Prof. Dr. Hanifi ŞAHİN
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Ehl-i beyt sevgisi, Müslümanların önemli ortak paydalarındandır. Tarihte hüküm ferman olmuş birçok İslam devleti, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hatırasına saygının bir gereği olarak ehl-i beyt mensuplarının haklarını ve saygınlıklarını korumanın gayreti içinde olmuşlardır. Bireysel anlamda gösterilen sevgi dışında kurumsal düzeyde ehl-i beyte değer vermenin bir göstergesi olarak çeşitli kurumlar ihdas edilmiştir. Bunların başında gelenlerden biri de Nakîbü’l-Eşraflık müessesesidir. “Nakîb” ve “eşraf” kelimelerinin birleşiminden oluşan bu kavram, Hz. Peygamber’in soyundan gelenlerle ilgilenmek üzere kurulan teşkilatın sorumlusuna verilen isimdir. İlhamını ayetlerden (Şura, 42/23; Ahzab, 33/33; Saffat, 37/130.) ve hadislerden (Müslim, Fezâilü’s-sahâbe, 4, Tevbe, 10; Tirmizi, Menâkıb, 31.) alan Nakîbü’l-Eşraflık, İslam medeniyetinin yüz akı kurumlarından biridir.
Bilindiği üzere Hz. Peygamber’in soyu, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile devam etmiş, Hz. Hasan neslinden gelenlere şerif, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere ise seyyid adı verilmiştir. Hz. Peygamber’in, ailesi ve akrabalarının zekât ve sadaka almaları (Müslim, Zekât, 161, 167.) uygun görülmemiştir. Fedek arazisi, ganimet ve feydeki humus hisseleri; tahsis edilen vakıflar; beytülmalden ayrılan tahsisat, ehl-i beytin gelir kaynaklarını oluşturmuştur. Hz. Peygamber, ehl-i beytin mali işleriyle ilgili olarak bizzat Hz. Ali’yi görevlendirmiş, o da bu görevini Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetleri döneminde de sürdürmüştür.
Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamber döneminde ehl-i beyte yönelik uygulamaları devam ettirmiştir. Hz. Ömer zamanında kurulan divan teşkilatıyla Müslümanlara maaş ödenmeye başlandığında bu konuda öncelik Resulüllah’ın ehl-i beytine tanınmıştır. (Ebu Yusuf, Kitâbü’l-Harâc, Beyrut: Darü’l Marife, 1979: 44.) Ayrıca divanda feyden pay alacakların isimlerinin tescil edilmesi, Hz. Peygamber’in gerçek soyu ve akrabalarının tespitine imkân sağlamış, böylece akrabalık iddiasında bulunanların ortaya çıkması engellenmiştir. Hz. Osman döneminde ehl-i beyte hürmet gösterilmiş, onların hakları gözetilmiştir. Bu kapsamda Hz. Ömer döneminden beri Haşimilerin elinde olan ve Medine sadakası olarak bilinen Beni Nadir mallarının gelirlerinin ehl-i beytte kalmasına imkân tanımıştır. Emevi iktidarının bazı dönemlerinde ehl-i beyt mensuplarının saygınlığının ihlal edildiği görülse de Abbasiler döneminde “Abbasi” ve “Talibi” kayıtlarının tutulması, nikâbet müessesesinin oluşumuna zemin hazırlamıştır. (İ.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara: TTK, 1984, 162; Ş. Tufan Buzpınar, Nakîbüleşraf, DİA, İstanbul: TDV, 2006: XXXII, 322.)
Abbasiler döneminde nakîblerin görevleri, ayrım yapılmaksızın Hz. Peygamber’in soyuna mensup kişilerin kayıtlarını tutmak, evliliklerinde denklik kuralını gözetmek, haklarını ve saygınlıklarını korumak, fey ve ganimetlerden paylarını dağıtmak, suç işleyenlerin cezalarını belirlemek şeklinde tespit edilmiştir. Fatımi, Eyyubi, İlhanlı ve Memlükler gibi diğer İslam devletlerinde ise Nakîbü’l-Eşraflık kurumunun ilgi alanında zamanla bir daralma olmuş, teşkilat sadece Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin soyundan gelenlerle ilgilenmeye başlamıştır. (Ş. Tufan Buzpınar, Nakîbüleşraf, DİA, İstanbul: TDV, 2006: XXXII, s. 323.)
