Prof. Dr. Ömer YILMAZ
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
İslami İlimler Fakültesi

Hangi kültür ve medeniyet havzasına sahip olunursa olunsun insanın temel sorunlarından biri, bireyin eğitilip eğitilmeyeceğidir. Kadim geleneklerden bu tarafa böyle bir eğitimin mümkün olup olmadığı hep sorgulanmıştır. Bir taraftan, “İnsan yedisinde neyse yetmişinde odur.”, “Can çıkar huy çıkmaz.” gibi öncüllerden hareketle eğitimin kişiyi değiştiremeyeceği ima edilirken diğer taraftan “İnsan balmumuna benzer, ona istenilen şekil verilebilir.” denilerek bunun mümkün olduğuna inanılmıştır. Vakıa insan eğitimiyle uğraşan her disiplin, buna kafa yoran farklı meslek erbabı bilhassa filozoflar, pedagoglar, ahlakçılar kendi zaviyelerinden birer cevap bulmaya çalışmışlardır. 

Problemin tespit ve teşhisi 

İnsan denilen varlık bir açıdan bakıldığında melekleri kıskandıracak özelliklere, bir açıdan bakıldığında şeytanı şaşırtacak hilelere sahiptir. Kur’an’da bu bağlamda pek çok niteleme görmek mümkündür. Bu nedenle insandaki negatif özellik ve eğilimlere karşı koymak için belli bazı mücadele, riyazet, terbiye yol ve yöntemlerine ihtiyaç duyulmuştur. Yine insan vakıa Kur’an’ın diliyle eşref-i mahlûk ve esfel-i safilin çizgisinde gel-gitleri olan bir varlıktır. 

Bu noktada durumun tespitine yönelik Kur’an kibir, hırs, haset, fesat, ucb, riya, doyumsuzluk, kin gibi daha pek çok kalp hastalıklarından bahseder ve kalbin bunlardan arındırılmasını ister. Bununla beraber modernizmin insana dayattığı para pul, şan, şöhret, makam, mansıp, menfaat peşinde koşmak ayrı bir sorundur. Ne yazık ki materyalizm, kapitalizm, sekülerizm, hedonizm, narsizm modern insanın dünyasını perişan etmiştir. 

Çağdaş insan isyankârlık, hazımsızlık ve sabırsızlık illetine düçar olmuş, hız ve hazzın egemen olduğu bir dünya oluşturmuştur. Hâlbuki evrenin doğası üzüntüyle sevincin, darlıkla bolluğun, yoklukla varlığın, acı ile tatlının müşterek seyretmesi esasına dayanır. Daha da vahimi çağdaş insan bilgi ve ahlak yönünden kendisini yeterli görüp bu konuda bir başkasının yardım ve katkısına, nasihat ve desteğine kapısını kapalı tutmaktadır.  

