Mehmet Zahir Doğan/Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Kelimelerin kifayetsiz kaldığı, dilin acılarımızı ifade etmekten aciz kaldığı zor zamanlardan geçiyoruz. Nice zamanlardır Gazze ve Filistin’deki kardeşlerimiz acımasız, kanunsuz ve ahlaksız bir işgal, sürgün ve katliama maruz kalıyor. Küçücük bir toprak parçası içinde nice gençlerimiz ve çocuklarımız insanlığın vicdanıyla birlikte beton molozlarının altında kalıyor. Hiçbir değer yargısına saygısı olmayan azgın bir güruh tarafından kadın, çocuk, yaşlı demeden tüm bir halk yerinden ediliyor ve on binlercesi şehit ediliyor. Gazze’de İslam’ın ve Müslümanların şeref ve izzetini korumayı üstlenmiş bir avuç insan, Müslüman dünyasına ve insanlığa büyük büyük bir ders veriyor aslında. Gazzeli çocuklar ve büyükler tüm bir insanlığa sabır, metanet, teslimiyet ve sebâtın nasıl olması gerektiğini öğretiyorlar. Onur, şeref, haysiyet ve cesaret üzerine nice destanlar yazıyorlar.

Yaşanan tüm bu acılar batı medeniyetinin! Ve bizdenmiş gibi görünenlerin gerçek doğasını, çifte standardını ve ikiyüzlülüğünü ifşa etmiştir. Çıkarları uğruna asırlardır kendinden zayıf olanı sömüren, katleden ve köleleştiren batının bir zamanlar katledip sürgün ettiği bir millete şimdi de zalim, şımarık ve katil olsun diye Filistin topraklarını peşkeş çekti. Hemen arkasından yaşanan insanlık krizinde de yalnızca maddi güce ve paraya değer verdiğini bir kez daha göstermiş oldu. Pek çok dini ve ideolojiyi bitirdiğini, entelektüel ve medeni olduğunu iddia eden bu çürümüş uygarlığın sözde değer yargıları Gazze’de enkazın, kan ve gözyaşının altında kalmıştır. Bundan önce Irak, Suriye, Mısır, Myanmar, Doğu Türkistan ve adını sayamayacağımız daha birçok mazlum ve mağdur coğrafyada insanlık hep aynı gerçekle yüzleşmiştir.

Aynı uygarlığın eliyle dünya üzerinde barışı sağlamak, çatışmayı önlemek ve devletlerin haklarını korumak için oluşturulan uluslararası kurum ve kuruluşlar da yine batının yegane meşruiyet kriteri olan para ve güç odaklarının elinde bir araç olmaktan öteye geçememiştir. Bu kuruluşlar, haklarını ve özgürlüklerini korumaya çalışan toplulukların gayretlerini boşa çıkarmaktan başka bir icraat ortaya koyamamıştır.

Peki, bu tablo karşısından altı iman esasından saydığımız ahireti unutmuşçasına geçici teselliler aramaya devam mı edeceğiz? Bombalar altında ölen insanlığı ve vicdanı unutup elimizdeki teknolojik aletlere ve konforumuza kafamızı mı gömeceğiz? Savaş suçlarının ayan beyan işlendiği bir dönemde birilerinden adaleti tesis etmesini mi bekleyeceğiz? Bu yaşananlar, Kur’an’ın kesin hükümlerine ve mutlak örneğimiz ve önderimiz, değer yargılarımızın yegane ölçütü Hz. Peygamber (sas)’in sünnetine yeniden dönüş için bize sunulan son bir fırsat olabilir. Üzerimize atılan ölü toprağı silkeleyip İslam’ın emrettiği vahdet şuuruna erişmek için bize verilmiş son bir şans olabilir. Bu yüzdendir ki Müslümanların her türlü haksızlığa uğramasının zamanla sıradanlaşmasına izin vermemeliyiz ve bu duruma asla alışmamalıyız.

Mescid-i Aksa ve çevresinin kutsiyetini yeniden hatırlamalı ve hatırlatmalı, Hz. Peygamber (sas)’in neden ibadet maksadıyla yolculuk yapılabilecek üç mescitten biri olarak burayı söylediğini anlamaya çalışmalıyız. O topraklara ait büyük bir sorumluluğumuz olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Hz. Ömer (ra) ve Selahaddin-i Eyyübî’nin Kudüs’ü İslam’ın himayesine almak için neden gecesini gündüzüne kattığını, zafer gelinceye dek yüzlerinin gülmediğini, bir ömrü bu davaya feda ettiklerini idrak etmeliyiz.

Ne olursan olsun imanın bize yüklediği sorumlukları ifa etmekten kaçamayız. Hangi dili konuşacağımızı, hangi ırktan geleceğimizi biz seçmedik. Ama neye inanacağımızı biz seçtik. Artık slogan ve kınama ümmeti değil eylem ve icraat ümmeti olmalı, bu mübarek mescidin bize emanet olduğu bilinciyle “elimden ne geliyorsa yapmalıyım” demeliyiz. O kutsal toprakların içinde bulunduğu durum tüm bir İnsanlığın imtihanıdır.