Tarihin eski dönemlerinden günümüze ilahi mesajın köprüsü işlevi gören Kudüs Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’da mukaddes şehir sayılmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında yıllar boyu Müslümanların yüzlerini dönerek ibadet ettikleri ilk kıble olan Kudüs Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından da âdeta kıble gibi görülmektedir. Buna binaen günümüzde dünya nüfusunun yarıdan fazlasının Kudüs’ü kutsal şehir olarak gördüğü ortaya çıkmaktadır. Bu yaklaşım bir taraftan söz konusu şehrin derecesinin yüksekliğini gösterirken öte yandan yaşadığı envaiçeşit sıkıntıların da sebebi olmuştur.
Semavi dinlere göre Kudüs
Semavi dinlerin kaynakları Kudüs’ün kutsallığı hususunda ittifak hâlindeyken bu kutsallığın başlangıç noktası ve mensuplarının bu kutsallığın farkına varması hususunda birbirinden ayrılmışlardır. Hristiyanlık ve İslam kaynaklarında Kudüs’ün Hz. Âdem’den itibaren ayrıcalıklı şehir olmasına ilişkin veriler bulunurken Yahudi kaynakları bunu Nuh Tufanı’ndan sonraya ertelemiştir. Nitekim Yahudi ve Hristiyan topluluklarda şehrin kutsal kabul edilmesi Hz. Musa ve Hz. İsa’dan birkaç asır sonra gerçekleşmişken Müslümanlar daha Mekke döneminden itibaren şehri mukaddes bilmişlerdir.
Yahudi kaynakları tetkik edildiğinde bu şehrin kutsallık tarihinin Hz. Nuh’a kadar izi takip edilebilir. Ancak İsrailoğulları’nın bu kutsallığın farkına varması asırlar sürmüştür. Yahudiliğe göre, Şalim adıyla Tevrat’ta zikredilen Kudüs’ün ilk defa Hz. İbrahim ile bağlantılı bir hususta zikri geçer. Hz. Musa’nın halefi Hz. Yuşa bu mukaddes şehri alsa da İsrailoğulları şehirde ikamet etmemiş, yerli Yevusi kavmi burada oturmaya devam etmiştir. Şehrin tamamen Yahudi otoritesine girmesi Hz. Davut zamanında gerçekleşmiştir. O, bu şehri Yevusilerden alarak devletin başkenti yapmıştır. Dinî ehemmiyetinden dolayı burada mabet yapmak istese de bu, oğlu Hz. Süleyman zamanında gerçekleşmiştir. Ancak İsrailoğulları arasında bu mabede bağlılık ruhu oluşmamış, Bama adı verilen yerel tapınma merkezleri Süleyman Mabedi’ne alternatif olmaya devam etmiştir. Devam eden süreçte Hizkiya (MÖ 727–697) ve Yoşiyahu’nun (MÖ 640–609) mabedi Yahudilerin yegâne tapınma merkezi yapma girişimleri ile halkta oluşan Kudüs bilinci, Babil Sürgünü (MÖ 586) nedeniyle ulaşacağı nihai noktaya varmıştır ve o tarihten sonra Yahudiler şehri kıble ve kutsal şehir olarak sahiplenmişlerdir.
Hristiyanlar, İsa Mesih’in anılarını taşıması nedeniyle Kudüs’ü kutsal bilirler. Ancak erken dönemlerde Pavlus’un yenilikleri nedeniyle Hristiyan topluluk parçalanıp Antakya merkezli doktrinler ön plana çıktığı için Kudüs bilinçli olarak ikinci plana itilmiştir. Yahudi dinî mirasından kurtulup bağımsız bir din olma yönünde ilerleyen Hristiyanlık, konuyla ilgili yaklaşımını Kudüs’ün eski kutsallığının artık kalmadığı şeklinde sunmuştur. Bu bağlamda İncillerde İsa Mesih’in şehre beddualarına dikkat çekilerek Kudüs’ün İsa Mesih’in katlinin gerçekleştiği lanetli bir şehir olduğu anlayışı yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Ancak MS IV. yüzyılın ilk çeyreğinde Roma İmparatorluğu’nun siyasi mülahazalar nedeniyle Hristiyanlığa yeşil ışık yakması ve Hristiyanları toparlama amacıyla Kudüs’ü de merkez kabul etmesi şehrin tarihî serüvenini değiştirmiş, burası hac merkezine dönüşmüştür. Bu değişimi bidat gören bazı kilise babalarının şiddetli itirazı fayda etmemiş, tartışmalı geçen IV. yüzyılın ardından Kudüs’ün kıble ve mukaddes şehir olma özelliği Hristiyanlar arasında kabul görmüştür.
