının müdahalesinden korur ve aynı zamanda kişiyi başkalarının yörüngesine girmekten de korumuş olur.  

Efâl-i mükellefin

“Efâl-i mükellefin”, mükelleflerin dinen sorumluluk çağına gelmiş olan kişilerin fiilleri anlamına gelir. Farz ile başlayıp haram ile biten bu kavramlar mezhepler arasında bazı isimlendirme farklılıkları olsa da genelde şöyledir: Farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, müfsit, mekruh ve haram. Bu kavramlar kişinin ve toplumların hayatını zora sokmak için değil, bilakis bir düzene ve ahenge sokmak içindir. Aynı zamanda keyfîliği ve hak ihlalini önlemek içindir. Bu itibarla bir kişinin hiçbir fiili yoktur ki bu tanımlar ve kavramlardan birisine dâhil olmasın. Örneğin, namazda iftitah tekbiri için elleri kaldırmak farza ait bir eylem, kişinin ceketini giyerken elini kaldırması mübah olan bir eylem, haksız yere birisine vurmak için yumruğunu sıkması ise haram olan bir eylemdir. Aynı eylem için dinin öğrettiği kavramlar farklıdır. Burada keyfîlik yoktur. Oluşturulan hukuk anlayışı kaynaklara dayalı ve objektiftir. Farz olan bir sorumluluğu keyfî yorumlarla terk edemeyiz. Yine aynı şekilde haram olan bir eylemi, kişilere vehimler yükleyerek meşru hâle getiremeyiz. En tipik örneklerden birisi olarak şunu söyleyebiliriz: Güya iyi olan insanların belli yerlere gelmesi için soruların çalınması tam anlamıyla bir hak ihlali, başkalarının hakkını yeme ve zulüm olup haram bir davranıştır ve hiçbir şekilde normal gösterilemez.  

Bazı tespit ve teklifler

Tarihin değişik dönemlerinde fikrî tartışmaların neticesinde bazen şiddete ve teröre başvurulmuş ve acı olaylar yaşanmıştır. Hasan Sabbah ve adamlarının yapılanmaları, yaptıkları, bunun sonucunda çok acı olayların yaşanması iyi düşünülmesi gereken bir örnektir. Özellikle akaid/inanç değerleri konusunda tarihten gelen âlimlerin tespit ettikleri ortak değerler çok önemlidir. Ve altı yıl önce yaşadığımız acı tecrübenin bir benzerini yaşamamak ve birilerinin bizi Allah’ın dini ile aldatmaması için toplum olarak her daim dikkatli olmak zorundayız. Burada kişi/kişiler veya kurumların isimleri önemli değildir. Yani hiç kimse eskilerin tabiri ile lâ yüsel (hesap vermekten muaf) değildir. Bu itibarla dikkat edilmesi gereken bazı prensipleri ve kuralları şöyle ifade edebiliriz: 

- Kişi veya kişilerin ortaya koyduğu ölçüler, içtihatlar, düşünceler Kur’an ve sahih sünnete aykırı olamaz.

- İnsanları hakikat yerine koyamayız.

- Hakikat, doğru kişilere göre değerlendirilemez.

- Dinin özünde gizem, gizlilik, takiyye, aldatma, başkasının hakkını çalma, hile gibi kavramlara asla yer yoktur.

- Dinî kavram ve değerlere anlam yüklemede asla keyfîlik olamaz.

- Bütün mezhep imamları görüşlerini bir usul dairesinde Kur’an veya sünnete dayandırmıştır. Bu ölçüye uyulmadığı zaman temel kavramlar ters yüz edilir ve ortaya paralel itikat ve fıkıh çıkar.

- Hz. Peygamber’in hayatı berraktır. Özellikle Mescid-i Nebi merkezli olarak ibadet, irşad ve eğitim faaliyetlerini yürütmüştür. Kapalı devre olan her oluşum kontrol dışıdır ve etkiye açıktır. 

- Allah, peygamberler haricinde kimseye vahiy göndermez.

- Haram olan bir davranış kişilerin keyfî tutum ve kanaatleri ile helal hâle gelemez. Bir makama gelmek için iftira atmak, hile yapmak, hele hele sınavda soru çalmak kul hakkıdır ve haramdır. 

- “Peygamber geceleyin size geliyor.” gibi söylemlerle ortaya konan düşünceler tam anlamıyla istismardır.

- Güya din gayretiyle yerine getirmemiz gereken ahlaki sorumluluk ve davranışlardan uzak kalamayız. Sıla-i rahim gibi bir görevimizi dine hizmet adına (!) yerine getirmemenin hiçbir izahı ve dayanağı yoktur.

- Dinde yeri ve uygulaması olmayan peygambere kurban kesmek gibi davranışlara, iyi niyetli gibi görünse de müsamahalı bakamayız.  

- Peygamberle, din büyükleri ile görüşme iddialarının hiçbir dayanağı yoktur.

- Kızı Fatıma’yı namazını kılması konusunda uyaran ve babasının peygamber olmasının ona fayda vermeyeceğini ifade eden bir örneklik ortada iken şefaat gibi kavramları kendi dünyevi durumlarını güçlendirmek için kullananlara karşı dikkatli olmalıyız.

- “Bir makama yükselmek adına haram olan bir davranışı yapabilirsin.” demenin hiçbir ilmî dayanağı yoktur.  

- Lafızcı ve selefi söylem ile Kur’an-ı Kerim’in istismarına, özellikle cihatla ilgili ayetlerin istismar edilmesine karşı son derece dikkatli olmalıyız.

- Kur’an ve sünnetin bir usul ve metodoloji dairesinde yorumlanması ve anlaşılması yönünde bir çalışma olmaz ise ortaya çıkacak olan tablo daha ağır olacaktır. Bir ayet veya bir hadis ile amel etmek için bu bilginin tek başına yeterli olmadığı aşikârdır.  

- Usul ve makasıd gibi temelden yoksun olan okuma ve üretilen fikirler anlık, şahsi ve bölgesel olarak kalacaktır.

- Dindarlık dünya menfaati için değildir, dolayısıyla dinî değerleri, kendi dindarlığını dünyalık mal veya makam için öne çıkarmak istismarın ta kendisidir.

Netice

Asr-ı saadetten sonra tarihin değişik dönemlerinde savrulmalar yaşanmıştır. 15 Temmuz’da yaşadığımız meşum hadisede bir kez daha gördük ki Müslümanlık kitaba dayalı olmak zorundadır. Kitaptan kastımız ise kişiler veya isimler anlamında olmadığı açıktır. Kadim medeniyet tarihimizde özellikle akaid metinlerinde bir anlamda formül hâline getirilen ve neredeyse üzerinde görüş birliği olan tanımlar ve kavramlar çok önemlidir. Mesela, Nesefi’nin  (ö. 537/1142) akaid ile ilgili eserinin ilk cümlesi olan “eşyanın hakikati sabittir” ve benzeri tanımlar tarihî tecrübenin ortaya koyduğu değerlerdir. Elbette bunların da güncellenmesi ve toplumun anlayacağı bir dile aktarılması âlimlerimizin sorumluluğundadır. Bu itibarla ortaya konacak olan objektif kural ve değerler ile muhtemel savrulmalar da önlenmiş olacaktır. Tekrar ifade edelim ki iyi niyet güzeldir. Ancak herkes yaptığını, söylediğini ve düşüncelerini tüm Müslümanların ortak değerleri olan Kur’an ve sahih sünnet ölçüsünde sürdürmek zorundadır.