Mustafa Mirza DEMİR

"Edebiyatımızda hiçbir eser Süleyman Çelebi’nin bu şaheseri kadar millete mal olmuş değildir. Bugün de eşsiz ve ölmez bu esere karşı rağbet ve alaka hiç eksilmeden devam etmektedir. Bunun sebebi Türk ruhunu da en iyi şekilde aksettiren her türlü mübalağadan ve sunilikten uzak sade, saf ve samimi bir duyguyla ve dille yazılmış olmasıdır.” Prof. Dr. Faruk Kadri TİMURTAŞ

İnsanlığı iki cihan saadetine ve mutlak nizama ulaştırma amacıyla inen yüce kitabımız Kur’an-ı Hakîm’i anlatmak ve yaymak için âlemlere rahmet olarak gönderildi Fahr-i Kâinat (sas) Efendimiz. Hem saadet asrını soluyan, onun dizinin dibinde yetişen sahabesi hem de kendisinden sonra yaşayan ümmeti çok sevdi onu… Allah’ın rahmetine, sevgisine ve kurtuluşa giden yol, yine O’nun resulüne uymaktan geçiyordu zira. İslam ile şeref bulan bütün gönüller, kıyamete dek insanlığın tek rehberi olan Allah’ın kutlu elçisine tabi olup onu, kendi canlarından aziz bildiler.

Allah Resulü’ne yürekten duyulan hürmet, sevgi, aşk ve muhabbet, Müslüman toplumların edebiyatını derinden etkilemiştir. Asr-ı saadet döneminde Kâb b. Züheyr (Kaside-i Bürde şairi), Kâb b. Malik, Hasan b. Sabit, Abdullah b. Revaha gibi isimlerin Peygamber Efendimizi öven şiirler yazıp söylemesiyle de Arap edebiyatına tesir etmeye başlayan ve ilerleyen zamanda Müslüman olan bütün milletlerin edebiyatına sirayet eden bu muhabbet, klasik Türk İslam edebiyatının da omurgasını oluşturmuştur. Peygamber aşkı; siyer-i nebi, gazavat-ı nebi, mucizat-ı nebi, hilye-i şerif, naat, şemail, miraciye, kırk hadis, yüz hadis ve bin hadis tercümeleri gibi muhtelif türlerin meydana gelmesine neden olmuştur. XI. yüzyıldan itibaren Türk edebiyatında en seçkin örneklerine rastladığımız naat-ı şerifler, âdeta güzellikte birbirleriyle yarışırlar. Naat yazma geleneği, zamanla bütün şairler arasında uyulması gereken bir kaide hâlini almış, böylece şairler Hz. Peygamber’i tarif ve tavsif ederken kendi kültürel birikim ve maharetlerini sergileme imkânı da bulmuşlardır. Ayrıca yazılan naatlar bestelenerek camilerde, dergâhlarda okunmuş ve hüsn-i hat yazılarıyla levhaları tezyin etmesi suretiyle de başka sanat dallarının doğmasına vesile olmuştur. Yusuf Has Hacip, Ahmet Yesevi, Ali Şir Nevai, Mevlana, Yunus Emre, Fuzuli, Nabi, Şeyh Galip, Arif Nihat Asya, Sezai Karakoç gibi şairler ve daha niceleri, risaletpenah Efendimize duydukları aşk ve muhabbetle mısralarını ölümsüzleştirmiştir. 

İslamiyet ile birlikte önce Arap edebiyatında sonra bütün Müslümanların edebiyatında örnekleri görülen edebî ve dinî türlerin içerisinde mevlidin de önemli ve ayrıcalıklı bir yeri vardır. Edebiyatımızda en başarılı temsilcisi olarak hiç şüphesiz, Süleyman Çelebi’nin (ö.1422) XV. yüzyılda kaleme aldığı “Vesiletü’n-Necat” (Kurtuluş Vesilesi) adlı eseri akıllara gelmektedir. Peygamber Efendimizin doğumunu ihtiva ederek yazılan, halk arasında Mevlid-i Şerif ve Mevlid-i Nebi gibi isimlerle anılan bu eser o kadar çok benimsenmiştir ki “mevlit” dendiğinde Vesiletü’n-Necat kastedilmektedir. Aslında Türkçe yazılan daha eski eserlerde mevlide benzer türlerin varlığına rastlanılır. Çarhname de bunlardan sadece biridir. İfade ve tarz benzerliğinden ötürü Süleyman Çelebi’nin, XIV. yüzyılda Ahmed Fakih tarafından kaleme alınan Çarhname adlı eserin etkisinde kaldığını düşünenler olsa da genel kanaat Vesiletü’n-Necat’ın, edebî bir tür olarak mevlidin ilki olarak kabul edildiği yönündedir. (İsminde mevlit kelimesi geçmediği hâlde İslam dünyası edebiyatının ilk mevlidi olarak hadis âlimi İmam Tirmizi’nin “Şemail’üş-şerif” adlı eserini zikredenler de mevcuttur.)