İrfani geleneğin konuya yaklaşımı ve çözüm önerileri

Köklü bir geçmişe dayanan irfani gelenekte terbiyenin amacı, insanda bil-kuvve (potansiyel) derununda mündemiç “eşref-i mahlûk” olma özelliğini açığa çıkarmaktır. “Gönül eğitimi” adı verilen bu terbiye metodunda nefsi öldürmek değil nefsi dizginlemek, zapt u rapt altına almak esastır. O nedenle bu ilmin terminolojisinde sabır, şükür, rıza, riyazet, kanaat, tevekkül ve teslimiyet gibi pek çok kavram ferdi eğitmeye matuftur. Keza uzlet ve halvetle pekiştiricilerin tesirinin ortadan kaldırılması ve alakanın kesilmesi amaçlanır. (Macid Yılmaz, Din Eğitimi Perspektifinden İrade Eğitimi, Asitan Kitap, Sivas 2015, s. 102.) Her ne kadar aşırı bazı örnekler olmakla birlikte sufilerin nefsi eğitmek için ortaya koydukları gayret, geliştirdikleri yöntemler Kur’an’da “akabe” denilen (Beled, 90/11.)  “sarp geçit, dik yokuş” gibi karşılıklarla açıklanan zorlu engelleri farklı metotlarla aşmak içindir. (Zafer Erginli, “İnsan Ahlakının İmkânları Üzerine”, İslam Düşüncesi Kılavuzu, (ed. A. Koç) Tidef Yayınları, İstanbul 2019, (ss.231-249, s. 235.) Yine bu eğitim müfredatında “Ölmeden evvel ölün.” sırrına mazhar olmak insanı arzuların tutsaklığından kurtarıp manevi dünyada yeniden dirilmesini sağlamak içindir. (Kemal Sayar, Sufi Psikolojisi, İnsan Yayınları, İstanbul 2004, s.13.) Nitekim ölmeden önce kendini hesaba çekmek Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bir sözünde şu şekilde tecessüm etmiştir: “Akıllı kimse nefsini hesaba çeken ve ölüm ötesi için hazırlık yapandır.” (Tirmizi, Kıyame, 65.) Bu noktada Azizüddin Nesefi İnsan-ı Kâmil adlı eserinde: “Ey derviş, eğer sahip olduğuna razı olur, onun şükrünü yerine getirir ve ganimet bilirsen daima gönlün rahat olur. Sahip olduğuna razı olmaz, daha fazlasını istersen daima zahmet ve sıkıntı içinde kalırsın. Çünkü ihtiyacın sonu yoktur.” diyerek buna dikkat çekmektedir. (Azizüddin Nesefi, Tasavvufta İnsan Meselesi, ter. M. Kanar, Dergâh Yayınları, İstanbul 1990, s. 100.) 

Şüphesiz bunları gerçekleyebilme bugünden yarına olabilecek şey değildir. Uzun emek ve büyük gayret ister. Hatta irfani gelenekte bu bapta ehil kişilerin öncülük ve rehberliğine ihtiyaç duyulur. Günümüzde insanların bir sigara dumanından bile kurtulması onlarca yıl almakta ve ancak uzman kişiler marifetiyle gerçekleşebilmektedir. Bu ilim dalında ve yaşam tarzında gerek kişisel yani dikey ve derinlik boyutunda, gerekse toplumsal yani yatay düzlemde nefsin eğitilmesinde sohbet, zikir, tefekkür, hizmet gibi farklı yol ve yöntemlerle iradeye hâkim olmanın gereği üzerinde durulmaktadır. Böylece insan-ı kâmil düşüncesine giden yolda olgun, ideal, ahlaklı bireyler yetiştirmek, dolaysıyla erdemli bir toplum inşa etmek amaçlanır. 

O hâlde, Anadolu irfanı dediğimiz gönül merkezli yaklaşım, irade eğitiminde öncelikle bireyin nefsini terbiye ederek işe başlamakta, hayatın her safhasında bu iradeyi bir yaşam tarzı hâline getirmesini salık vermektedir. Bir diğer ifadeyle ahlaki bakımdan övülen davranış tarzlarının kalpte başladığı, kalplerde yerleşik hususların eylemler üzerinde pozitif veya negatif tesirler yaptığı varsayılmakta, bu sebeple işe nefis muhasebesiyle başlamanın daha doğru olacağı vurgulanmaktadır. Zira bu yolun salikleri kötülüğün kişiye beden seviyesinden değil nefis seviyesinden geldiğinin farkındadır. O nedenle burada asıl eğitilmesi gereken beden değil nefistir. Yine onlara göre hem dinin hem aklın reddettiği tüm kötü şeylerin, çirkin işlerin kaynağına gidilirken insanın psikolojik yapısını oluşturan dört meleke (nefis, akıl, ruh ve kalp) birlikte ele alınmalıdır. Manevi benliğin yüksek tarafını temsil eden ruh meleğe/melekleşmeye, nefis ise şeytana/şeytaniyete benzetilir. Dolaysıyla nefsin istek ve arzularına, heva ve hevese muhalefet etmek erdemli/faziletli bir hayat sürmek anlamına gelir. Yine onlara göre, hevaları terk, kişiye arzuları üzerinde otokontrol kurma gücü verecektir. Nitekim bu yolun büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadi vuslatı, “arzulara teslim olmaktan alakayı kesmek” olarak tanımlamıştır. (Cevad Nurbahş, Sufi Öğretisinde İnsan ve İnsan Psikolojisi, Kurtuba Yayınları, çev. N. Holsan, İstanbul 2011. s. 59.)

