Bulunduğu yerden çok sıkılmıştı, şöyle rahat nefes alacağı, koşup oynayacağı bir yere gitmek istiyordu. Hâl böyle iken ana vatanından ayrılmanın hüznüyle olsa gerek ağlıyordu, hem de ara vermeksizin. Şimdilik ağlasa da kendisini koşup oynayacağı güzel günlerin beklediğini düşünüyor ve bunun heyecanını yaşıyordu. Sebebini izah edemeksizin ağlarken bir el yetişti, sardı sarmaladı, dünyanın en değerli ikramını sundu. Anlamıştı, düşündüğü gibi olacaktı, peş peşe gelecekti mutluluklar. Nasıl da hemen ulaştı en emin eller ve en leziz tatlar. Olacaktı, kesinlikle inanıyordu, her şey çok güzel olacaktı.
Gözlerini açtığında gördüğü değişik simaları, renkleri ve şekilleri anlamaya çalışıyordu, herkesle ve her şeyle konuşmak ve kucaklaşmak istiyordu. Zaten o beklentiyle gelmişti buraya. Büyüyor, büyüdükçe daha iyi tanımaya ve anlamaya başlıyordu. Tabi beraberinde hayal kırıklıkları da olmuyor değildi. Hiç öyle düşünmemişti; horlanacağını, itekleneceğini, azarlanacağını, gücünün üstündeki işlerle başa çıkması gerekebileceğini hiç hesaba katmamıştı, hatta aklına bile gelmemişti.
Annesinin babasının çok işlerinin olduğunu, bu sebeple hep koşturduklarını görüyor, kendisiyle yeterince ilgilenmemelerine de üzülüyordu. Ama bunların geçeceğine, her şeyin düzeleceğine kendini inandırmak istiyordu. Bazen de kendisinin büyüdüğünü dikkate alarak ben onlarla ilgileneyim, onları neşelendireyim diyerek şaklabanlıklar yapmaya çalışıyor hemen uyarılarla muhatap oluyor ve arkasından ne kadar yorgun oldukları, kendisiyle uğraşacak hiç vakitlerinin olmadığını söylemelerine çok üzülüyordu. Bazen gelirken getirdikleri ve değerinin çok yüksek olduğunu söyledikleri oyuncaklar kendisine hiç cazip gelmiyordu. Hele hele sabah erkenden bir telaşla hazırlanıp bir teyzenin evine bırakılmak çok zoruna gidiyordu. Annesinin koştura koştura giderken arkasına dönüp bir el sallamasını bekliyor ama öylece bakakalıyordu. Ağlamak istiyor, ona da cesaret edemiyordu, çünkü ağladığında çok sert bir tepkiyle muhatap oluyor onu hiç kaldıramıyordu. O yaşlarda öğrenmişti göz yaşlarını içine akıtmanın ne demek olduğunu.
Artık sokağa çıkıp yeni arkadaşlarla tanıştıkça yeni kavramlar ve yeni olaylar öğreniyor ve nasıl olduklarını çok merak ediyordu. Evlerinin bahçesindeki zemini plastik kaplamayla tahkim edilmiş parkta arkadaşlarıyla oynarken karşı blokta oturan Zehra’nın heyecanla bir şeyler anlattığını görünce yanına yaklaşıyor ve anlattıklarına kulak kesiliyordu. Köyden, dededen, nineden, amcadan, teyzeden büyük bir heyecanla bahsediyor. Dedesiyle çeşmeye gittiğini, amcasıyla tarlada çalıştığını büyük bir mutlulukla anlattığını görünce daha da merak ediyor, bunların ne olduğunu anlamak istiyordu. Kendisinin bu konuda bildiği tek kavram anne babası işe giderken bıraktıkları teyze idi, o da kendisine hiç böyle mutluluklar yaşatmamıştı. Hele hele Zehra’nın ninesiyle tandırda ekmek yaptıklarını, Zehra’nın da hamur alıp küçük bir ekmek yaptığını, ninesinin özenle pişirip akşam tarladan gelen dede ve babasına bu Zehra’nın ilk ekmeği diyerek verdiğinde ne kadar mutlu olduğunu anlatması Arda’yı tarifi imkansız bir hayal dünyasına taşıyor ama kavramlara anlam yüklemesi, yaşanan olaylarla bütünleşmesi mümkün olmuyordu. Sabırsızlıkla anne babasının gelmesini bekliyor ve onlara soruyordu: "Benim dedem, ninem yok mu, biz niye köye gitmiyoruz?" diye anne babasını hesaba çekmeye çalışırken artık o küçücük yüreğinin taşımaya güç yetiremediği yaşlar gözlerinden taşıyordu. Babası sakinleştirmeye çalışırken onun da gözleri dolu dolu oluyor ama hissettirmiyordu. Yavrucuğum, senin de deden ninen var, ama işlerimizin yoğunluğundan gitmeye fırsat bulamıyoruz, hatta telefon bile açacak vaktimiz olmuyor. Senede birkaç haftalık iznimizde de bir yılın yorgunluğunu atmak için mecburen tatile gidiyoruz.
Arda daha da içerliyor ve o zaman onlar gelsin, burada oynayayım dedemle Zehra’nın oynadığı gibi diyor, babası buna cevap bile veremiyordu.
