Ali AYGÜN

İslam düşünce tarihinde çeşitli felsefe akımlarının etkili olduğu bilinmektedir. Gazali’nin metafizikçiler olarak nitelendirdiği Meşşâîler, İslam düşünce tarihinin belkemiğini oluşturan felsefe akımıdır. Meşşâî filozoflar, din ile felsefe arasında bir uzlaşı fikrini benimsemişler ve bu yaklaşımlarını da akılcı bir felsefe bağlamında temellendirmişlerdir. Bu filozoflar, mantık ve felsefenin İslam kültüründeki meşruiyetini sağlama konusunda büyük çaba harcamışlardır. 

Aristo, Platon’un ölümünden sonra felsefe serüvenini hocasının okulu Akademia’da sürdürmemiş, Atina’nın kuzeyinde Lyceum adıyla başka bir felsefe okulu kurmuştur. Felsefe derslerini okulun bahçesindeki sütunlar çevresinde gezinerek anlatmasından esinlenerek Aristo’yu takip eden düşünürlere Meşşâîyyûn (yürüyenler), bu felsefe akımına da Meşşâîlik adı verilmiştir. (Fatih Toktaş, Meşşâî Felsefe, İnsan Yayınları, İstanbul, 2004, s. 7-13.)

İslam dünyasının Meşşâî filozofları dendiğinde akla Kindi, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gelmektedir. İslam Meşşâîliği her ne kadar Aristocu tarzı ifade etmek için kullanılmış olsa da İslam Meşşâîlerinin felsefeleri, Yunan-Helenistik dönemdeki Aristoculuktan farklılık göstermektedir.

Kindi: Felsefe vahye tabi olmalıdır.

İlk Müslüman filozof olarak Kindi, felsefeye ön şartsız bakışıyla İslam düşünce geleneğinde önemli bir yere sahiptir. Felsefenin, İslam düşüncesinin bir parçası olarak kabul edilmeye başlanması onun sayesinde olmuştur.

Kindi, Yunan felsefesi ve felsefi kavramların İslami dünya görüşüne intikalinde ciddi tercihlerde ve önerilerde bulunmuştur. Din ile felsefe arasında bir ayrılık olduğunu kabul etmeyen Kindi, her ikisinin de dünya ve ahiret saadeti adına hikmeti araştırdığını düşünmektedir.

Hem vahyin hem felsefi usulün kişiyi hakikate götüreceğine inanmaktadır.

Kindi, metafiziği, “mevcut olmak bakımından mevcudun bilgisi” olarak değil, “Tanrı bilgisi” (marifetullah) olarak tasarlar. Bu bağlamda metafizikçi, genel olarak ilimleri tahsil edip Tanrı-âlem ilişkisinin niteliğini ve sonradan yaratılmış âlemdeki nedensel düzeni kavrayan kimsedir. (Ömer Türker, “Kindi Metafiziği”, İlk Müslüman Filozof Kindi, ed. Gürbüz Deniz, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2020, s. 74.)
Kindi’ye göre evrenin küçük bir modeli olan insan, tabiatı ve ahlakı bakımından ay üstü âlemin etkisi altındadır. İnsan, bedeniyle oluş ve bozuluş âleminin bir parçası olduğu için ölümlü, sonsuzlukla tanımlanan bir nefse sahip olması bakımından da yüce makamlara erişebilecek varlıktır.

Kindi’ye göre felsefenin amacı, vahyin doğruluğuna karşı koymak yahut onunla üstünlük, hatta eşitlik yarışına kalkışmak değildir. Ona göre felsefe vahye tabi olup ona hizmet etmelidir. Bu bakımdan Kindi, felsefi sistemini şekillendirirken din ile felsefe arasındaki uzlaşıyı referans alarak felsefeyi dine göre yorumlamıştır. Onun sisteminde, âlemin sonluluğu ile “Gerçek Bir”in ispatı, bu ikili uzlaşının en güzel dışa vurumudur. Felsefe ve bilimin temel argümanları fizik, mantık, matematik ve metafizik gibi ilimler, dinin temel argümanı vahiy ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamaları ile birleşmiş ve ortaya çıkan ürün, ilahi olanın mükemmeliyet derecesindeki üstünlüğü ile perçinlenmiştir. (Ömer Faruk Erdoğan, “Kindi’de Hulfî Kıyas/İmkânsıza İndirgeme’nin Kullanımı”, İlk Müslüman Filozof Kindi, ed. Gürbüz Deniz, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2020, s. 317.)