İslam’a göre Kudüs tarihin sıfır noktasından itibaren kutsal şehirdir ve bu bilinç daha Peygamber Efendimiz (s.a.s.) zamanındayken nübüvvetin erken dönemlerinde kabul görmüştür. Mekke döneminde Kudüs’ü ön plana çıkaran iki olgudan bahsedilmelidir. Bunlardan birincisi, Müslümanların ibadet ederken yüzlerini Kudüs yönüne çevirip burayı kıble şehir görmeleridir. Bu uygulama, Medine döneminde de yaklaşık 16 ay boyunca devam etmiş daha sonra ilahi emir ile Kâbe’ye doğru değiştirilmiştir. Kudüs’ün kıble olması aslında İslam’ın türedi bir din olmadığı, Hz. Âdem’den başlayan tevhid mesajının nihai halkası olduğu bilincini ve mesajını da taşımaktaydı. Mekke döneminde bu mesaj doğrultusunda Müslümanların bu kutlu şehre gönül bağını kuvvetlendiren diğer olgu, Peygamber Efendimizin (s.a.s.) yaşadığı İsra ve Miraç mucizesidir. Kur’an-ı Kerim’de İsra suresinde anlatılan ve hadis, tefsir ve siyer kaynaklarında teferruatı verilen bu olay, Mekke döneminde Müslümanların sıkıntılı boykot zamanında gelen ve eziyetlerin biteceğini müjdeleyen bir göz aydınlığı idi. Ayette geçtiği üzere, Cenab-ı Hak ayetlerinden göstermek için bir gece Peygamber Efendimizi (s.a.s.) Mescid-i Haram’dan alıp çevresi mübarek kılınmış Mescid-i Aksa’ya doğru gece yolculuğuna çıkarmıştır. Hadis, tefsir ve siyer kaynakları burada Kudüs’ten bahsedildiğini ve ilahi katmanlara yükselişte bu şehrin bir çeşit durak olduğunu belirtir. Kaynaklarda geçtiği üzere, bu yolculuk sırasında Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Burak adlı binekle mucizevi şekilde Mekke’den Kudüs’e getirilmiş, burada peygamberlere imamlık yaparak namaz kıldırmış, Hacer-i Muallak üzerinden semaya yükseldiği rivayet edilmiştir.
Medine döneminde de Müslümanların Kudüs’e bakışı değişmemiş, kıblenin Mekke’ye çevrilmesi Kudüs’ü onların gündeminden düşürmemiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Kudüs konusunda vurgulu tavsiyeleri dolayısıyla Müslümanlar bu şehrin çok geçmeden İslam beldesi olacağına inanmış, hatta bazıları Mekke’den önce Kudüs’ün fethedileceğini düşünmüştür. Hz. Peygamber (s.a.s.) Müslümanları Kudüs’ü ziyarete teşvik etmiş, gitmeye güç yetiremeyenlerin ise kandillerinde yakılmak için oraya zeytinyağı göndermelerini buyurarak şehrin âdeta maddi olarak da Müslümanlarca aydınlatılmasını temenni etmiştir. Anlatılanlara bakılınca, Kudüs’ün öneminin buradaki mabetten geldiği ortaya çıkacaktır. Sahabeden Ebu Zer Gifari’den yeryüzündeki ilk ve ikinci mabedin hangisi olduğu sorusu üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) ilk mabedin Mekke’de, ikinci mabedin ise Kudüs’te olduğunu, ikisinin yapımı arasında kırk yıl olduğunu buyurmuştur. (Müslim, Mesâcid, 2.) Kâbe ve Mescid-i Nebevi’de kılınan namazlardan sonra Kudüs’teki mabette yapılan ibadete en fazla sevap verileceğini çünkü sadece bu üç şehrin ibadet merkezi olduğunu buyurarak Müslümanları burayı ziyarete teşvik etmiştir. (İbn Mâce, İkâmetü’s-salât, 198; Beyhakî, Sağîr, C. 2, 211.) Hz. Süleyman’ın Kudüs’teki mabedi yaptıktan sonra ettiği dualardan birisinin de burada ibadet edenlerin günahlarının tamamen affedilmesi olduğunu belirten Hz. Peygamber (s.a.s.) onun diğer dualarının gerçekleştiğini ve bu duasının da gerçekleşeceğini umduğunu buyurmuştur.
