Doç. Dr. Ekmel GEÇER
Sağlık Bilimleri Üniversitesi Hamidiye Yaşam Bilimleri Fakültesi
1923’lerde Almanya’da bir düşünce enstitüsü kuruluyor. Frankfurt Okulu olarak kayıtlara geçen bu kuruluş, II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Hitler’den gördükleri baskı üzerine uzun bir yolculuğa çıkıyor. Önce Cenova’ya sonra da New York’a taşınıyorlar. Ancak gördükleri baskı ve yıldırmalar, onların, toplumların içine düştüğü karanlığı anlama ve oralarda yaşayanları aydınlatma çabasına halel getiremiyor. Adorno, Herkheimer, Habermas ve Erich Fromm gibi düşünürler, gittikleri şehirlerde bireylerin karşı karşıya oldukları sosyo-kültürel, psikolojik ve ekonomik sorunları analiz ediyor ve bu analizler sonucunda ortaya çıkan sorulara cevap bulmaya çalışıyor. Böylece, henüz 1900’lü yılların ilk yarısından itibaren yaptıkları değerlendirmeler, bugün dahi düşünce dünyasının en temel tartışma alanlarından olmaya devam ediyor. İnsan-kültür etkileşimi, psikolojik ve sosyolojik gelişim, siyasal kutuplaşma ve ırkçılık gibi konularda yaptıkları tespitler yeni bakış açılarının oluşmasına katkı sağlıyor ve o dönemden beri bu alanlarda yapılan tartışmalara ışık oluyor.
Bahsettiğim okul Felix Weil’in (1898-1975) teşebbüsleri sayesinde kurulmuş. Kendisi zengin bir tahıl tüccarının oğlu ve şiddetli bir kapitalizm karşıtı. O günün Almanya’sında var olan toplumsal sorunların çözümü için hayli kafa yormuş ve sonunda bilim insanlarını toplayarak böyle bir enstitünün kurulmasına karar vermiş. Ailesinden aldığı maddi destekle; Adorno, Macuse, Benjamin ve Neumann gibi özellikle sosyal bilimlerle (psikoloji, sosyoloji, iletişim, siyaset) ilgilenen bilim insanlarını bu düşünce kuruluşunda çalışmaya ikna etmiş. İçtimai araştırmalara eğilen bu bilgeler; sınıfsız bir toplumun nasıl oluşturulacağı, toplumsal gruplar arasındaki ayrışma ve ayrıştırmanın nasıl giderileceği, özgürlüklerin hangi nedenlerle sınırlandırıldığı, politik ortamların insanda yarattığı bireysel ve kolektif travmaların kökenlerini ve insan-kültür etkileşiminin boyutlarını çok yönlü bir biçimde ele almıştır.
Bu bilgelerin çalışmalarının sosyal problemleri hemen çözdüğünü elbette iddia edemeyiz. Ancak gerçek şu ki geliştirdikleri teoriler ve sundukları yaklaşımlar; kültürel hegemonya, siyasal ayrımcılık ve diğer toplumsal çatışmalara dair değerlendirmelere ilham olmaya devam etmektedir. Burada vurgulanması gereken başka bir nokta daha var. Tam da Frankfurt Okulu’nda olduğu gibi farklı disiplinlerden düşünce insanları bir araya getirilmeli ve onlara gerekli olanaklar sağlanmalıdır. Bilimsel araştırmalar süreç ve destek ister. O nedenle kendilerine zaman tanınmalı ve istişareler, müzakereler ve etkileşimleri sonrasında çözüm üretmeleri konusunda onlara gerekli olan maddi ve manevi takviye verilmelidir. Belki böylece bizde de evrensel anlamda bilim dünyasına mal olacak bir İstanbul, Ankara, İzmir ve Konya okulu çıkabilir; olmaz mı?
