Prof. Dr. Ahmet ÇAPKU
Kırklareli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi

"Muhammed’den muhabbet oldu hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl."

Süleyman Çelebi’nin (ö. 1422) Mevlit olarak bilinen Vesiletü’n-Necat (Kurtuluş Vesilesi) adlı eseri, yüzyıllardır çeşitli dinî merasimlerde beğenilerek okunmuş, üzerine muhtelif çalışmalar yapılmış nadir eserlerdendir. Asırlar boyu bir çağlayan gibi akıp gelen Mevlid’i bu denli kalıcı kılan hususlardan bazıları içtenlik, dilin inceliği, içerdiği konunun çağlar üstü oluşu gibi unsurlar zikredilebilir. Eserin Hz. Peygamber’e bir naat olarak kaleme alınmış olması hem Kaside-i Bürde’den beri gelenek hâlini almış peygamber âşıklarının terennümlerini muhtevi olması hem de kendi döneminin itikadi, ahlaki ve sosyal/içtimai sorunlarına çözüm sunması, üzerinde durulması gereken bir konudur.

Mevlid’in kaleme alınış hikâyesi olarak Bakara suresindeki 253. ve 258. ayetler üzerine Bursa Ulu Cami’de cemaatin tartışmalarına tanık olan Süleyman Çelebi’nin, yanlış anlayışları izale etmek ve Hz. Muhammed’in (sas) varlık âlemindeki konumunun ne olduğunu izah etmek amacıyla böyle bir eseri kaleme aldığı söylenir. (Necla Pekolcay, Mevlid, Dergâh Yay., İstanbul 2013.) Bunun yanında dönemin Bursa’sında sosyal yapı, Müslümanların mefkûreleri ve hangi zemin üzere yeni devleti inşa etmek istedikleri gibi konular açısından mezkûr metin, bizlere birçok yorum imkânı sunar. Özellikle kelam-tasavvuf-felsefe açısından eser incelendiğinde önce varlık konusuyla giriş yapılır ve devamında bilgi-ahlak teorilerine yer verilir. (A. Saim Kılavuz, Mevlid’in Akaid ve Kelam Açısından Analizi, Bir Kutlu Doğum Şaheseri Mevlit ve Süleyman Çelebi, Ankara 2010, TDV Yay.)

Felsefi açıdan varlık problemi (ontoloji), akıl ve vahyin en temel konularından biri olagelmiştir. Mevlid’in ilk faslının, “fî-Tevhîd-i Bârî” başlığını taşıması bu açıdan anlamlıdır. İlgili bahiste Allah-âlem, Allah-insan ilişkisi ele alınır. Çelebi, Allah Teâlâ ile ilgili olarak; “Birdir Ol, birliğine şek yok-durur / Gerçi yanlış söyleyenler çok-durur.” derken hem Allah hakkında yanlış inanışlara hem de o bölgedeki Hristiyan ve diğer inanç sahiplerine reddiye kabilinden cevap verir. (Necla Pekolcay, a.g.e., s. 47.) Özellikle “Cümle âlem yoğ-iken Ol var idi / Yaradılmışdan ganî cebbâr idi” (…) “Var iken Ol, yoğ-idi ins ü melek / Arş u ferş u ây u gün hem nüh felek” mısraları bize, Çelebi’nin evren anlayışı yanında kelami bir tavır sergilediği izlenimini de verir. “Hak Teâlâ ne yaratdı evvela / Cümle mahlûkdan kim Ol öndin ola // Hem sebeb olmış ola bu varlığa / Işk ile dinleyeni Hak yarlığa // Mustafa rûhını evvel kıldı var / Sevdi ânı Ol kerîm ü girdigâr” mısralarında Allah’ın ilk yarattığı varlığın Ruh-ı Muhammedi olduğunu ve bunun, diğer varlıkların yaratılmasına sebep teşkil ettiğini dile getirir. Böylece Çelebi, vahdet-i vücut düşüncesindeki Allah-âlem ilişkisine yaklaşmış olur. (Necla Pekolcay, a.g.e., s. 52-54.) Bu durum, Bursa’da kelami düşünce yanında vahdet-i vücutçu düşüncenin de yer aldığına, Mevlit müellifinin ilmî-siyasi birikiminin yanında sufi bir tavrının da olduğuna işaret eder. “Ger Muhammed olmasa idi ayân / Olmayısardı zemîn ü âsumân” mısraları bize sufi bakışın bir yansıması olarak görünür.

Allah dışında varlığın (âlemin) temeline Hz. Muhammed’in (sas) konulması itibarıyla, “Enbiyanın şeksüz ol sultanıdur / Cümlesinin cânı içre cânıdur // Gerçi kim, anlar dahi mürsel-durur / Lakin Ahmed, ekmel ü efdal-durur” ifadeleri, Hz. Muhammed’in diğer peygamberlerden üstün oluşunu açıkça beyan eder. Öyle ki “Ânın içün oldu bu varlık kamu / Ay ü yılduz, yir ü gök, uçmak tamu” cümleleri, görülen ve görülmeyen bütünlüğü ile âlemin varoluş sebebi olarak Hz. Muhammed’i gösterir. (Necla Pekolcay, a.g.e., s. 57.) Bu açıdan varlık ve nebiler silsilesi için Hz. Peygamber (sas) mukaddem ve mufaddal varlık olarak zikredilir. Şu hâlde, “Peygamberler arasında bir fark yoktur.” şeklindeki iddiaya, gerçekte peygamberler arasında büyük bir farklılığın var olduğu ve bunun ne şekilde olduğu üst seviyeden dile getirilmiş olur.