İslam düşüncesinin “mantık” kalesi: Farabi

Felsefe tarihinin önde gelen simalarından biri olan Farabi, İbn Sina üzerinden İslam düşüncesini etkilemiş; özellikle mantık, müzik ve siyaset felsefesi alanlarında kurucu metinler yazmıştır. O, İslam felsefesinin kurucusudur. Aristoteles’ten sonra “ikinci öğretici” olarak tanınması, onun felsefe ve İslam felsefesi tarihindeki yerini göstermektedir. 

Farabi, İslam dünyasında Tanrı, evren ve insan kavramları çerçevesinde gerçekliğin bütün tezahürlerini tam bir uyum, bağlılık ve düzen içerisinde açıklamayı amaç edinen özgün bir felsefi sistem kurmuştur. (Yaşar Aydınlı, “Fârâbî: İslam Felsefesinin Kurucu Filozofu”, el-Muallimu’s-Sânî Fârâbî, ed. Gürbüz Deniz, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2017, s. 10.) 

Farabi, dinî metafizikle felsefi metafiziğin varlık, bilgi ve değere ilişkin ortak problemlerini kendisinin burhani olarak isimlendirdiği felsefi yöntemle ele almış ve bundan asla taviz vermemiştir. O, felsefeyi dinîleştirme gayreti içerisinde olan teologun aksine, dini felsefileştirmeye ve onu akli temeller üzerinde kurulmuş bir yapının içerisinde yeniden anlamlandırmaya çaba harcamıştır.

Farabi’ye göre mantık olmaksızın zihnin doğru çalışması, doğru olana yönelmesi ve yanlış olandan uzak durması mümkün olmadığı gibi başkaları tarafından ifade edilen görüşlerin doğruluk ve yanlışlığının tespit edilmesi de mümkün değildir.

Farabi’nin felsefi sistemi, rengini büyük ölçüde felsefe-din ilişkisi probleminden almaktadır. İslam öncesi dönemlerde de tartışılmış olan bu problemi Farabi, kendi kültür ortamında, fakat tamamen felsefi bir zeminde ele almış ve ulaşmış olduğu sonuçları bir sistem dâhilinde dile getirmiştir.

Dünya nimetlerine karşı kanaatkâr olan Farabi; ilim, hikmet ve irfanda elde ettiği yüksek mertebeye rağmen oldukça mütevazı bir yaşamı tercih etmiştir. 

İbn Sina’nın uzlaştırıcı aklı

İslam felsefesinin Meşşâî ekolünün dört büyük filozofundan biri olan İbn Sina, Farabi’nin yolundan giderek Helenistik ve dinî mirası, felsefi ve bilgi teorilerinde birleştirmeyi başarmış, İslam ve Batı düşüncesini etkilemiş önemli bir İslam filozofudur. Doğu’da “eş-şeyhü’r-reis”, “hüccetü’l-hak”; Batı’da “Avicenna” olarak tanınmakta ve “filozofların prensi” olarak nitelenmektedir.

İbn Sina, geniş bir yelpazede ve çok farklı alanlarda eser vermiş ansiklopedik bir düşünürdür. Filozofun yazdığı eserler mantık, matematik, astronomi, tıp, botanik, zooloji, psikoloji, ahlak, şiir, edebiyat, lügat, rüya yorumları, tefsir ve tasavvuf gibi dinî ve tabii ilimlerin birçok alanını kapsamaktadır.

İbn Sina’nın düşünce sistemini besleyen kaynakların başında İslam dininin en temel iki kaynağı olan Kur’an ve sünnet gelmektedir. Filozofun bilgi teorisini Helenistik ve dinî miras etkilemiştir. İbn Sina, kendinden önceki Türk İslam filozofu Farabi’yi takip etmiş, bu iki mirası birleştirmiştir. (Mesut Okumuş, “İbn-i Sînâ’nın Hayatı, Eserleri ve Düşünce Sistemi Üzerine”, Eş-Şeyhu’r-Reis İbn-i Sînâ, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2015, s. 35.)

İbn Sina, hikmet ile felsefeyi insanı kemale erdirme aracı olarak görmektedir. O, felsefi ilimlerin sonuçlarıyla dinî naslarda yer alan verileri çağının felsefi-bilimsel anlayışı çerçevesinde uzlaştırmaya çalışmaktadır. 