Semavi dinlerin Kudüs davası
Romalılar MS 70 yılında Kudüs’ü ele geçirdiler ve şehri yıkıp halkı sürgün ettiler. Bu sırada Yahudilerin II. Mabet dedikleri bina da ortadan kalktı. Sonraki yıllarda bir miktar Yahudi ve Hristiyan şehre geri dönse de MS 135’te Bar Kohba isyanını bastıran İmparator Hadrian şehri tamamen yıkıp hiçbir iz bırakmamak için yerini sabanla sürdü ve sıfırdan pagan tarzda kurduğu şehre Aelia Capitolina ismini verdi. Şehre Yahudilerin girmesi kesinlikle yasaklandı ve girenin cezası ölüm olarak belirlendi. Asırlar boyunca Yahudiler, şehri ele geçirmek için Romalılar ve Persler nezdinde defalarca girişimde bulunsalar da Müslümanların şehri fethiyle giriş iznine kavuştular. Hz. Ömer zamanında şehri fetheden Müslümanlar, burada yaşayan Hristiyanlara da dokunmadılar ve ziyaret imkânını engellemediler. Asırlar boyunca Müslümanlarla birlikte Yahudiler ve Hristiyanlar şehirde huzur içerisinde yaşadılar. 1099’da şehri ele geçiren Haçlılar soykırım yaptı. Katledilen Müslüman ve Yahudilerin sel gibi akan kanı topuğu geçiyordu. Latin Kudüs Krallığı kuruldu ve şehirde sadece Hristiyanların yaşamalarına izin verildi. Haçlılar, Müslüman ve Yahudi ibadet mekânlarını ve eğitim gibi amaçlarla inşa edilen binalarını yakıp yıktılar, geriye kalan az bir kısmını ise kiliseye çevirdiler veya başka amaçlarla kullandılar. 1187’de doğunun şanlı komutanı Selahaddin Eyyubi, Haçlıları Kudüs’ü bırakmaya zorladı ve şehir tekrar İslami kimliğine kavuştu. Şehir Eyyubilerden sonra Memlükler ve Osmanlılar tarafından yönetildi. Bu hanedanlar döneminde Yahudiler ve Hristiyanların Kudüs’te yaşamasına ve şehri ziyaretine engel getirilmediği gibi yapılan sayısız binalarla şehre İslam mührü vurulmuş oldu.
XIX. yüzyılın ortalarında Yahudiler arasında ortaya çıkan Siyonizm akımı nedeniyle Kudüs merkez olmak üzere Filistin’de şartlar değişmeye başladı. Dünyanın farklı yerlerinden Yahudilerin bölgeye göçü başladı. Aslında Yahudiler asırlar boyunca Kudüs’ü ziyaret etseler de dinî gerekçeler dolayısıyla pek azı burada ikamet ediyordu. Kudüs’e dönüşün Mesihi Çağ’da gerçekleşeceğine inanan Yahudiler burada yerleşmeye sıcak bakmıyordu. Ancak Siyonizm bu yaklaşımı değiştirdi ve Yahudiler bölgeye akın ettiler. Bunun arkasında yatan sebep, Hristiyan Siyonizmi idi. Bu doktrine göre, İsa Mesih’in yeryüzüne tekrar dönüşü/parousia için Filistin topraklarında Yahudilerin bir devletinin olması gereklidir. Tarih, XVII. yüzyıldan itibaren İngiltere başta olmak üzere çeşitli Hristiyan devletlerinin bu doğrultudaki söylem ve eylemlerine tanıklık etti. Bu faaliyetler sonucu Yahudiler arasında da Siyonist fikirler yayılmaya başladı ve 1897’de Theodor Herzl’in liderliğinde İsviçre’nin Basel kentinde toplanan I. Siyonist Kongre’de bir Yahudi devleti kurulmasının altyapısı oluşturulmaya başlandı. Herzl’e Siyonist fikirleri aşılayan kişinin yine bir İngiliz vaiz olan William Hechler olduğu dikkat çekmektedir. Sultan II. Abdülhamid, bölgeye Yahudi göçünü engellemek amacıyla bazı tedbirler aldıysa da tarihin akışını değiştiremedi. 1917’de Kudüs’ün İngilizler tarafından işgaliyle şehir Müslümanların elinden çıktı. Kudüs’e giren ordunun başındaki İngiliz General Edmund Allenby için bu, Haçlı Seferlerinin tarihteki başarılı uzantısıydı.