“Doğma, dünyaya gelme, doğum yeri ve zamanı” gibi anlamlara gelen Arapça kökenli mevlit kelimesi, özelde Hz. Peygamber’in bu dünyayı teşriflerini; edebiyatta ise onun doğumunda ve sonrasında meydana gelen mucizeleri, hayatını ve vefatını, etraflıca ve samimi bir üslup ile anlatan mesnevi tarzı metinleri ifade eder. Özellikle dinî hassasiyete sahip şairler ve tasavvufi çevreler tarafından kaleme alınan ve bir nevi Hz. Peygamber’in şefaatine nail olabilmek için ona salatüselam getirmenin en edebî ve faziletli yolu olarak görülen mevlitlerin ekseriyeti manzum eserlerdir. Bu türün ilk ve en seçkin örneği olan, Anadolu ve Balkanlar başta olmak üzere geniş bir İslam coğrafyasında büyük bir teveccüh gören Süleyman Çelebi’nin eseri, tabii olarak çok fazla taklit edilmiş, Türk edebiyatında derin ve sürekli bir tesiri olmuştur. Bu eserde çağdaşlarının aksine Arapça ve Farsça kelimelere, tamlamalara fazla yer verilmemiştir. Eski Anadolu Türkçesi ile sade, anlaşılır ve külfetsiz bir dille yazılan bu eserin, edebî sanatlarla da tezyin edildiği; farz, vacip gibi birçok dinî mefhumun tasavvufi remizlerle birlikte girift ve başarılı bir şekilde işlendiği, okudukça müşahede edilir. Eser, bu nedenle tam bir “sehl-i mümteni” örneği olarak kabul edilmiştir. 

XV. yüzyılda Süleyman Çelebi’nin kaleme aldığı mevlidin geniş kitlelere ulaşmasıyla aynısını yazmaya çalışan ve benzerlerini yazanların, meşhur esere ekleme/çıkarma ve nazire yapanların sayısı hızla artarak devam eder. Öyle ki XVI. yüzyıl ortalarında yazıldığı bilinen Latifî tezkiresinde, Çelebi’nin bilinen mevlidinden başka, yüz kadar daha mevlidin varlığından bahsedilir. Daha sonra yazılan tezkire ve biyografiler de tarandığında karşımıza mevlit adı altında çok fazla eser çıkmaktadır. Bunların bazıları isimli bazılarıysa isimsiz eserlerdir.  