Anadolu Selçukluları döneminde “seyyid” ve “şeriflerin” kayıtlarının tutularak nesep kargaşasının önlenmesi, gelirlerinin temini ve ticari faaliyette bulunanlara vergi muafiyeti sağlanması gibi işleri yürüten görevliler olmuştur. İlhanlılar döneminde Gazan Han (ö. 703/1304) tarafından kurulan “Dârü’s-siyâde”ler, ehl-i beyt mensuplarına hizmet etmek için tesis edilen önemli mekânlardır. (Hanifi Şahin, “Câmiu’t-Tevârîh’e Göre Gâzân Hân’ın Müslümanlığı ve Bunun İlhanlı Toplumuna Yansımaları”, Bilig: Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, 2015, s. 221.)
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda “seyyid” ve “şeriflerin” işleriyle meşgul olmak için Nakîbü’l-Eşraflık’ın ilk hâli sayılabilecek “sâdât nikabeti” ismiyle basit bir teşkilat kurulmuştur. Nakîbü’l-Eşraflık’ın kurumsallaşmasında Osmanlı sultanlarının farklı katkıları olmuştur. Osman Gazi (ö. 724/1324), Orhan Bey (ö. 763/1362) ve I. Murat (ö. 791/1389) dönemlerinde âlimlere, dervişlere ve seyyidlere kucak açılmış, onların Osmanlı topraklarına gelmeleri sağlanmıştır. Bu seçkin insanların huzur ve emniyeti temin edilmiş, devlet tarafından kendilerine atiyyeler verilmiştir. Aslında bu, Selçukluların, Osmanlıları yönlendirmelerinin bir sonucudur. Selçuklu Sultanı III. Keykubat (ö. 702/1302), 1284 tarihli Osman Gazi’ye Söğüt civarını temlik ettiği menşurunda seyyidlerin ihtiyaçlarını giderip onlara iyi davranmanın şefaate sebep olacağını belirtmiştir. Ayrıca Resulüllah’ın emaneti olarak değerlendirilen “seyyidlere” şefkatle muamele edilmesi ve onlara geçimlerini temin edecek maddi imkânların sağlanması da istenmiştir. (İ.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara: TTK, 1984, s.164; Murat Sarıcık, “Hz. Peygamber Sevgisi ve Dâru’s-Siyâdeler”, II. Kutlu Doğum Sempozyumu, Tebliğler, Isparta, 2000, s.147; Ayhan Işık, Meşîhat Arşivi Belgeleri Işığında Seyyidler ve Nakîbü’l-Eşrâflık Müessesesi, Ankara: İlahiyat Yay., 2021. s. 112-113.)
Osmanlı’da, Nakîbü’l-Eşraflık makamı “seyyid” ve “şeriflerin” kayıtlarının tutulması, suç işlediklerinde yargılanıp cezalandırılması gibi işlemlerle görevli olmak üzere 1400 tarihinde Yıldırım Bâyezid (ö. 805/1403) zamanında, “Nâzır-ı Sâdât” ismiyle ihdas edilmiştir. İlk defa Nakîbü’l-Eşraf olarak da Emir Sultan’ın (ö. 833/1429) talebelerinden Bağdatlı Seyyid Ali Nattâ b. Muhammed tayin edilmiştir. Yıldırım Bâyezid ona Bursa’da yaptırılan İshakiye Zaviyesi’ni görev yeri olarak uygun görmüş, bu görevin vefatından sonra çocuklarına intikalini de şart koşmuştur. Kendisinden sonra yerine tayin edilen oğlu Seyyid Zeynelabidin, vefatına kadar bu makamda kalmıştır. Fatih Sultan Mehmet (ö. 886/1481), Nakîbü’l-Eşraflık makamını lağvetmiştir. Ancak zamanla toplumda seyyidlik iddiasında bulunanların ortaya çıkması ve bazı ehl-i beyt mensuplarının seyyidliğe yakışmayan davranışlarının görülmesi nedeniyle Sultan II. Bâyezid (ö. 918/1512) döneminde bu makam yeniden ihdas edilmiştir. II. Bâyezid 1494’te Seyyid Mahmud’a “Nakîbü’l-Eşraf” unvanı vererek onu “seyyid” ve “şeriflerin” işlerini düzenlemekle görevlendirmiştir. (Ayhan Işık, Meşîhat Arşivi Belgeleri Işığında Seyyidler ve Nakîbü’l-Eşrâflık Müessesesi, Ankara: İlahiyat Yay., 2021, s. 121-122.)
