Nagihan AYDIN
İstanbul Beylikdüzü Kur’an Kursu Öğreticisi

Anlatılan, yazılan, okunan ve gözden kaçırılan insan kadar hikâye var yeryüzünde. Her biri ayrı renk ve kokuda izler bırakıyor ardında. Görünürde bize benzer hikâyelerle karşılaşmak mümkün olsa da tıpkı ormanı oluşturan ağaçlar gibi özünde asla birbirinin aynı değiller. Aynı zaman diliminde farklı, farklı zaman diliminde ise birbirinden habersiz akıp giden mütecanis oluşumlar hayatın ortak paydası belki de. Doğumla başlayan adımlarımız, bir sürekliliği ve akıp gitmeyi beraberinde getiriyor; her an yepyeni bir nefes serinliğinde tazelenen ırmağın devamlılığı gibi. Yürümek eyleminde olan insan da farklı yaşamların kıyısından geçerken hayretle o adımlarına kavuşuyor. Biraz sevinç, biraz hüzün, biraz çoğalma ve biraz da eksilmekle her kıyı kendi hudutlarını çiziyor.   

Hayalet bir koridorda yürüyen şeffaf insan topluluğunda kimse diğerinin hikâyesine tam olarak vâkıf değil aslında. Kalın çeperlerle çevrili suretlerimizin birbirine değdiği yerde, eriyen tüm fazla yanımızla kavuşuyor ruhlarımız. Cisimleşip görünür olunca sınırların birbirine geçtiği çizgide birlikte yürümeye başlıyoruz. Kimiyle son nefesimize kadar aynı yolda yürüyor kimiyle de bir sebeple yollarımızı ayırıyoruz. Yollar ayrılsa da ruhlarımızın birlikte, aynı sona doğru yol aldıkları da oluyor elbette. Fatma Teyze’yle karşılaşmamızın tezahürü tam olarak böyle. 

Kursuma geldiği ilk gün utangaç bir tavırla yanıma yaklaşıp Kur’an-ı Kerim öğrenmek istediğini söylemişti. Genç yaşlarda hayat gailesi yüzünden bir türlü sıra ona gelmemiş. Daha sonra yaşının ilerlemiş olmasından sebep, cesaretini toplayıp bir hocanın yanına giderek talebini dile getiremediğinden, çok az okuma yazması ile ancak Yasin suresini Türkçesinden okumaya gayret ettiğinden, namaz surelerini de daha ilkokul yaşlarında ezberlediği hâliyle okuduğundan bahsetti. Öğrenmeye engel olan yaşlılık hâllerini teker teker saydıktan sonra derin bir nefes alıp, “Ne dersiniz hocam, ben de öğrenebilir miyim?” diyerek ağlayan gözlerle yüzüme bakmıştı. Hiç düşünmeden “Elbette öğrenebilirsiniz.” dedim. Her ikimiz de o güzel yolculuk için niyetlerimizi kuşanıp yola koyulduk. 

Derslere geldiği ilk günler, çekingen tavırları dikkatimden kaçmadı. Daha önce topluluk içinde okumamış olması, kendinden yaşça küçük olanların yanında yanlış yaparım kaygısıyla beliren ürkek hâli öyle masumdu ki… Ben, sesleri biraz daha gür çıkartalım diye telkin ettikçe onun sesi sanki daha çok içine çekiliyordu. Her geçen gün artan gayreti, sabır ve dualarıyla süslenen öğrenme isteği, gün geçtikçe yerini güzel bir heyecana bırakmıştı. Düzenli olarak katıldığı dersler sayesinde kısa zamanda gözle görülür bir ilerleme kaydetti. Kur’an-ı Kerim öğreniminin yanında, namaz dualarını ve surelerini de büyük bir özveriyle doğru şekilde ezberledi. Nihayet Kur’an-ı Kerim okumaya geçtiği gün gözyaşlarını tutamayıp “Bana iki cihan yoldaşımı verdin hocam.” deyip boynuma sarılmıştı. Yıllar önce eşini kaybetmenin verdiği hüzünle hayatta tek başına kalmanın, bütün zorluklarla yalnız mücadele etmenin ne demek olduğundan bahsetmişti sonra. Eşini kaybedince çocukların okulu ve düğünü derken yılları hüzünlü bir koşuşturmayla geçmiş. Oğlu ve kızı farklı şehirlerde yuva kurup gitmişler. Her hafta olmasa da ayda bir ziyaretine geldiklerinden, torunlarıyla hasret giderdiğinden de bahsetti. Eşinin vefatıyla oluşan manevi boşluğu bir türlü dolduramamış. Nitekim uzun yıllar yalnız yaşamanın verdiği bu boşluk her hâlinden okunuyordu.
Biz o gün bu gündür hiç kopmadık. Birbirimizi hep aradık. Dualar ettik. Yine bir gün telefonum çaldı. Fatma Teyzem arıyordu. Telefonu açtığımda yine kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Nasılsın diye sorduğumda başladı anlatmaya. Hocam, evde tek başıma kaldım. Virüs sebebiyle çocuklarım ve torunlarım da ziyaretime gelemiyor. Çok zamandır komşularımla bir çay dahi içemedim diye karantina günlerini yalnızlığını katlayacak bir tonda anlatıyordu, yılların verdiği birikimle. Titreyen sesiyle devam etti sözlerine: “Yan komşum da hastalıktan vefat etti. Arada onunla dertleşirdik. Hiç olmazsa bahçede karşılaşır, duvar dibinde sohbet eder, seslerimizi duyardık. Birbirimizin sevdiği yemekleri pişirince davet eder ya da evlerimize götürür, ikram ederdik. Dünya ile münasebetini o da tamamlayıp ardına bakmadan gitti. Ama hocam, sen bana öyle bir şey öğrettin ki artık kendimi hiç yalnız hissetmiyorum. Kıldığım her vakit namazının ardından bana hediye ettiğin Kur’an-ı Kerim’i açıp okuyorum. Vefat eden anne babamın, eşimin, tüm sevdiklerimin ve komşumun ardından dualar ediyorum. Her harfinde senin sesini ve yüzünü hatırlayıp sana da dua ediyorum. Bu dünyada en güzel yoldaşa kavuşmama sen vesile oldun.” 

Bu karşılaşma sonrasında anladım, yolları var edenin ve birleştirenin bin bir hikmetle bunu yaptığını. Gençlikte olan varlık hâllerinin, anın içinden geçerken bu varlıklara alışkanlık gösterip sürekli devam edeceği hissine kapılarak şükrü azalttığını hatta hatırlamayı bile zorlaştırdığını. Yanımızda olanların kıymetini idrak etmenin ehemmiyetini. Yolda olmanın zahmet ve emek istediğini. Her an mutlak sona hazır olmayı şiar edinmeyi. İnsanın kusursuz bir döngüde rengârenk çiçeğe durup meyve verdikten sonra yine toprağın rengine bürüneceğini. Şimdi yürüdüğüm ömür koridorunda karşılaştığım her pencerede ayrı bir yaşıma selam veriyorum. Geçmiş olana tecrübe, gelecek olana ibret makamından bakıyorum. Ömür yolunda hayretimiz daim ola.