Dr. Mehmet BULUT
DİB Emekli Başkanlık Müşaviri

-Bir İstitrat-

Birkaç yıl önceydi. Yer sofrasında kahvaltı yapıyorum. Bir an önce bitirip Başkanlık servis aracına yetişme telaşındayım. Bir ara başımı kaldırdım. Tam karşımda oturuyordu. Her günkü gibi giyinmiş, hırkasını sırtına geçirmiş, leçeğini başına örtmüş. Gözleri kıpırdamaksızın bana bakıyordu. Ona ayrıca kahvaltı hazırlanacağını bildiğim hâlde, bu hâlini görünce öylesine, “Anne, buyur, beraber çay içelim.” dedim. Cevabı kısa ve net oldu: “Ben seni tanıyamadım, sofraya gelemem!”

İçim burkuldu, lokma boğazımda düğümlendi. Bu söz, o menhus hastalığının daha da ilerlediğini gösteriyordu. Esasen sofraya gelememesi için gösterdiği gerekçeyi anlıyordum. O, başka devrin insanıydı. Hayatı boyunca kendi yakınları dışındakilerle sofraya oturmamıştı. Bu, onun için bir görgü kuralıydı.  Ama altmış yıl boyunca bağrına bastığı oğlunu tanıyamamak! Bu çok acıtıcıydı. Bu hastalığın, hasta yakınlarını da psikolojik olarak etkilediğini okumuştum; doğrusu etkilenmemek mümkün değil. “Anne!” diye seslendim; “Ben oğlun! Tanıyamadın mı?” Yüzünde âdeta güller açtı “Ha, Hoca, sen misin?” dedi.

İmam hatipteki öğrenciliğimden itibaren anamın beni adımla çağırdığını hiç duymadım. Adım artık “Hoca” idi ve o hep böyle seslendi. Sanırım elli yıl, kırk yıl öncesinin bütün imam hatip talebeleri için de aynı şey söz konusuydu. Bize yetişkin bir insan, toplumu irşad eden bir hoca nazarıyla bakılırdı. Bu kadarla da değil, sırf imam hatip talebesi olmamız hasebiyle annelerimiz evlat şefkati yanında şaşırtacak şekilde bize bir hürmet de gösterirlerdi. Yeri gelmişken burada bir parantez açmak istiyorum: Bu ülke için imam hatipler sadece birer okul değil, bilhassa köylerden gelen çoğu fakir aile çocuklarını bağrına basıp onlara okuma imkânı sağlayan birer hami, sığınaktı. Çünkü bu okullar sadece öğrenci kaydetmiyor, aldığı öğrenciyi barındıracak, yedirip içirecek yer de temin ediyordu; bu imkânı fedakâr eğitim gönüllüleri ve cefakâr halkımız sağlıyordu. Nice cevherler bu okullar sayesinde ortaya çıkarıldı, milletin hizmetinde istihdam edildi. Aksi hâlde bu değerler, daha önce yaşandığı gibi muhtemelen heba olup gideceklerdi. Sadece bu yönüyle bile imam hatipler, Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin önemli bir eğitim ve öğretim projesidir.

Benim de öğrencilik yıllarıma rastlayan 1970’li yıllar, imam hatip okulları davasının hamle yaptığı yıllardı. Ne var ki bu mekteplerimiz bu yıllarda henüz sadece belli başlı şehirlerde bulunuyordu. Hâliyle, bu okulların öğrencilerinin ekseriyetini oluşturan köy çocukları, 11-12 yaşlarında analarından, aile yuvalarından ayrılıp gurbete çıkmak durumundaydılar. Nitekim birçoğumuz, bulunduğumuz yerden çok uzaktaki şehirlerde okuma imkânı bulabilmiştik. Dönemin ulaşım imkânlarının da kısıtlı olması nedeniyle ancak yaz tatillerinde köyümüze gider yakınlarımızla hasret giderirdik. Deyim yerindeyse gurbet çocuklarıydık biz. Yeter ki okusunlar, din-i mübin-i İslam’a, millet ve memlekete faydalı kişiler olsunlar diye analar bağırlarına taş basarak evlatlarını gurbete gönderirlerdi. Dönemin şartlarında kendileri yeterli eğitim öğretim imkânı bulamamış bu anneler “Biz okuyamadık, bari çocuklarımız okusunlar.” diye çırpınırlardı. Sadece bu meziyetleriyle bile onlar tebcile şayandırlar.