Osmanlı’da Nakîbü’l-Eşraf olmanın en temel şartı, ilgili kişinin “seyyid” olmasıydı. Nakîbü’l-Eşraflık, ilmiye sınıfındaki seyyidlere verilirdi. Göreve atananlar, teşrifatçı delaletiyle Paşakapısı’na geldiklerinde Sadrazam tarafından ayakta karşılanır, hürmetle kendisine yer gösterilir, kahve, gülsuyu ve buhur ikramının ardından Sadrazam huzurunda samur kürk giydirilerek kendisine Nakîbü’l-Eşraflık menşuru verilirdi. Nakîbü’l-Eşraflar, Osmanlı devlet teşrifatında yüksek bir konuma sahipti. Nakîbü’l-Eşraflar, padişahların tahta geçme törenlerinde; kılıç kuşanma, sancak-ı şerif, bayramlaşma merasimlerinde ve Hırka-i Şerif ziyaretleri gibi birçok teşrifat günlerinde sadrazam, şeyhülislam ve diğer üst düzey devlet erkânıyla beraber hazır bulunurdu. (İ. Hakkı Uzunçarşılı 1984: 166, 170.)
Osmanlı’da Nakîbü’l-Eşraflar’ın en temel vazifesi “seyyid” ve “şeriflerin” işlerini düzenlemekti. Osmanlı’da seyyid olarak kabul edilmenin yolu, babanın seyyid olmasıydı. Anne köle dahi olsa baba seyyid olduktan sonra doğacak çocuk seyyid sayılırdı. Anne ve baba tarafından Hz. Ali’nin soyundan gelenlere aynı zamanda “seyyidü’s-sâdât” denilmekte ve böyle olanlar hâliyle diğer seyyidlerden daha üstün kabul edilmekteydi. (Rüya Kılıç, Osmanlıda Seyyidler ve Şerifler, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2005: s. 25.) Yeşil renk, tarihten tevarüs edildiği hâliyle Osmanlı saltanatı zamanında da “seyyid” ve “şeriflerin”, kadın erkek fark etmeksizin alâmet-i farikası olarak kabul edilmişti. Osmanlılar sâdâta “emir”, başlarına sardıkları yeşil sarığa da “emir sarığı” derlerdi. Seyyidlerin imtiyazlı konumları nedeniyle toplumda seyyidlik iddiasında bulunanların zamanla artmasıyla Nakîbü’l-Eşraflar, müteseyyidlikle mücadele ederlerdi. Nakîbü’l-Eşraflar, Osmanlı Devleti’nin resmî bir görevlisi olarak grubun haklarını korumanın yanı sıra siyasilerle seyyidler arasındaki ilişkiyi de düzenlerdi. (İ. Hakkı Uzunçarşılı, 1984: 168.)