1920’de kurulan Britanya Filistin Mandası zamanında yapılan göçlerle, bölgede Yahudi demografik varlığı güçlendirilmeye çalışıldı. Getirilen Yahudiler bölge ile tanışmak imkânına kavuştular ve yerel sorunlarla baş etmek hususunda beceri kazandılar. Yeni tanıştıkları yerde tutunmaya çalışırken Yahudiler, Müslümanların direnişi ile karşılaştılar ve taraflar arasında yaşanan sayısız çatışmada her iki cenahtan binlerce kayıp yaşandı. Emperyalist devletler, Yahudi çetelerin sivil Müslümanlara yaptıklarını görmezden geliyordu. Nihayet 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulduğu ilan edildi. Kurulduğu günden itibaren İsrail, bölgedeki Müslümanlar tarafından dışlandıysa da savaşlar ve çatışmalarla bugüne kadar geldi. Sürekli savaş ortamı sonucu ülkede oluşan gergin atmosferden ve İsrail’in uygulamaları nedeniyle dünyanın çeşitli yerlerinde oluşan Yahudi karşıtlığından pek çok Yahudi mustarip olsa da netice itibarıyla Hristiyan Siyonistler kendi itikatları doğrultusunda Yahudiler için bir devlet kurulmasını sağlayarak onları Müslümanlarla savaş ortamına bıraktılar. İsrail devleti, kurulmasının ardından başta ABD olmak üzere Hristiyan devletler tarafından resmen tanındı.
Kurulduğu tarihten itibaren İsrail, Kudüs’ü Yahudileştirme yolunda her ihtimali değerlendirmeye çalışmaktadır. Bu şehri kendi tarihî başkenti olarak gören ve 1967’de şehrin Müslümanların yaşadığı doğu yakasını da işgal eden İsrail, şehirdeki bin yıllık İslam mirasının izlerini silip tarihe kendisini şehrin tek sahibi olarak yazdırmaya gayret etmektedir. İsrail, 1980’de çıkardığı Kudüs Yasası ile şehrin ebedî ve bölünmez olarak İsrail’in başkenti olduğunu deklare edip fiilî durumu legalleştirmeye çalışmıştır. İsrail’i tanıyan devletlerin kahir ekseriyeti başkent olarak Tel Aviv’i görseler de son yıllarda ABD’nin, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul ettirme doğrultusunda attığı adımlar dikkat çekmektedir. 6 Aralık 2017’de ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararını açıkladı ve kuruluşunun 70. yılı şerefine 14 Mayıs 2018’de ABD Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıdığı gibi 28 Ocak 2020’de açıkladığı “Asrın Anlaşması” adlı metinde Kudüs’ü İsrail’e bıraktı. Başta Filistinliler olmak üzere pek çok ülke ABD’nin bu dayatmalarına karşı tepkilerini ortaya koydular. Günümüzde, kadim çağlarda ismi Yeru-Şalim yani “barışı görecek” olan Kudüs hâlâ isminin tecellisini aramakta, huzur ve barış günlerini beklemektedir.
Doç. Dr. Eldar HASANOĞLU