Okumak üzere çocuğunu gurbete gönderip hasret çeken annelerden biri de benim annemdi. Yıllar önce yine bu dergide çıkan bir yazımda belirtmiştim; anacığım her köye varışımda sevinç, her ayrılışımda dualar eşliğinde beni göğsüne basıp hüzün gözyaşları dökerdi. Bu dualar bana tarifi imkânsız moral ve emniyet hissi verirdi. Annemin okul çağı 1930’lu yılların başlarına rastlıyor. Köyünde okul olmadığı ya da olsa da okula gönderilemediğinden birçok anne gibi benim annem de okuma yazma bilmezdi. Onun tek okuyabildiği kitap, bütün kitapların anası Kur’an-ı Kerim idi. Hatasız ve seri olarak Kur’an okuyabiliyor, bir hayli sureyi de ezberinde bulunduruyordu. Kur’an’la hemhâl oluşu rahatsızlığının ileri evresine kadar sürdü. Bir defasında torunları internetten indirdikleri Yasin suresini karşısına getirmişlerdi. Yadırgamadan, “Bu da ne?” diye sormadan, bilakis ayrı bir şevkle okumuştu. Öte yandan ailesinden ve köy imamından Kur’an yanında, bir Müslümanın dininin icaplarını yerine getirebilmesi için gerekli temel dinî bilgileri zihnine kazırcasına öğrenmiş, öğrendiklerini kendi çocuklarına da öğretme cehdi içinde olmuştu. Bana öğretmeye çalıştıklarından, ona ve kuşkusuz o dönemin çocuk ve yetişkinlerine temel dinî bilgilerin nasıl verildiğine ilişkin ipuçları da elde etmek mümkündür. Bu, soru cevap şeklinde ve şifahi anlatmaya dayanıyordu. Kısa, öz ama nerdeyse tamamı ezberlettirilen bir bilgi aktarımı. Nitekim annem kendine öğretildiği gibi bize önce soru soruyor ve öğreninceye kadar cevabını da kendi tekrarlıyordu. Bu tarzı hemen “ezberci” diye hafife almamalıyız kanaatimce. Guslün, abdestin, namazın farzlarını ezberlemeden bunlar nasıl öğrenilebilirdi ki!

Onun öğrettiklerinden bugün bile hatırladığım birkaçına örnek olarak burada yer vermek isterim. Mesela “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna Araf suresinin 172. ayetinde geçen “e-lestü bi-rabbiküm, kalu bela” ibaresini okuyup anlamını da söyleyerek cevap veriyordu. Kitaplara imandan bahsederken şu şiirimsi cümleyi söylüyordu: “İncil İsa’ya, Tevrat Musa’ya, Zebur Davud’a, Kur’an-ı Kerim de Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhisselama indirilmiştir.” Abdestin farzlarından yüzü yıkamak için söylediği şu hoş söz de unutamadığım kalıp ifadelerden biridir: “Tüy bitiminden, kulak yumuşağından, çene altına kadar yuymak.”

Bir de dualar... Ne çok dua bilirdi annem! Okuması yazması olmayan bir insan bu samimi yakarışları nasıl hafızasına yerleştirmişti, hep hayret etmişimdir. Esasen bütün anneler dua etmekte mahirdirler.

