SALAT-I MÜNCİYE, SALAT-I TEFRÎCİYE DUALARININ DİNÎ DAYANAĞI VAR MIDIR?

“Salat-ı münciye”, “Salat-ı tefrîciye” duaları, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilen dualardan değildir. Bunlar, Kur’an-ı Kerim’in, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) salat ü selam getirmeyi emreden ayetine istinaden asrısaadetten çok sonraları tanzim edilmiş salat ü selam türü dualardır. Dualar Allah’a arz edilmeden önce, Allah’a hamd ü sena ve Peygamberine de salat ü selam getirilmelidir. Resulüllah (s.a.s.), dua eden bir adamın, dua sırasında kendisine salat ve selam okumadığını görmüş ve “Bu kimse acele etti.” buyurmuş, sonra adamı çağırıp “Biriniz dua ederken, Allah Teâlâ’ya hamd ü sena ederek başlasın, sonra O’nun Peygamberine salat okusun, sonra da dilediğini istesin.” (Ebu Davud, Vitr, 23.) buyurmuştur. Salavat, Hz. Peygamber (s.a.s.) için okunan ve Allah’ın rahmet ve selamının onun üzerine olması dileğini ifade eden dualara denir. Salavat duaları genellikle “Allahümme salli...” lafızlarıyla başlar. Söz konusu duaların da bu lafızlarla başladığı ve bu dualarda Hz. Peygamber’e salat ü selam getirerek dünyevi ve uhrevi birtakım hacetlerin arz edildiği bilinmektedir. Buna göre belli sayılarda okumanın dinî bir gereklilik olduğu inancına kapılmaksızın ve namazların arkasından okunması alışkanlık hâline getirilmeksizin bu salavat/dualar her zaman okunabilir.

MİHR NE DEMEKTİR?

Erkeğin evlenirken eşine verdiği veya vermeyi taahhüt ettiği para veya başka bir mala mihr denir. Kur’an-ı Kerim’de, evlenen erkeğin kadına mihr vermek zorunda olduğu ve bunu zorla geri almasının caiz olmadığı konusunda ayetler bulunmaktadır. (Bakara, 2/237; Nisa, 4/4, 20, 24, 25; Maide, 5/5.) Hanefilere göre mihr, nikâhın sonuçlarından biridir. Bu nedenle nikâh esnasında belirlenmemiş olsa, hatta nikâh esnasında verilmeyeceği şart koşulsa bile evlenen kadın mihre hak kazanır. Mihr nikâh anında belirlenip belirlenmemesine göre ikiye ayrılır. Mihrin miktarı nikâh anında belirlenmişse buna mehr-i müsemma denir. Nikâh esnasında mihrin miktarının belirlenmemesi veya belirlenen mihrin bir sebeple geçersiz sayılması hâlinde, evlenen kadın mehr-i misil hak eder. Bu durumda mihrin miktarı akrabaları arasında her bakımdan kendi konumuna denk olan kadınların aldığı mihrin miktarıdır. Mihr, ödenme zamanına göre, mehr-i muaccel ve mehr-i müeccel olmak üzere ikiye ayrılır: Mehr-i muaccel, peşin olarak ödenen mihrdir. Kadın mehr-i muacceli almadan kocanın evine gitmeme hakkına sahiptir. Mehr-i müeccel ise ödenmesi sonraya bırakılan mihrdir. Bu mihrin ödenmesi için herhangi bir zaman belirlenmişse, bu tarih geldiğinde belirlenen mihrin kadına ödenmesi gerekir. Şayet bir vakit belirlenmemişse, nikâhın sona ermesiyle mihr muacceliyet kazanır ve ödenmesi gerekir. Başka bir deyişle, boşanma hâlinde kocanın bu mihri ödemesi gerekir; ölüm hâlinde de bırakmış olduğu mirastan ödenir. Mihrin en az miktarı Hanefilere göre on dirhem (o dönemlerde yaklaşık iki koyun bedeli), Malikilere göre ise üç dirhem gümüştür. Şafii ve Hanbeli hukukçulara göre ise mihrin alt veya üst sınırı yoktur. Mihrin üst sınırının olmadığı konusunda Hanefi ve Malikiler de diğer iki mezhep gibi düşünmektedir. Hz. Ömer kendi halifeliği döneminde evlilikleri kolaylaştırmak için mihre üst sınır getirmek istemiş, fakat bir kadının “…Yüklerle mal vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayın...” (Nisa, 4/20.) ayetini delil getirmesi karşısında bu düşüncesinden vazgeçmiştir. Mihr, kadını hem evliliğe ısındırmak hem de ona belli bir mali güç kazandırmak düşüncesiyle öngörülmüştür.

HZ. PEYGAMBER’İN (S.A.S.) NE TÜR MUCİZELERİ VARDIR?

İslam âlimleri Hz. Peygamber’in (s.a.s.) nübüvveti esnasında ortaya koyduğu mucizeleri, akli, hissî ve haberî olmak üzere üç şekilde sınıflandırmıştır. Akli mucizeye en büyük örnek Kur’an’dır. Çünkü Kur’an her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden, akıllara durgunluk veren, başkalarının benzerini meydana getirmekten aciz kaldıkları büyük ve ebedî bir mucizedir. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir: “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz haydin onun benzeri bir sure getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz Allah'tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin).” (Bakara, 2/23.) Hz. Peygamber (s.a.s.) de Kur’an’ın en büyük mucize olduğunu bir hadisinde şöyle ifade etmiştir: “Bütün peygamberlere, kendi dönemlerinde yaşayan insanların iman edeceği birtakım mucizeler verilmiştir. Hiç şüphesiz bana ihsan edilen en büyük mucize, Allah’ın bana vahyettiği Kur’an’dır.” (Buhari, İtisam, 1.) Kur’an mucizesi yanında hissî mucize olarak Hz. Peygamber’in nübüvvet mührü, Ay’ın ikiye bölünmesi, parmaklarının arasından suyun akması, bir ziyafet esnasında zehirlenmek istenince olaydan haberdar olması, bir hurma kütüğünün teessürünü inilti şeklinde duyurması vb. örnek olarak verilebilir. Haberî mucizelere de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Mekke’nin fethi ve meydana gelecek savaşlar hakkında, henüz vuku bulmadan önce verdiği haberler örnek olarak gösterilebilir.

ÇOCUKLARA ALLAH’IN İSİMLERİ VERİLEBİLİR Mİ?

Bir anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi de ona güzel isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadisinde insanların kıyamet günü isimleri ile çağrılacağını belirterek “Çocuklarınıza güzel isim koyunuz.” (Ebu Davud, Edeb, 69.) buyurmuştur. Çocuklara Allah’ın isimlerini vermeye gelince, hemen belirtmek gerekir ki Allah’a has isimler aynı lafızla çocuklara verilmemelidir. Şayet çocuklara Allah’ı hatırlatacak isimler verilecekse başına “kul” anlamına gelen “abd” kelimesi eklenerek “Abdullah” (Allah’ın kulu), “Abdurrahman” (Rahman’ın kulu), “Abdürrahim” (Rahim’in kulu), “Abdülkadir” (Kâdir’in kulu) gibi isimler verilmelidir. Allah Teâla’nın “esmayıhüsnası”ndan “Kerim, Latif, Rauf…” gibi isimler ise Allah’ın dışında kulların da vasıflandığı müşterek isimler olduğundan Allah’a has olmayan bu isimler çocuklara ad olarak verilebilir. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, IX, 598.)