Kaan H. SÜLEYMANOĞLU
Şimdi susabiliriz. Çünkü kelimelerin her zaman erişemeyeceği, her zaman saramayacağı hüzünlü kıyılar vardır; yastan, sessizlikten, karanlıktan, som acıdan kıyılar... O kıyılarda, bir ömür boyu kurulan hayallerin buruk ayak izleri kalmıştır. Özene bezene büyütülmüş, sonra birdenbire solmuş umutların, yarınsız umutların izleri... Bir acının derinleştiği, başka acılarla birleşip çoğaldığı, insan insan çoğaldığı; haritanın üzerinde bir şehri, bir ilçeyi, bir maden ocağını onulmaz bir yaraya dönüştürdüğü anlarda, kurulmak için sırasını bekleyen bütün cümleler beyhudedir, biri hariç: “Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz.”
Daima böyledir: Ateş düştüğü yeri yakar. Ölüm hepimiz için mukadder ve ecelin bizi nerede, nasıl, hangi an yakalayacağını bilemeyiz. Ama bazı ateşler sadece düştüğü yeri yakmaz. Yaktığı yerde öyle derin bir yara izi bırakır ki ona bigâne kalmak, o yokmuş gibi davranmak, sonraki günleri, ayları, yılları onsuz geçirmek mümkün değildir.
Önce haber kanallarına bütün ülkenin yüreğini ağzına getiren bir haber düşer. Ardından sessiz ve insanın içini dağlayan bekleyişler... Dualar… Niyazlar… Kurtarma ekiplerinin hummalı çalışmaları... Madenciler arkadaşlarını bekler, anneler evlatlarını, çocuklar babalarını… Sonra toprağın metrelerce altından kara kömür yerine kara haberler çıkar yeryüzüne. Birer birer. Buna yürek dayanmaz. O andan sonra harita artık eski harita değildir. Ülke, kıyamete kadar oracığından yaralanmıştır çünkü. Oracığı neresidir? Dün Zonguldak’tır, Kozlu’dur, Soma’dır, bugün Bartın’dır. Aslında oracığı, harita üzerinde bir noktadan ibaret değildir. Bir eşin, bir annenin, bir evladın, bir dostun, bir yârin, bir milletin kalbidir. O kalbin içindeki mezardır, o mezarın taşına işlenmiş kara yazıdır, nişanelere konup kalkan gamlı akşam kuşlarıdır, ince ince, sızım sızım damlalar hâlinde akan gözyaşlarıdır.
Şimdi üzgünüz. Ölüm, yerin metrelerce altında kendini tekrarlayadurur. Ölüme kurulu vardiyaların sirenleri ciğerlerimizi parçalar. Yerin metrelerce altında güneşi bulmak için karanlığa kazma vuran nasırlı ellerin hatırına saatler durur. Evine helal ekmek götürmek için çırpınan yüreklerin hatırına güneş doğmaya utanır. Matem, maden ocağından çıkar; dalga dalga evlere, ocaklara, şehirlere, diğer insanların hayatlarına yayılır. Çünkü evine ekmek götürürken, helal rızık peşindeyken vefat eden insanların, hepimizin ruh dünyasında sahici bir karşılığı vardır. Emek ve alın teri mübarektir. Bunların ihlali, istismarı insanlık dışıdır. İslam dini, helal rızık peşinde çalışırken vefat edenleri, göçük altında kalarak ölenleri hükmen şehit sayar. Maden işçileri canları pahasına yerin metrelerce altına inen, orada bizzat alın teri akıtan, o karanlık tünellerden ülkenin geleceğine aydınlıklar çıkarmaya uğraşan, evlerine ekmek götürmeye çalışan insanlar olarak kalplerimizde apayrı bir yere sahiptirler. Bir maden işçisinin sarı kaskının altında kömürle karalanmış yüzüne baktığımızda daima bir emekçi heykeli gibi vakur, dünyanın yükü kadar ağır o ifadeyi görürüz. Kalbimizde bir tel titrer. İşçilerin yorgun gözleri hepimiz adına yüklenilmiş sorumlulukları, kaderin taksimatı esnasında bizim yerimize onlara düşen alın terini, yüzümüze haykırır. O yüzlerde tertemiz hayaller, haramsız rızıklar, evde bekleyen çocuklar, eşler, sıcacık yuvalar, kahvaltı sofraları parıldar. Ne diyordu Orhan Veli? “Yüz karası değil, kömür karası / Böyle kazanılır ekmek parası?” Boğazlar düğüm düğüm. Kömür; evleri, ülkeleri ısıtmaz her zaman. Bazen de ocakları yakar. Bir ülkenin ciğerini baştan başa dağlar. Haber kanallarına bu kez rakamlar düşer. Böyle zamanlarda pür acımasızlık kesilir rakamlar. Savaşların, salgınların ve afetlerin en kalpsiz yüzüdür bu. Ölenler rakam değildir çünkü. Rakamlardan ibaret değildir. Kırk bir babadır, kırk bir evlattır, kırk bir kardeştir, kırk bir arkadaştır, kırk bir hikâyedir. Birdenbire sona eren, birdenbire solan kırk bir çiçek.
Her şeyin ölçüsü insan mıdır bilinmez ama her şeyin muhatabı insandır. Acıların, sevinçlerin, bekleyişlerin, yokuşların, inişlerin, gecenin, gündüzün, uzayıp giden yolların, solan güllerin, kuş uçmaz kervan geçmez dağların, birbirini tekrar edip duran çöllerin, krizantemlerin, okyanus dibindeki gölgelerin, devrilmiş duvarların, karanlık maden ocaklarının, o ocaklarda solan hayallerin muhatabı insandır. Boyna asılan iradenin, ayaklara dolanan telaşın, herkese eşit dağıtılan sorumluluğun, ciğere oturan firakın muhatabı insandır.
Şimdi eksiğiz. Eksiğiz çünkü Bartın’ın Amasra ilçesindeki maden ocağında meydana gelen patlama sonucu hayatını kaybeden işçilerin acısı yüreğimizi burktu. Her birinden geriye hüzünlü hikâyeler kaldı. Fikret Kansız, henüz otuzundaydı ve iki ay önce evlenmişti. Aziz Köse, beş gün önce baba olmuştu. Yasin Çelik, geçen yıl sosyal medya hesabında paylaştığı mesai fotoğrafının altına âdeta dünyadaki bütün maden emekçileri adına şu cümleyi yazmıştı: “Güneşi görebilmek için karanlığı kazıyoruz.” Onların yeri hiçbir zaman dolmayacak. Tek tesellimiz, helal rızık peşindeyken vefat ederek şehitlik makamına nail olmaları ve geride bıraktıkları emanetlerine devletimizin sahip çıkması…
Allah (cc), bütün maden şehitlerine rahmet eylesin, cennetler hepsinin yurdu olsun, yakınlarına sabırlar ihsan eylesin. İnşallah bir daha böyle acılar yaşamayız. Ülkemizin başı sağ olsun.