97 yaşında, geçen ekim ayında kaybettiğim annem ömrünün son beş yılını alzheimer hastalığının pençesinde geçirdi. Bu sinsi hastalığın girdabındayken bile Rabbiyle olan irtibatını hiçbir zaman sekteye uğratmadı. Namaz aşığıydı annem; hayret vericidir ki ağır hastalığında da bu aşkını devam ettirdi. Hastalığı ona her şeyi unutturdu ama abdest ve namaz, bilincinden hiç silinmedi. Çocukluğundan itibaren hiç aksatmadığı namazını, hiçbir şeyi hatırlamadığı ve hiçbir kimseyi tanımadığı ömrünün bu çetin yıllarında da hiç unutmadı. Abdest ve namaz sözlerini hastalığın ileri aşamasında bile dilinden hiç düşürmedi. Özellikle ikindi namazını... Biz hizmetinde bulunanlara her daim “İkindi oldu mu?” diye soruyordu. Bu soruyu günde kaç defa tekrarlardı kim bilir! Cevabınız “İkindi olmadı.” şeklinde olsa bile aynı soruyu az sonra yine soruyordu. Bazen de vakit sormadan “Ben bir abdest alıp ikindiyi kılayım.” diye kollarını sıvazlayıp abdestine yardımcı olacak bir kimseyi bekliyordu. Abdestini müteakip sürünerek seccadesinin başına geçiyordu. Dikkat ediyordum; oturarak ama erkânına riayet ederek namaz kılıyordu. Namazını müteakip bazen çok geçmeden yine ikindiyi soruyordu. Tıp dünyasının elbette buna verebileceği bir cevabı vardır. Ben ise burada tekrar ettiği şeyin abdest, namaz ve özellikle ikindi namazı olması üzerinde duruyorum. Artık sabırsızlaşıp “Anne, az önce namazını kıldın.” diye çıkıştığımızda da bazen kendinden beklenmeyen bilgece sözlerinden birini sarf ediyordu: “Bir daha kılayım, ne zararı var.” Günde bilmem kaç defa abdest almak istemesinin kendisine hizmet edenler açısından epey zahmetli olduğu nasıl anlatılabilirdi ki? Bir mükellefiyeti olmadığına göre sıradan bir abdestle geçiştirilebilirdi diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Abdesti tastamam olmalıydı, yarım yapalak bir abdeste itirazı vardı hep. Mesela, her uzuv üç defa yıkanmalıydı. Annemin özellikle “ikindi namazı” ısrarı, bana hep Asr suresini hatırlatırdı. Bu derginin okuyucuları için malumdur; Cenab-ı Hak iman eden, salih amel işleyen, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç insanların hüsranda olduğunu asra yemin ederek beyan ediyor. Yine malumdur ki Allah’ın yemin ettiği asr hakkında yapılan yorumlardan biri onun ikindi vakti veya ikindi namazı olduğudur. Evet, ikindi: Gündüzün sonu... İnsan ömrünün de son demleri... Hz. Muhammed (s.a.s.) ve ümmetinin asrı... Ahir zaman peygamberi ve ahir zaman ümmeti... Muhammedî asır...

Dinin direği olan namazın mümin için önemini bir de anneme bakarak öğrendim ben! Bir de insanın yedisinde neyse değil yetmişinde, belki yüz yedisinde de yine o olduğu gerçeğini! Onun unutmadığı şeylerden biri de dua idi. Bizden gördüğü hizmet karşısında bazen yaptığı dua bütün yorgunluklarımızı unutturur, bize gönül ferahlığı verirdi. Durumunda bir ağırlaşma hissettiğinde her defasında ısrarla “Üzerime Kur’an okuyun.” diyordu. Kendi de kelime-i şehadeti, kelime-i tevhidi söylüyor, bildiği duaları okuyordu. Gözleri iyi görmesine rağmen dışarıdaki aydınlığı fark edemeyen ve bazen gündüz mü gece mi diye soran annem, istiğfar cümlelerini, salavatı söyleyebiliyordu. Nitekim ölüm döşeğindeyken artık sesi duyulamaz bir hâl aldığında bile dudaklarını kıpırdatarak “Allah Allah” diyerek son nefesini verdi, ruhunu Rabbine teslim etti.

Besmelesiz bir işe başladığına hiç şahit olmadım. Biz bir işe koyulduğumuzda ihmal etmişsek “Besmele çek.” demek yerine yine kendi bismillah diyerek hatırlatmada bulunurdu.

Beni en çok hüzünlendiren sözlerinden biri de bilinci biraz durulaştığında “Beni evime götürün!” yalvarışıydı. Kendince bir düzen kurduğu yuvasına... En çok rahat ettiği kendi hanesine... Son beş yıl o yuvasını görememişti. “Burası senin evin, anne.” derdim her defasında, boş gözlerle etrafa bakınırdı.

Ebedî âleme açılmak üzere gözlerini hayata kapatıp emaneti sahibine teslim ettiğinde bu defa ben seslendim ona: “İkindi oldu anne! Hayatının ikindisi! Namazını biz kılacağız!”

Rabbinden kendisi ve yakınlarıyla ilgili bir niyazda bulunmak istediğinde annem söze “Cümle ümmet-i Muhammed’e ve içinde...” diye başlardı. Ben de aynen onun gibi okuyucularımdan ahirete irtihal etmiş bütün annelere ve anama bir Fatiha ihsan etmelerini istirham ediyorum.