Sufi terminolojide geniş yankı bulan nefs (güdü) hakkında başta Haris el-Muhasibi olmak üzere ilk dönem müellifleri tarafından çok sayıda eser kaleme alınmış, nefsin mertebeleri ve tezkiye yolları üzerinde geniş bir edebiyat oluşturulmuştur. Keza Gazali ve diğer pek çok klasik müellif “Acâibü’l- Kalp” başlığı altında hem bireye hem topluma zararlı kalbî hastalıkların mevcudiyeti ve bunların tedavisi yönünde görüş beyan etmişlerdir. Bu ariflerin ortak noktası, insanın sahip olduğu nefsin aslında bir imtihan vasıtası olduğu ancak iradeye hâkim olunarak nefisle mücadele ve mücahede edilmesi gerektiği yönündedir. İradeye hâkim olunursa nefsin şehevi istekleri dizginlenecek, negatif istek ve arzulara gem vurulacak, akabinde kişi hayatın sırrı imtihandan yüzü ak çıkacaktır. Çünkü Allah insanı bu dürtülerle yaratarak onu bir sınava tabi tutmuştur. Kur’an’da çeşitli ayetlerde (Tegabun, 64/16; Asr, 103/1-3; Yusuf, 12/53.) irade gücüyle bu dürtülerin kendi hâline terk edilmeyip istek ve arzuların sınırlandırılması, böylece kurtuluşun mümkün olduğuna dikkat çekilmektedir. Bunu gerçekleştirebilmenin bir yolu, nefsin arzularına ket vurmak, nefse hoş gelen şeylerden uzak durmak, dünya ve malına gereğinden fazla değer atfetmemek, madde ve menfaate karşı isteksiz, dünya malına karşı soğuk duruşla olanaklıdır. Bu noktada sufi kaynaklarda ve menakıpnamelerde az ile yetinmek, kanaatkâr olmak daima övülmekte bunun aksine hırs, tamah, açgözlülük ve çoklukla övünmek yerilmektedir. 

İrfani gelenekte kelam ve felsefeden çok farklı anlamda kullanılan irade ve buradan mülhem iradeye hâkim olmak, dolaysıyla nefsin dizginlenmesindeki maksatlardan biri haddizatında iradeyi özgür kılmak, insanın başkaca güdüler tarafından hürriyetinin esir alınmasına izin vermemektir. Tasavvuftaki fakr ve zühd kavramı, içinde bir nevi hürriyet barındırmakta, bireyin mala, mülke, paraya, makam ve mansıba, dünyaya mağlup ve mahkûm olmasını değil bilakis onlara galip ve hâkim olmasını, onların emri altına girmemesini sağlamaktır. (Süleyman Uludağ, Hayata Sufi Gözüyle Bakmak, Dergâh Yayınları, İstanbul 2017, s. 174.) Nitekim Muallim Naci’nin bir beyti konuya açıklık getirecek cinstendir:  

“Zengin sanırız kendimizi lîk fakîriz 
Hürrüz deriz ammâ ki hakîkatde esîriz.”

Zira bedenî, nefsî ve dünyevi tutkulara bağımlılık, insanın ahlaken yücelmesini engellemekte ve Allah’a yakınlaşmasını önlemektedir.

İrfani gelenekte kişinin sahip olduğu nefis her tür çirkin, kötü huyların menbaı kabul edilirken buna karşın ruh, ilahi bir gerçeklik olması hasebiyle (Hicr, 15/29.) iyi ve güzel davranışların kaynağı görülmektedir. O sebeple bu iki terim birlikte kullanıldığında daima “nefsin tezkiye”, “ruhun tasfiye” edilmesi üzerinde durulmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde, “Ya Rabbi! Beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle baş başa bırakma.” (Ebu Davud, Edeb, 110.) diye dua etmiştir. Ancak bedende nefsin değil ruhun hâkimiyet kurmasının yolu, Batı ve Hint mistisizminde olduğu gibi nefsi tamamen öldürmek ve onu dışlamakla değil, nefsin hoşuna giden şeyleri makul tarzda dizginlemek, meşru sınırına çekmekle mümkündür. Böyle yapılırsa nefsin yerine bu defa Rabbi’nin emrinden olması hasebiyle (İsra, 17/85.) ruh yerleşecek ve insan O’nun ahlakıyla ahlaklanacaktır.