Nakîbü’l-Eşraflar; müderrislik, kadılık, müftülük ve Şeyhülislamlık gibi görevlerinin yanı sıra elçilik hizmetinde de bulunurlardı. Onların önemli görevleri arasında “siyâdet hücceti” düzenlemek, konuya ilişkin davaları çözmek de vardı. “Siyâdet hücceti” Hz. Peygamber’in evladından olanların ellerinde “siyâdet beratı” denilen ve o sülaleye mensup olduğunu gösteren hüccetlerdir. Seyyidlerden olduğunu iddia edenler, bu iddialarını yine seyyidlerden oluşan şahitlerle ispat ederek Nakîbü’l-Eşraf defterine kayıt ettirirlerdi. Seyyidlere tanınan imtiyazlardan yararlanabilmek için siyâdet hücceti alınması şarttı. (Murat Sarıcık, Osmanlı İmparatorluğunda Nakîbü’l-Eşraflık Müessesesi, Ankara 2003, s. 137; Ayhan Işık, Meşîhat Arşivi Belgeleri Işığında Seyyidler ve Nakîbü’l-Eşrâflık Müessesesi, Ankara: İlahiyat Yay., 2021, s. 168.)
Seyyidlerin şecere tespitleri yapıldıktan sonra isimleri, “siyâdet” veya “şerâfet” silsileleri, çocukları, ahval, ahlak ve ikametgâhları Nakîbü’l-Eşraf tarafından “Şecere-i Tayyibe” denilen kayıt defterlerine kaydedilirdi. Nakîbü’l-Eşraflar’ın tuttuğu, kendi dönemine ait sâdât defterleri sayesinde şeceresi bulunmayan veya herhangi bir sebeple kaybedenler ya İstanbul’a ya da Nakîbü’l-Eşraf kaymakamlarına müracaat ederek siyâdetlerini ispat edebilmekteydiler. Siyâdet hücceti İstanbul’da Nakîbü’l-Eşraflar, İstanbul dışında Nakîbü’l-Eşraf kaymakamları veya kadılar tarafından düzenlenebilmekteydi. Siyâdet hüccetleri iki nüsha olarak düzenlenirdi. Hüccet varakasına yazılan siyâdetini ispatlayan nüsha seyyide verilir, bu asıl belgeye sadık kalınarak aynısı Nakîbü’l-Eşraf’ın tuttuğu sâdât defterine kaydedilirdi. Sahte belge hazırlayanları ortaya çıkarıp bunların hüccetlerini iptal etmek Nakîbü’l-Eşraflar’ın başlıca görevleri arasındaydı. (Ayhan Işık, 2021: 170-171.)
Nakîbü’l-Eşrafların muayyen bir görev süreleri yoktu. Ölünceye, azledilinceye veya kendi rızalarıyla ayrılıncaya kadar görevlerini sürdürürlerdi. Nakîbü’l-Eşraflara ilk başlarda tahsis edilen bir mekân olmadığından kendi konaklarını kullanmışlar, 1826 yılında Ağa Kapısı’nın Şeyhülislamlığa tahsisinden sonra, 1836 yılında burada başladıkları görevlerini, Sultan II. Abdülhamid Han döneminde Yıldız civarındaki bir konakta devam ettirmişlerdir. (Ayhan Işık, 2021: 151.)
Sonuç olarak Hz. Peygamber’in soyuna hürmetin, onların haklarını korumanın ve onlara hizmet etmenin ana hedef olarak tespit edildiği bir anlayışın kurumsal ifadesi olan Nakîbü’l-Eşraflık, Osmanlı sultanlarının Hz. Peygamber (s.a.s.) sevgilerinin somutlaştığı önemli bir kurumdur. Osmanlı Devleti ve toplumunda ehl-i beyt mensupları Hz. Peygamber’in emanetleri olarak değerlendirilmiş, “seyyid-şerif” ayrımı yapılmaksızın ehl-i beytin tamamına hizmet edilmiştir. Ehl-i beytin şanını, şerefini korumaya yönelik her faaliyet, Hz. Peygamber’i sevmenin bir gereği; onlara zulmetmek, haklarını gözetmemek ise Hz. Peygamber’in şefaatinden mahrum olmanın gerekçesi olarak telakki edilmiştir. Cezayı hak eden seyyidlere uygulanacak cezada bile Hz. Peygamber’i incitme endişesi taşınmıştır. Böylesi bir bilincin ehl-i beyt sevgisi, her türlü hesabın üstünde hasbi bir sevgi olarak tarihteki müstesna yerini almıştır.