Frankfurt Okulu’nun düşüncelerinin gelişmesine neden olan savaş, çatışma ve baskı gibi unsurlar; aynı bilim insanlarının sosyal meselelere daha derinlikli bakmasını sağlamıştır. Daha adil ve sınıfsal farklılıkların büyük olmadığı bir dünya hayaliyle, sadece Almanya’da değil gittikleri Amerika’da da bireyleri pasifleştiren kültürel motifler ve etkileşimleri dikkatle gözlemlemişlerdir. Bu nedenle onlarla birlikte literatürde en çok anılan kelimeler arasında, eleştirel teori, kültür endüstrisi, sahte bireyselleşme, standartlaşma, sınırlı tatmin ve proto-faşizm göze çarpar ki her biri başlı başına detaylı makalelere konu olacak kadar derinliklidir.
Bunların en başında gelen kültür endüstrisi kavramı; kapitalist kültürlerde, birey ve toplumların, kendilerine empoze edilen yeni kültürel öğeleri herhangi bir analize tabi tutmadan benimsemeleri ve farkında olmadan bu öğelerin yaşam biçimlerini değiştirmesi anlamında kullanılır. Sanatsal faaliyetler ve kültürel motifler bir sanayi üretimi gibi hızlı ve değişkendir. Her bireye hitap eden renk ve heyecanı içinde barındırır. Böylece kültür ve sanat, bilinenin aksine sadece kişisel bir aydınlanma değil aynı zamanda bir benzeştirme yöntemi olarak da kullanılır. Hem fertleri birbirlerine benzetmesi hem de tabiri caizse kültürün dürtüsel üretimi sanat ve modern yaşam biçimlerinin metalaşmasına ve tekdüze hâline gelmesine neden olur. Dolayısıyla, yoğunluklu standartlaşma sonucunda bir küresel köy hâline gelen dünyada yaşayanların algısı, bakış açısı ve tarzları bir farklılık olarak değil fakat aynılık olarak karşımıza çıkar. Söz gelimi yabancı memleketleri ziyaret ederek değişimi ve gelişimi hedefleyen kişi, gittiği yerlerde de alışkanlıklarına devam edecektir. Kendi ülkesinde gördüğü burgeri tümüyle aynı tarifle yiyecek, kotunu aynı kombinle giyecek ve kelimelerini aynı aksan ve aynı sıralamayla kullanacaktır. Bu da yeni kültürel öğrenmeler ve karşılaşmalar hedefiyle çıkılan yolculuğun gerekli etkiyi yaratmamasına neden olacak; zahmetli olan seyahat, bireyde “görme” haricinde bir anlayış ve mana oluşmasını sağlayamayacaktır.
Yok, aslında ben öyle sert bir popüler kültür karşıtı değilim. Aksine popüler kültürün popülerliği nedeniyle bireylerin, hepsine olmasa da neredeyse bütün kültürel öğelere aynı şekilde ulaşıyor olmasını, toplumsallaşma, kültürlenme ve demokratikleşme açısından anlamlı buluyorum. Dönemlik olsa da sürekli değişse de bir yönüyle halk kültürü anlamında kullanılan popüler kültür sayesinde toplumlar birbiri hakkında bilgi sahibi oluyor ve modernleşiyorlar. Konser, konferans gibi aktivitelere ve kitap, dergi ve diğer medya içeriklerine küçük farklılıklar olsa da aynı yöntemlerle kolayca ulaşabiliyorlar.
Ancak burada şöyle bir sorun ortaya çıkıyor. Popüler kültüre “halk kültürü” denilse de aslında bu kültür türü halkın kendisi tarafından oluşturulmuyor. Hegomanik olan iç ya da dış etmenler kültürün üretilmesinde ve geliştirilmesinde etkili oluyorlar. Böyle olunca da toplumlar kendileri tarafından üretilmeyen ve değerleriyle ilişkili olmayan motif ve mesajlara muhatap oluyor. İçinde bulunduğu grup ve ortama uymak için söz konusu kültürel mesajlara maruz kalan bireyin durumu ilk etapta sosyal etkiyle açıklanabilir. Hatta bu adaptasyonun psikolojik doyum için bir gereklilik olduğu da ifade edebilir. Kişi, içinde olduğu toplumla ters düşmemek, onlardan biri gibi görünmek için baskın ya da yaygın kültürün istediği davranışlarda bulunur, onlar gibi giyinir ve ilerleyen boyutlarda neredeyse onlar gibi düşünmeye başlar.