Bu bapta nefis terbiyesi adap kitaplarında çok sayıda metaforik anlatımlarla gündemde tutulmakta ve akla yatkın hâle getirilmektedir. Bu cümleden olmak üzere müntesiplerin nefisle mücadele ve iradelerine hâkim olma noktasında Hz. Ali ile inançsız biri arasında vuku bulduğuna inanılan bir olay nakledilmektedir: Bir gün Hz. Ali savaşta kılıcını kaldırıp hasmını öldürmek ister. Alta düşen kişi tam bu esnada Hz. Ali’nin yüzüne tükürür. Hz. Ali bu durum karşısında onu öldürmekten vazgeçer. Bu defa şaşkına dönen adam sebebini sorar. Hz. Ali “Seninle olan mücadelem önce Allah rızasını kazanmaya yönelikti. Şimdiyse şahsıma hakarette bulundun ve nefsim devreye girdi. O nedenle vazgeçtim.” (Samiha Ayverdi, Mülakatlar, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2005, s. 18.) Muhtemelen bunda Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Asıl pehlivan ve güçlü kimse güreşte başkalarını yenen değil, öfkelendiğinde kendini tutan kimsedir.” (Buhari, Edeb, 102.) hadisinin de tesiri vardır.
İradeye hâkim olmak

“Ele geleni yersin / Dile geleni dersin / Böyle dervişlik dursun / Sen derviş olamazsın” sözleriyle Yunus Emre’ye atfedilen bir şiirde de belirtildiği üzere iradeye hâkim olmak esastır. Yine Hacı Bektaş-ı Veli ile özdeşleşmiş “eline, diline, beline hâkim olmak” sözü ahlaki bir kural olarak halkımız arasında “nefsine hâkim olmak” anlamında kullanılmıştır. Hukukun dıştan, din ve ahlakın içten kontrol altına alamadığı insan kelimenin tam anlamıyla bozulmuş bir varlıktır. O hâlde, günümüzde etik ile estetiği kaynaştıran, ilimle imanı uzlaştıran, imar ve irfanı bir arada tutan bireylere ihtiyaç vardır. Akl-ı selimin inşa ettiği düzen, kalb-i selimin beslediği ruh ve maneviyat dünyası ve nihayet zevk-i selimin kurduğu estetik tasavvura daha çok ihtiyaç duyulduğu bir zamanda yaşıyoruz. Tasavvufun önerdiği nefis tezkiyesi ve ruh tasfiyesiyle Peygamberimiz ’in (s.a.s.) şahsında tebarüz eden kâmil insan ve neticede erdemli bir toplum yetiştirmek amaçlanır. Modern Din Psikolojisi de dürtülerine hâkim olabilenlerin, öz denetim, benlik kontrolü yapabilen ve kendini tutabilenlerin toplumun huzurunu bozan davranışlardan uzaklaştığını savunur. (Hayati Hökelekli, Ailede, Okulda, Toplumda Değerler Psikolojisi ve Eğitimi, Timaş Yayınları, İstanbul 2011, s. 36-37.) Öyleyse karın tokluğu yanında göz ve gönül tokluğu da önemsenmelidir. Modern iktisat paradigmasının “insan egosu sınırsız ancak kaynaklar sınırlı” diye tarif ettiği ekonomi tanımına alternatif, irfani geleneğin “egonun sınırlı ama nimetlerin sınırsız” (Nahl, 16/18.) olduğu hakikati dile getirilmeli, insanlar arası sosyal adalet, yardımlaşma ve bölüşme teşvik edilmelidir.