Fıkıh nosyonunu zamanının önde gelen Hanefi âlimlerinden İsmail ez-Zâhid’den alan İbn Sina’nın fıkıh ilminde müstakil bir eseri yoktur ancak “Şifâ”nın bazı bölümlerinde fıkhi konulara temas etmektedir. Fıkhi konuları, hikmetleri bakımından ele alan filozofun fıkhi değerlendirmeleri, Hanefi mezhebinin makasıda yönelik literatürünün ilk örneklerinden kabul edilmektedir. (Hadi Ensar Ceylan, “İbn-i Sînâ ve Fıkıh: Şeriatın Hikmet Boyutu”, Eş-Şeyhu’r-Reis İbn-i Sînâ, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2015, s.187-202.)
Hikmet ve felsefeyi, insanı kemale erdiren bir araç olarak gören filozof, ilahi metnin yorumlanması konusunda felsefeyi esas almış, Kur’an’ın ele aldığı konuları kendi felsefi sisteminin doğruluğunu ispatlayan bir delil ve kanıt olarak görerek ona uygun tarzda tefsir ve tevil etmiştir.

İbn Sina’nın ahlak anlayışı iki temel esasa dayanmaktadır: 1. Bireysel olarak her insanın tabii yeteneklerini teorik ve pratik aklının gereklerine göre fiil alanına çıkarmasıdır. 2. Ahlaklı olmak, aşırılıklara karşı (ifrat-tefrit) kişinin kendisini terbiye etmesidir. İbn Sina’ya göre ahlaklı olmak bir gayeye matuf olmalıdır. Bu da ahirette yüce saadete ulaşma gayretidir. Saadet ise kişinin bu dünya hayatının zihinsel ve davranışsal çelişkilerinden, elden geldiğince kurtulmasıdır. (Gürbüz Deniz, “İbn-i Sînâ’nın Ahlaka Ait Risalesi (Risale fi’l Birr ve’l-İsm)”, Eş-Şeyhu’r-Reis İbn-i Sînâ, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2015, s.360-361.)

İbn Rüşd’le gelen itibar

Kindi, Farabi, İbn Sina ile İslam düşünce tarihinde Meşşâî filozoflar içinde zikredilen İbn Rüşd; Aristo’nun felsefi doktrinine sadık kalarak eserlerini şerh ettiğinden İslam âleminde “şarih”; Batı’da “Averroes”; Latin dünyasında “commentator” olarak anılmıştır. Filozof, tarihsel süreç içerisinde Meşşâî düşünceye yapılan itirazlara bir cevabı temsil ediyor oluşundan anlamlı bir yere sahiptir. İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt adlı eserinde, Gazali’nin filozofları eleştirdiği yirmi ayrı meselenin her birini ayrı ayrı ele alarak kendine göre onun eleştirilerinde haksız olduğu noktaları ortaya koymuştur. 

İbn Rüşd’ün felsefesine göre doğru ve en üst bilgi, yalnızca burhan yöntemiyle ulaşılan felsefi bilgidir. Dinin özü vahiy, metafizikçinin gerçekliğin sebeplerini ve tabiatını akıl yordamıyla inceleyerek bulmaya çalıştığı hakikatin aynısını öğretir. 

İbn Rüşd, felsefi düşüncenin savunulmasında görüşlerini Kur’an’la temellendirerek Gazali ile başlayan felsefenin yaşadığı meşruiyet krizini aşmaya çalışmıştır. Kindi, Farabi ve İbn Sina gibi dinî açıdan felsefenin meşru olduğunu dile getirerek felsefenin dine düşman değil, dost olduğunu vurgulamış, ayrıca felsefe öğrenmenin ve eskilerin ortak kültür mirasını inceleme ve araştırmanın önemi üzerinde durmuştur. Böylece İslam âleminde bir bakıma felsefeye yeniden itibar kazandırmıştır. Ona göre din ve felsefe, gaye birliği içindedir; felsefe, dinin arkadaşı ve süt kardeşidir. (Ramazan Altıntaş, “İbn Rüşd’de Din-Felsefe İlişkisi”, Büyük İslam Filozofu İbn-i Rüşd, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2013, s. 181.)

Gazali’nin Meşşâî filozofları tenkit etmesi; İslam dünyasında felsefenin bidat, zararlı, insanı dinî olumsuzluklara sevk eden bir eylem olduğu kanaatinin yaygınlık kazanmasına sebep olmuş, özellikle XII. yüzyıldan sonra felsefeye tereddütle yaklaşılmaya başlanmış, felsefenin zaman zaman eğitim kurumlarından dışlandığı da olmuştur. Hâlbuki Gazali, felsefeyi reddetmemiş, Meşşâîlerin bazı metafizik görüşlerini eleştirmiştir. İslam düşünce geleneğinin terminoloji, problemler ve duyarlılıklarına yabancı kalmadan, İslam filozoflarıyla yol arkadaşlığı yaparak ahlak, felsefe ve siyaset alanlarında yitirdiğimiz özgün tarihsel derinliği yeniden kazanmakla mükellef olduğumuz unutulmamalıdır. Fikrî dirilişimizin gerçekleşmesi buna bağlıdır.