Bireyselliğin gitgide silikleştiği bu aşamada artık sahte bireyselleşme ya da kültürel robotlaşma başlar. Kişi, farkında olarak ya da olmayarak egemenliği altında olduğu kültürün etkisinde kalır. Artık seçimlerini, tercihlerini ve beğenilerini belirli ve sınırlandırılmış çerçeveler içinde yapar. Popüler kültürün bu noktada aslında alternatifleri artırdığı düşünülse de bu seçenekler çoğu zaman bir illüzyon olarak ortaya çıkar ve bireye aslında kontrollü bir tatmin sunar. Söz gelimi reklamlarda bir ürünün başka başka tasarım ve renklerdeki şeklini gören birey, günün sonunda sadece tek bir ürün alır ve esasında sadece bir ihtiyacını karşılar. Ancak reklamlar; içerdikleri psikolojik ikna öğeleri, kullandıkları renkleri, cazibeleri ve aktardıkları enerjiyle gerçek anlamda ihtiyacı olmayan ürünleri alma konusunda önce izleyicinin rızasını üretir sonra da o ürünün satın alınmasını sağlarlar.
Aynı rıza imalatı, kültür endüstrisinin ürettiği sosyal ve ekonomik çevrede de belirgindir. Herkesin yaptığını yapmak, herkesin “çok kaliteli” dediğini almak ve herkesin “Sizden farklı ama daha iyilerle aynıyım.” mesajını verdiği bilgisayar, telefon, ayakkabı gibi eşyaları almak âdeta bir zorunluluk hâline gelir. Böylece standartlaşma başlar ve herkes birbirine benzer. Fakat bu benzerlik “daha alt seviyede olanlarla” değil aksine bireyin sosyal bir statü kazanabileceği “varlıklı ve gösterişli olanlarla”dır. Sahte bireyselleşme bu yönüyle kişiyi, “yaygın” olanın bir parçası hâline getirir ve politik anlamda onu aynı zamanda “düzen” içinde yani kontrol edilebilir tutar. Ferdin temel hedeflerinden ve yine ona psikolojik doyumunu kazandıracak en belirgin öğelerden biri artık kendisini ait hissettiği bu elit sosyal grup içinde kalmak için mücadele etmektir. Toplumun içinde olduğu sosyal, kültürel ve siyasal meselelere kafa yormasına gerek kalmamıştır.
Üstelik reklamlar, izleyicinin satın almasını istediği ürünleri öyle bir ambalajla servis eder ki kişi o ürünü aldığında sadece bir eşyaya sahip olmayacaktır. Aynı zamanda söz konusu metanın etrafında etkileyici görsellerle sunulan hıza, kaliteye, uzun ömürlülüğe, arkadaşlığa ve yakınlığa da sahip olacaktır. Oysa bir ürün satın alındığında o ürün bağlamında gösterilen birliktelik, heyecan, aşk ve dostluk gibi duygulara da sahip olunacağı duygusu sadece bir yanılsamadan ibarettir. Bu yanılsamadan kaçınmak çoğu zaman zor gibi görünmektedir. Ancak, medya ve kültür okuryazarlığına dair az da olsa bir bilgiye sahip olanlar medya içeriklerine daha eleştirel bir gözle bakabilecek ve ürünleri, platformları ve saatlerce süren izlenceleri fetişleştirmeyeceklerdir. Çünkü hayat bize aktarılanın haricinde bir yerlerde bütün biricikliğiyle hâlâ keşfedilmeyi beklemektedir.