“İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde bozulmalar ortaya çıktı. Belki dönüş yaparlar diye Allah işledikleri kötülüklerin bir kısmını onlara tattırıyor.” (Rûm, 41)
Dünyanın artık yaşlandığı, insanların yapıp ettiği maddi-manevi olumsuzluklardan dolayı iyice yıprandığı gerek çeşitli tabii afetlerle gerekse de ülke ayrımı yapmayan türlü salgınlarla daha belirgin hale geldi. Kur’an-ı Kerim’deki ifadeleriyle “olacağını hiç kimsenin yalanlamadığı” (Vakıa 56, 2) “yaklaştıkça yaklaşan”(Necm, 53, 57) bir gün ve saat artık daha fazla gündeme geliyor, insanların zihninde acaba hızla büyük sona mı gidiyoruz sorusu daha sık yer alıyor.
Esasında bu süreçte fark edilen, insanların hayat tarzları ve tercihlerinin tabiattaki yankılarıdır diyebiliriz. İnsanlar, yaptıkları ve tercihleri ile ciddi bir şekilde yüzleşmeye başladılar. Bu yüzleşme alışık olunmayan bir kısıtlama ile biraz da korkutucu tarzda olunca rahatı bozulan insan, ister istemez, “ne oluyor?” diye düşünmeye başladı.
Böyle bir ortamın en olumlu sonuçlarından birisi ise insanın fiilleri ve tutumlarının eskisinden daha güçlü bir şekilde “değerler temelinde” ele alınmaya başlamış olmasıdır. Dünyanın en azından bir kısmı için her şey yolunda giderken birden bire ortaya çıkan tuhaflıkların konforu sekteye uğratması; insanların “değer” ve “güç” tanımlarını gözden geçirmelerine ve “neyi gözden kaçırdık?” “ne yapmak gerekiyordu?”, “neyi yanlış yaptık?” gibi sorularla yüzleşmelerine sebep olmuş görünmektedir.
İnsanlığın her kesiminin bu sorularla muhatap olması ve ortaya çıkan krizlere esaslı cevaplar üretmeye çalışmasına duyulan ihtiyaç esasında her zamankinden daha fazla idi. Özellikle de değerler ilişkisi bağlamında, insanın insanla, insanın tabiatla ve insanın yaratıcı ile ilişkileri, bugün insanlık için önemli bir kırılma noktası olarak her kesimden insanın önünde durmaktadır. Hayatın anlamı ne idi? Diğer varlıkların, tabiatın insandan beklentisi ne idi? Bu süreçte kim, neye sevindi?, kim, niye üzüldü ve niye acı çekti?
Söz konusu ilişkilerin ve anlama biçimlerinin, bu süreçte iyi analiz edilebilmesi; olması gerekenle olan arasındaki telifi mümkün olmayan çelişkilerin daha insancıl ve daha “değerli” bir zeminde ele alınabilmesi yaşlı dünyamız adına en büyük fırsat ve en önemli beklentidir.
İnsanın değerlerinden hızlı bir şekilde soyutlanıp haz ve hız temelli bir yaklaşımla kutsalla bağının kopması, yapabildiklerinden cesaretle de kendini yegâne hâkim güç olarak görmüş olması, günümüz insanının en temel yanılgısı olarak görülebilir. Ancak bunda kutsalımsı ile gerçek kutsalın birbirine karışmış olmasının ve kutsalımsıların gerçek kutsalın üstünü iyice örtmüş olmasının etkisini de tespit etmek gerekiyor. Özellikle İslam aleyhinde oluşturulan kirli algıları, çarpıtmaları, sinsice gizlenen gerçekleri ve satın alınmış piyonlarla Müslümanlar arasında kanlı oyunlar oynamaya varan operasyonları dikkate aldığımızda gerçek kutsalla bağı koparılan, kutsalımsılardan da kendisi kurtulup maddi güç ve bilimsel bilgiyle büyük imkânlara kavuşan günümüz insanının güç zehirlenmesiyle değerler algısında ne gibi hatalara düşebileceğini tahmin etmek hiç zor değildir. Onu hak dine sevk edecek ciddi bir ortamın ve alternatif düşünce biçimlerinin oluşturulamadığını da kabul etmek zorundayız. Dolayısıyla belli oranda güç elde etmiş insanın etrafındaki canlı ve cansız çevreyle değerlerle iç içe özel bir ilişki kurması gerektiğini fark etmesi, tabiatın insanın manevi yönüne ihtiyaç hissettiğini idrak edebilmesi hayli gecikmiştir.