Bilgi problemi (epistemoloji) açısından Süleyman Çelebi, âlemi görünen ve görünmeyen olarak kabul eder. Duyu, vehim ve aklın, fizik âlemine; vahyin ise metafizik (gayb) âleme dair bilgi verebileceğini ifade eder. Çünkü Miraç bahsinde Hz. Muhammed’in, Allah Teâlâ’yı “bî kem ü keyf” (nicelik ve nitelikten uzak şekilde) gördüğünü, bu yolculukta nice hicapları geçtiğini, varlık âleminin Peygamber’e (sas) gösterildiğini ve buna dair gördüklerini bir vahiy bilgisi olarak ümmetine anlattığını dile getirir. (Necla Pekolcay, a.g.e., s. 95.) Nitekim Miraç bahsinde tavus kuşuna benzetilen akıl yetisi ancak gönül denizine girerse oradaki incileri meydana çıkarabilir. Onu aşk pazarına götürüp satar. Demek ki gayb âleminin bilgisi, aşk (ilham) ve vahiy ile elde edilebilir. Buna göre akıl, gayb âlemine dair bize net/güvenilir bilgi sunamaz.

Değer sorunu (askiyoloji) açısından Çelebi, insan-ı kâmil olabilmek, ahlakı kuşanabilmek ve insanca yaşayabilmek için Hz. Muhammed’i (sas) örnek gösterir ve onun yolunun takip edilmesi gerektiğini belirtir. Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamalarında muhtelif mezhep ve meşrebin bulunduğu, fetret döneminin yaşandığı Bursa’da, müminlerin ortak bir değer etrafında buluşabilmeleri hayati derecede önemi haizdir. Onun için peygamber sevgisinin eserde merkeze alınması, Müslümanlar açısından bir anlam küresi inşa etmeyi beraberinde getirir. Şu hâlde toplumda ahlaki bir düzeni kurabilmenin yolu, İslam Peygamberi’nin izini takip etmek olacaktır. “Her kemâlâtile kâmil bir şâh idi / Ânun için ol, Habîbullah idi” mısraları, onun güzel ahlakını betimler. Onun ümmeti olmanın yöntemi; “Ümmetisen ânun ahlâkını tut / Tâ ki, ümmetlik bula sende subût” mısralarında kendini gösterir. (Necla Pekolcay, a.g.e., s. 98-102.)

“Kılmagıl hiç kimse aybına nazar / Sana ayruk kişi aybından ne zâr ?”, “Kimse hakkında dime hiç ayb söz / Çün değülsin sen dahi hiç aybsuz” (Necla Pekolcay, a.g.e., s. 103.) mısraları, Çelebi’nin mahviyetine ve ahlak bahsinde dervişane tavrına verilmelidir. Özellikle, “Gerçi tâmm u nâkısı kâmil bilür / Kâmil olan, cümleyi kâmil bilür” sözü, insan-ı kâmil nasıl olunur ve bunun mertebesi nedir sorusunun cevabı niteliğindedir. Allah (cc), ilk önce Hz. Muhammed’in ruhunu var etmiş, onu nice bin yıl terbiye etmiş, onun ahlakını övmüş ve onu üsve-i hasene olarak göstermiştir. Bu açıdan ahlakın temelinde, din/vahiy yer alır. Demek ki bir değer olarak ahlak, teorik açıdan vahiy temelli iken pratik açıdan Hz. Peygamber’in hayatında kendini ikmal/itmam etmiştir. Öyleyse bir Müslümandan beklenen şey Allah rızasına erebilmek için onun ümmetliğini hakkıyla yaşamaya çalışmasıdır diyebiliriz.

Nice naat ve methiyelere, “Muhammet dünyaya geldi.” şeklinde başlayan ilahi formunda nice şiirlere konu olan peygamber sevgisi, asırlar boyunca dilden dile, gönülden gönüle aktarılmış, bu konuda epey mürekkep harcanmıştır. Bununla birlikte Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, şiir-edebî yönünün güzelliği ve bunun mevlithanlık geleneğinde kendine mahsus okunuşu ile ayrı bir yere sahiptir. İçeriği itibarıyla bir dünya görüşünü temsil etmesi, Hz. Peygamber ve diğer peygamberler üzerine (ve dolayısıyla İslam ile diğer dinler arasında) yapılan tartışmaya harika bir izah getirmiş olması, fetret döneminin aşılmasına yönelik çözüm önerisi gibi özellikleri itibarıyla büyük bir beğeni ile günümüze kadar terennüm edilmiştir. Bu açıdan Mehmet Akif’in deyişiyle; “Yetişilmez ki; Süleyman Dede yükseklerde”dir.