Arda büyüyor, büyüdükçe her şeyi sorguluyor anlamaya çalışıyordu. Artık okuyacak araştıracak yaşlara gelmişti. Çevresinde daha ne hayatların olduğunu yaşıtı olan çocukların başlarına nelerin geldiğini öğrendikçe kahroluyordu. Nasıl olur çocuklar açlıktan ölürdü. Hem de üç beş saniyede bir. Bir ağacın sararan yapraklarının döküldüğü gibi bu yavrucağızlar, nasıl hayattan kopabilirdi. Savaşlarda yaralanan, kolu bacağı kopan, eli yüzü kan revan içerisinde kalan çocukları gördükçe kendisini hep sorumlu hissediyordu. Anne babasının oynasın vakit geçirsin diye aldıkları bilgisayar internete de bağlanmıştı, Arda’yı oyalayacak yeterince malzeme bulunsun diye. Oysa Arda oturuyor bilgisayarın başına, ÇOCUK yazıyor arama motoruna ve karşısına dökülenleri okumaya, videoları izlemeye çalışıyordu.
Aman Allah’ım bütün bunlar şu anda mı yaşanıyordu. O zaman bu büyük büyük adamlar niye bu çocuklara sahip çıkmıyordu. Nasıl küçücük çocuklara bu kadar rahat kıyılabiliyordu. Nasıl korunamazdı veya niçin sahip çıkılmazdı ki!? Artık Arda yaş ve boy itibariyle olmasa da çok büyümüştü. Büyük düşünüyordu çünkü. Gündeminde Gazze vardı, Suriye vardı. Hele hele Arakandaki çocuklar, bir de Afrika, akbabanın uzaktan gözetlediği çocuğun akibeti kahretmişti Arda'yı. Gündemi o kadar yoğunlaşmıştı ki Arda’nın hiç yeni kıyafetler, ayakkabılar ve oyuncaklar isteyecek vakti olmuyordu. Öyle ki babasının aldığı o güzel bisiklete dahi doğru düzgün binememişti.
Sokak çocukları diye bir konuya dalmış, günlerce araştırmış, bir konferans verecek kadar malumat biriktirmişti. Mevsimlik işçi olarak başka şehirlere giden, oralarda boyundan büyük işlerde çalışmak zorunda kalan, okuluna devam edemeyen, evlerinin bile olmadığı, çadır denen bir şeyde yaşamaya çalışan çocuklara şahit olmuştu yaptığı araştırmada. Kaybolan, kaçırılan çocuklar, sahile vuran Ayla bebekler derken artık ayrı dünyaların adamı olmuştu Arda. Anne babası fark etmiyorlardı bile iş yoğunluklarından. Bazen büyük laflar etmesini de büyümesine, akıllı ve zeki bir çocuk olmasına yoruyorlardı.
Artık araştırma yapmakla, bilgi sahibi olmakla bu sorunların çözülemeyeceğini, sıkıntıların nihayete ermeyeceğini anlamıştı. Bir şeyler yapmak gerekiyordu. Okulunda arkadaşlarına anlatmaya başlamıştı öğrendiklerini. Oyun oynamak için dışarı çıktığında ya da anne babasıyla bir yere gittiğinde hemen etrafında yaşıtlarını, hatta kendinden büyükleri topluyor, onlara da anlatıyordu. Anlatmayla başlayan süreç, yeni kapılar açmıştı kendilerine. Önce kendi aralarında harçlıklarından artırarak para toplayıp ihtiyaç sahiplerine göndermeye karar verdiler. Yemeklerinde, kıyafet, ayakkabı ve oyuncak konularında gereksiz alışveriş yapmamanın önemini anlattılar birbirlerine. Sonra ekranlardan tanıdıkları devlet büyüklerine mektup yazmanın, onlara bu konuları anlatmanın faydalı olacağını düşündüler. Olur ya, onların çok yoğun işleri vardır, aynı kendi anne babaları gibi, bu sebeple bu çocuklardan haberdar olamıyorlardır, haber verirsek onların her türlü imkanı var, çözerler bu sorunları, artık bütün çocuklar mutlu olurlar diye düşündüler.
Arda inanmıştı, bir gün bütün çocuklar mutlu olacaktı, ama bunun için bir şeyler yapmak gerekiyordu. Onun için de gece gündüz demeden çalışıyor, arkadaşlarını harekete geçiriyor bu vesileyle de daha bilinçli ve sorumlu yaşamayı kendisi öğrendiği gibi arkadaşlarına da öğretiyordu.
Herkes sorumluluğunu yerine getirdiği gün, bütün çocuklar mutlu olacaktı. Sadece kırlarda koşarken kolları bacakları çizilecek, akşam kendilerini karşılayacak annelerine vermek için topladıkları güllerin dikenleri batacaktı ellerine. Duydukları en yüksek ses ramazanda, iftar saatinde atılan topun sesi olacak ve dedesi ninesiyle birlikte bütün aile sofraya oturacaklardı. Çocuklar annelerinin yanında büyüyecek, kimse vatanını terk etmeye mecbur bırakılmayacaktı. Hiç kimse, kimsesiz kalmayacak, bütün dünya bir ailenin ferdi gibi birbirine sahip çıkacaktı.