Kabul edilmelidir ki insanlık, dini kendisine uydurmaya çalışan ve istismarı tercih eden dindarlarla dine tamamen sırt dönenlerin ve doğruyu bildiği halde şu veya bu nedenle sorumluluğu yerine getirmekten kaçınanların desteğiyle oluşan hengâmede ciddi buhranlar yaşamıştır. İnsanların yaptıklarının sonucunu görmeye başladıkları bu süreçte ise insan kendini dinlemeye ve tabiata kulak vermeye başlamıştır. Dünyanın yakın dönemde şahit olduğu insanlığı ayaklar altına alan adaletsizlikler; güçsüzleştirilenlerin açlık, yokluk ve zulümler altındaki inleyişlerine seyirci kalınmış olması; haz ve hız temelli tüketim anlayışının ortaya çıkardığı tatminsizliklerin beraberinde getirdiği tarifi mümkün olmayan çirkinlikler, egoizm ve menfaatperestliğin zirvesinde ortaya çıkan vahşileşme temayülleri insanlığa yeni bir sürecin kapılarını aralamaktadır.
Dünyamız artık gücü, zenginliği ve rahatlığı “en geçerli değer” kabul eden anlayışın sebep olduğu zulümlere, aşırılıklara, israflara, işlenen cinayetlere sessiz kalamamakta, tepkisiyle insanlığa gücün ve değerin tanımını yeniden yapmayı teklif etmektedir.
Gelinen noktada insanın gerek kendi hemcinsleri gerekse de diğer tabiat unsurları ile kurduğu bağ yeniden ele alınmakta ve insanlığın hakikat algısı ve arayışı yeni boyutlara taşınmaktadır. Yeni bir hayat perspektifine duyulan ihtiyaç kendini daha güçlü bir şekilde hissettirmektedir. Bu yeni perspektifin gerçek bilimsel bilgiden güç alması ve eksik olan adalet ve merhamet duygusuyla birleşmesi sayesinde insanlık yeni ufuklara yelken açacak ve İslam’ın ilkeleriyle insanlığın buluşması çok daha özel bir zeminde ve çok özel bir tarzda mümkün olabilecektir. Bu güne kadar özenle gizlenen, çarpıtılan ve algı operasyonlarının arkasına gizlenen insani ve İslami gerçekler bu süreçte çok daha güçlü bir şekilde ortaya çıkacak ve geçmişin telafisi inşallah çok daha kısa bir zamanda sağlanabilecektir.
Böylece de güç sarhoşu olan insan, aklın ve kalbin rehberliğinde kendini bulacak, bir dağa sevgisini ifade eden bir Peygamber’i, Peygamber’in ayrılığa dayanamayıp inleyen bir ağaç kütüğünü, sarıçiçekle hasbihal eden Yunus’u, karıncanın hakkına girmekten korkan bir padişahı daha iyi anlama imkânı bulacaktır.
Zira insanların yapıp ettiklerinden dünyanın düzeni bozulmuş ve dünya acılar içinde kıvranan hastanın doktorunu beklediği gibi İslam’da temsil edilen değerlerin insanlar tarafından idrak edilmesini beklemektedir. Belki dünyada akan kan ve gözyaşları böylece duracaktır.