Süleyman Çelebi’nin “Vesiletü’n-Necat”ından başka mevlit yazan yetmiş kadar şair tespit edilmiştir. Bu şairlere ve eserlerine örnek verecek olursak Kerimi’nin “İrşâd” adlı mevlidi (yazılışı 863), Ahmedi Mevlidi (y.877), Akşemseddinoğlu Hamdullah Hamdi’nin “Ahmediyye” adlı eseri (y.900), Hevayi’nin “Mevlid-i Hayr-ı Enbiya” adlı eseri, Visali Ali Çelebi Mevlidi, Necibi Mevlidi, Muradi Mevlidi ve Derviş Dede Mevlidi bunlardan sadece bazılarıdır. Bunların içerisinde, Çelebi’nin eseri gibi sehl-i mümteni olarak görülmese de edebî dili ve üslubu açısından Hamdullah Hamdi’nin Ahmediyye’si kıymet görmüştür. Şemseddin Sivasi’nin kaleme aldığı mevlit ise tasavvufi remizler bakımından çok zengindir. Türkçe yazılan toplamda iki yüz civarı mevlidin bulunduğu, yapılan çalışmalar neticesinde bu mevlitlerin bir kısmının Çelebi’nin eserine neredeyse aynısı denecek kadar çok benzediği, bir kısmının bazı motiflerle ayrıldığı, bazılarının da tamamen farklı eserler olduğu görülmektedir. (Süleyman Çelebi, Vesiletü’n-Necat:Mevlid, Necla Pekolcay, Ankara 1993, s. 38.) Yukarıda da belirttiğimiz üzere onun eserine benzer şekilde ve sade, anlaşılır ifadelerle başka metinler yazanlar olduğu gibi onun eserinden bazı bölümleri kendi mevlidine ekleyenler, o bölümlerin sonuna ya da ayrıca yazdıkları kendi metinlerine bazı hikâyeler ilave edenler de vardır. Mevlit metinlerinin sonunda zamanla yer edinen (Geyik, Güvercin, Kesikbaş, Yahudi’nin Müslüman Oluşu ve Deve gibi…) bu hikâyeler, daha sonra “mevlit hikâyeleri” adı altında müstakil bir çalışma sahasının doğmasına neden olur. 

Edebiyatımızda ortaya çıkan mevlit yazma geleneğinde Süleyman Çelebi’nin tesiri büyüktür. Peygamber aşkının tezahür ettiği Türk şiirinde de mevlidin yansımaları görülmektedir. Ayrıca Tahir Alangu, Ahmet Ateş ve Necla Pekolcay gibi isimlerden itibaren üniversitelerimizin edebiyat fakültelerinin Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde ve ilahiyat fakültelerinin Türk İslam Edebiyatı anabilim dallarında mevlitler üzerinde yapılagelen akademik çalışmalar sürmektedir. Genelde bütün mevlit metinlerini kapsayan bu ilmî faaliyetlerin, özellikle Vesiletü’n-Necat üzerinde yoğunlaştığı görülür. Önceki asrın başından günümüze değin yapılan akademik çalışmaların en önemlileri olarak ise Tahirülmevlevi, “Rebiülevvel ve Mevlid-i Şerif” ve Köprülüzade Mehmed Fuad, “Mevlit Merasimi” isimli çalışmalar zikredilebilir. Farklı dillere çevrilen Süleyman Çelebi’nin mevlidi, Türkiye, Türkî Cumhuriyetler ve Balkanlar başta olmak üzere bütün İslam coğrafyasında ve Müslümanların yaşadığı topraklarda hâlen büyük rağbet görmektedir. Dinî hayatın ve edebiyat/şiir dünyasının derinine nüfuz eden Mevlid-i Şerif, camilerde, mescitlerde, dergâh ve tekkelerde, köy odaları ve konaklarda gerek şiir olarak gerekse bestelenmiş kasideler tarzında okunmaya devam etmektedir. Gönüllerin sultanı Hz. Peygamber’in (s.a.s.) dünyayı teşrifleri olarak kabul edilen her yıl rebiülevvel ayının 12. gecesi Müslümanlarca eda edilen Mevlit Kandili başta olmak üzere sair kandil geceleri, doğum, vefat, sünnet ve evlilik, hatim, hacı ve asker uğurlama gibi merasimlerin vazgeçilmezi olarak kabul görmektedir.

Sonuç olarak merhum Süleyman Çelebi, Peygamber Efendimizin şefaatine nail olabilmek ve mahşerde onunla haşredilmek ümidiyle (ve bir rivayete göre) Bursa Ulu Cami’de vaaz eden bir vaizin, “Allah katında bütün peygamberler eşittir.” sözüne istinaden çıktığı fikrî ve manevi yolculuktan “Vesiletü’n-Necat” adlı bir şaheserle dönmüştü. Dili sade ve Türkçeydi, akıcıydı, akılda kalıcıydı. Samimi ve halis bir niyetle yazılmıştı, gönüllere hitap ediciydi. Kendisinden önce ve sonrasında çok fazla benzerinin kaleme alınmış olmasına rağmen bizlere miras olarak bıraktığı mevlidi, günümüzde hâlâ yaşamaktadır.